Taner Ceylan’ın I Love You adlı sergisi 23 Eylül-28 Ekim tarihleri arasında Londra’daki S2 Galeride gerçekleşti. Sergi sanatçının acı hissiyle bağlantılı estetik deneyiminin izlerini taşıyor.
Geçmiş eğer geçmişse ve geleceğe odaklanmak gerekiyorsa, bu geleceğin nasıl olabileceği üzerine düşünmek bir belirsizliğe yol açabilir. Her fırsatta ileriye yönelik fikirlerin korku dolu olması ya da ısrarla güzel günlerin bizi beklediğini hayal etmek de pek işimize yaramayacaktır. Aksi takdirde gelecek imkânları bir tüketim kuyusuna kurban gidebilir. O halde can alıcı bir soruyu sormanın vaktidir: Ne yapmalı?
Sorunun geleceğe açılan bir yanı da var ama asıl şimdiyi yani ‘an’ı merkeze alıyor çünkü doğurduğu ihtimaller özgürlüğe kapı açıyor. Aidiyet ya da mutlulukla ilişkisi olmayan bu durum kendine has olmakla birlikte mümkün olanın alanına doğrudan hitap edip sınırları alt üst etme özelliğini barındırır. Muhtevasında fikir, tahayyül sahaları olan deneyimler skalası kimi zaman çelişkili kimi zaman da acı verici gerçekliklere yol açan bir yapı ya da bir form olma özelliği taşıyor. Bir macera diyebileceğimiz bu yolculukta dünyayı içimize çeker ve içimizdeki yabancıyla diyaloğa gireriz.
Taner Ceylan’ın I Love You sergisi böyle bir özgürlük tecrübesinden izler taşıyor. Eserlerin bıraktığı etki bir serüvenin yansımaları. Sanatçı sınırsızlığını düşlerken kendi tel örgülerine ve geçitlerine dokunuyor. En mahrem yakınlıkları ön plana çıkaran çalışmalarda Ceylan’ın yücelik deneyimlerinden çok sınırlardaki maceralarının resmedilişi var. Estetik aracılığıyla gerçekleşen bu temaslar saf bir askıda olma haline işaret ederken eserlerde özgül bir kendiliğin oluşumunu görüyoruz. Sıradan duyumsamalara ait olmayan, kendi kendine yabancılaşmamış bir düşüncenin kudretini barındıran, mimesisin dışına fırlayan resimler katıksız bir buradalık ve yakın plan odaklı olma özelliğine sahip.
Acının olumsallığı
Sanatçının estetik tavrının bir özgürlük deneyimine dönüşmesinin arkasında çok güçlü bir his yatıyor: Acı. Bu duyguyu serginin kalkış noktası olarak görebiliriz. Böyle bir hissin sergiyle ilişkisini ve neden eserlerin oluşumunun çekirdeği haline geldiğini anlayabilmek için bedenlerde nasıl bir etki bıraktığını anlayabilmemiz gerekiyor.
Acı genellikle bir duyumsama olarak tanımlanan, yalnızca bedensel bir zarardan ibaret olmayıp bir yaşanmışlık olarak anlam kazanan ve varlık olarak biçimlenmemizde son derece önemli olan ayrıca teni oluşturan bir duygu durumunun yansımasından ibarettir. Etkisiyle bizleri başkalarından ayırırken bizi onlarla birleştirir. His, yüzey adını verdiğimiz sınır etkilerinde oluşup ve ötekilerin bıraktığı izle bir mana dünyasına kavuşur. Mutlaka bir şey nedeniyledir ve bu neden acının nesnesi olan bir hikâye, anlatı ya da açıklama barındırırken yaşam deneyimi bu hikâyelerle, anlatılarla biçimlenir. Acısız bir beden daima noksandır.
O halde şunu söylememe izin verin: Bu duygular aynı zamanda dünyayla kurduğumuz olumlu bağdır. Olumsallık başkalarıyla birlikte olmanın, dokunabilecek kadar yakın olmanın toplumsallığıyla bağlantılıdır çünkü acının görünen yalnızlığı, ona tanıklık edecek birine duyulan ihtiyacı ortaya çıkarır.
I Love You ve acının yüzeyleri
I Love You sergisindeki eserlerde yer alan bedenlerin ıstıraplı olduklarını görüyoruz. Levitation ve The Colour of the Rose adlı eserlerde figürlerin neden acı çektiklerine dair herhangi bir veri yok elimizde. Böyle bir yokluk durumu bu iki eseri daha da gizemli hale getirebiliyor.
Elleri kelepçeli bedenlerin üzerindeki acı yüzeylerini dikkatle izlerken tam da kendi içimize bir dönüş çağrısı hissedebiliriz. Acı yokken bile o bedenlerdeki duyguyu hissetmeye, sınırlarını keşfetmeye; o figürlerde ikamet etmeye başlayabiliriz. Levitation ve The Colour of the Rose’un farkı hem o eserlerdeki duygu durumlarını anlamaya çalışırken kendimize de dönebilmemizde saklı.
Messina isimli eserde ise kederin ve üzüntünün nedenlerine dair birtakım göstergeler var. Çalışmada yerde elleri, ağzı sıkı sıkıya bağlanmış çıplak bir vücut duruyor. Acı çeken figürün yüz ifadesinden de anlaşılacağı üzere bir ıstırap kaplamış teninin yüzeyini. Arka planda ise İsa’nın sureti var. Kederli bir ifadeye sahip ve gözleri yaşlı bir İsa yüzü bize ne anlatabilir?
İsa’nın mitolojik hikâyesinde Tanrı ile yaşadığı ilahi bir aşk ve bunun sonucunda dönemin toplumu tarafından yargılanarak çarmıha gerilmesiyle yaşadığı acı vardır. Yani İsa’nın Tanrı ile aşkı bir imkânsızlık tecrübesine dayanır. Bu yüzden eserdeki İsa yüzünü aşk acısını betimleyen bir metafor olarak görebiliriz. Başkasına uzanma ihtimali/kapasitesine sahip olan aşk deneyimi imkânsızlaştığında kendi üzerine kapanır ve artık üzüntü veren bir deneyime dönüşür. Messina da bu kederli deneyimin dışavurumunu sergiliyor.
Birbirleriyle temas esnasında beliren bedensel yüzeylerin toplumsallığıyla oluşan acı duygusuyla birlikte bedenin yüzeyinde başkalarının ya da nesnelerin şiddetli bir etkisi oluşur. Ötekilerle şiddetli karşılaşmalar Resignation eserinde var. Suretin sathı kan içinde. Yüz acı sebebiyle deforme olmuş bir biçimde duruyor. Çaresizlikten durgunlaşmış bakışlar bedenin kendi içine çekilme sürecine işaret ediyor. Suret bu yüzden bambaşka bir biçime bürünmüş. Eserdeki tenin yüzeyindeki kan seyirciyi alabildiğine içine çekebiliyor ve acı böylelikle bir anlama kavuşabiliyor.
Yine bedenin başkalarıyla karşılaşma ve teması sonucu acının farklı anlamlara büründüğü bir eser daha var: The Man Of The Sorrows. Çalışmada bu sefer herhangi bir bedene rastlamıyoruz. İkonik bir figür yani İsa ile karşı karşıyayız. Diğer İsa’lı eserden (Messina) farklı olarak bu çalışmanın ayrı bir hikâyesi var. Eser, Pedro de Mena’nın 1673 yılında yaptığı Christ as the Man of Sorrows adlı ahşap heykelin resmi. Kendini savunamayan, dudakları hafif aralıklı bir İsa acıdan gönüllü teslim olmuş bir insanlığı temsil ediyor. Eserdeki temsil bir toplumsallığa dayanıyor.
Batı kültüründe acı bireysel olarak ifade edilir fakat her ne kadar tekillik olarak mana bulsa da başkalarıyla birlikte olma tecrübesi tenin yüzeyine yükselir. İçsel bir algıymış gibi görünen acı hem dışsal hem de içsel bir algı yaratır. Toplumsallık işte burada patlak verir. The Man Of Sorrows’da acının toplumsallığının izleri var ve bu gösterge İsa’nın bedeninde saklı duruyor.
Yazımın başında serginin Taner Ceylan’ın özgürlük deneyimi olduğunu ifade etmiştim çünkü eserlerin acının farklı yüzeylerinden oluştuğunu görüyoruz ve bu yüzeylerin resmedilmesi sanatçının acı dediğimiz sınırlara dokunduğunun bir göstergesi. Temas bölgelerine dokunmaya çalışmak bir bakıma o hissin tezgâhından geçmek anlamına geldiği için sergiyle aynı adı taşıyan I Love You eseri de serginin finali niteliğinde. Eserde sanatçı Taner Ceylan’ın sureti ve vücudunun bir kısmı kanlar içinde. Yüzüne, bedenine bulaşan kanlar kendi içsel yolculuğunun en mahrem sınır bölgelerine dokunmaktan haz alan bir sanatçının serüveninin izleriymiş gibi duruyor. Bakışları bizi kendi macerasına davet etmekle birlikte nihilist bir çağda kendimize dokunmamız için de bir çağrı niteliğinde.
Art Unlimited Kasım - Aralık 2016 39. sayısında yayınlanmıştır.