top of page
Müjde Bilgütay

Kendi ayağına kurşun sıkmak


Elgiz Müzesi koleksiyonundan eserlerle Başak Şenova küratörlüğünde Yunanistan’ın Midilli adasında açılan Geçiş Çizgileri sergisi hem çarpıcı kürasyonu hem de içinde bulunduğumuz tarihsel dönem nedeniyle, iç basında ve yurt dışında büyük ilgi uyandırdı. Bu bağlamda yeniden gündeme gelen Elgiz Müzesi’nin kurucusu, mimar Can Elgiz ile koleksiyonerliği, koleksiyon müzeciliğini ve Türkiye’deki çağdaş sanat ortamının geleceğini konuştuk. Yazının başlığı, geldiğimiz noktayı özetliyor…

Can Elgiz, Fotoğraf: Elif Kahveci

Bölgesel bir savaş tehdidi (en azından bizim ömür süremiz içinde) hiç olmadığı kadar yakınken, Elgiz Müzesi’nden eserlerle Yunanistan’ın Midilli adasında açılan In Media Res veya Geçiş Çizgileri sergisi, “bellek” ve “algı” vurgusu yapan bir “diyalog girişimi” olarak da okunabilir. Küratörlüğünü Başak Şenova’nın yaptığı sergide, Can ve Sevda Elgiz koleksiyonundan Tracey Emin, Rebecca Horn, Gilbert & George ve Nan Goldin gibi yabancı ustaların yanı sıra, Türkiye’den Burak Delier, Gülsün Karamustafa, Hera Büyüktaşçıyan, Hale Tenger ve Komet gibi isimlerin resimden heykele, enstalasyondan objeye, fotoğraftan film ve videoya kadar çeşitli mecralardaki yapıtları yer alıyor. Can Elgiz’in büyük dedesi, Osmanlı döneminde Midilli’de mutasarrıflık yapan Halim Bey’in Mytilene belediyesi tarafından sanat galerisi olarak düzenlenen konağında açılan sergi tarihsel ve mekansal kurgusuyla, bugün Türkiye’nin Ege kıyılarından adaya geçen mülteci gerçeği ve Lozan tartışmaları karşısında, ortak geçmişe ve ortak geleceğe vurgu yapıyor. 11 Kasım’a kadar devam edecek olan sergi, hem çarpıcı kürasyonu hem de içinde bulunduğumuz tarihsel dönem nedeniyle, hem iç basında hem de yurt dışında büyük ilgi uyandırdı. Bu bağlamda yeniden gündeme gelen Elgiz Müzesi’nin kurucusu, mimar Can Elgiz ile koleksiyonerliği, koleksiyon müzeciliğini ve Türkiye’deki çağdaş sanat ortamının geleceğini konuştuk.

-

Müjde Bilgütay: Öncelikle Midilli’deki sergiden başlayalım. Sanırım orası sizin aile ocağınız...

Can Elgiz: Midilli benim anne tarafımın geldiği yer. Biliyorsunuz oradaki bütün Türk nüfus 1920’lerde Mübadele ile Anadolu’ya geçmişler. Bizimkiler de o zaman orayı terk etmiş fakat çok sevilen bir aile ve orada mutasarrıflık yapmışlar yüz sene kadar, en son 1900’lerin başlarında bitmek üzere. Son mutasarrıf Halim Bey. Halim Bey benim dedemin babası. Halim Bey’i çok sevdikleri için onun yaşadığı konağı, ki annemin de doğduğu yer, Halim Bey Konağı adıyla bir sergi alanı yapmışlar. Biz yakın zamanda, biraz da ailemizin yaşadığı yerleri görmek için Midilli’ye gidip gelmeye başladık. Bizim sergi alanımız, Elgiz Müzesi ve çağdaş sanata merakımızı bildikleri için orada sergi yapmamızı önerdiler. Birkaç aydır programlıyorduk. İlkbaharda yapacaktık, yetiştiremedik, sonbaharda yapıyoruz. Sergi fikri oradan doğdu, yani bizim sanat merakımız ve onların da adada böyle uluslararası bir sanat aktivitesi yapma talepleriyle bir araya gelindi.

MB: Bakalım nasıl bir geri dönüşü olacak, çok ilginç bir sergi aslında…

CE: Çok ilgi uyandırdı, hem Türk basınında hem de yurt dışında. Uluslararası sanatın Midilli’de olması önemliydi, çünkü onlar daha çok yöresel şeyler yapıyorlardı, uluslararası, yurt dışı sanatçılarla pek fazla bir irtibatları yoktu. Ada yakın zamanda uluslararası sanat dünyasında biraz tanınmaya başladı. Türkiye’den çok sayıda geçen mülteciler var biliyorsunuz. Çinli sanatçı Ai Weiwei adada bir stüdyo kurdu ve mültecilerin bu acıklı durumunu canlandıran birtakım işler yaptı. Hem enstalasyonlar yaptı hem de orada bir anıt yapma çalışmasında diye biliyorum.

MB: Siz Türkiye’nin ilk özel çağdaş sanat müzesini 2001’de kurdunuz. Belki de aklınızda Türkiye’deki çağdaş sanat ortamına katkıda bulunmak gibi bir fikir vardı…

CE: Evet. Bizim sanatla olan bağlantımız tabii ki koleksiyonerlik bağlamında. Sanatçı olmak ya da galericilik anlamında değil. Ama bu arada bir önceki paragrafla ilgili bir şey daha eklemek istiyorum. Bana sanata olan merakımın nereden geldiği sorulduğunda, mimar olduğum, mimarlık eğitimi alırken sanat eğitiminin de kuvvetli olması, ailemin de sanatsever olması diyor idim ama, son iki üç senedir Midilli’ye gidip gelirken, dedemin babası Halim Bey’in de bir filantrop olduğunu öğrendim; hem filantrop hem de sanat destekçisi, belki kısmen de koleksiyoner. Detayını fazla bilemiyoruz ama ciddi bir merakı varmış o zaman.

MB: Genlerde var o zaman… Peki bu müze bir risk miydi, 2001 yılında Türkiye’de çağdaş sanat ortamı nasıl görünüyordu? Geçen 15 seneye dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?

CE: Her sanat koleksiyonerinin rüyasında koleksiyon paylaşma fikri vardır aslında, ama bizim 2001’deki başlangıç noktamız koleksiyon paylaşmaktan öteydi. Kurucu direktörlüğümüzü Vasıf Kortun yapıyordu. Genç sanatçılara biraz yer açmayı amaçladık. Çünkü ondan önce biz koleksiyon için yurt dışına gidip gelirken tanıştığımız sanatseverler Türkiye’de çağdaş sanat var mı diye soruyorlardı. O kadar kapalıydık ki 15-16 sene önce yurt dışında hiçbir yerde kimse Türkiye’deki çağdaş sanatı tanımazdı. Bunun Türk sanatçılar için büyük bir eksiklik olduğunu, onun giderilmesi için de Türk sanatçıların galerilerin dışındaki mekanlarda gözükmesi gerektiğini o zaman kendi kendimize fark ettik. 2001’de başladığımız küratoryel sergiler de zaten koleksiyondan olmayan ama galerilerde de görülmemiş sanatçılarla oldu çünkü galerilerin sanatçılara sergi yapması onların atılabilirliğiyle doğru orantılı biliyorsunuz. Bir de Türkiye’deki galeriler, tabii hepsini kapsamış olmayayım ama çoğunluğu bilinen sanatçılarla çalışmayı tercih ederler; sanatçı keşfetme riskine girmeyi ikinci planda tutarlar. Öyle olunca da genç sanatçıların, galerilerde sergilenmemiş, adı bilinmeyen sanatçıların yer bulma şansı olmuyordu. Biz bu tip sanatçılara destek amaçlı başladık. O günlerde yaptığımız sergilerde görünen sanatçılara dönüp bir bakarsanız hakikaten çoğunun sonradan bir yerlere geldiğini görüyoruz. Bu çok güzel bir mutluluk. Demek ki yaptığımız şeyleri doğru yapmışız.

MB: Sizce özel bir müze koleksiyonu nasıl olmalı? Koleksiyonerlerde bir kronolojik gitme eğilimi var…

CE: Doğru değil halbuki… Tabii bir eğitim kurumunun ya da devletin yaptığı müzenin bir kronolojik sıralaması, bir bağlantılar zinciri olması lazım. Bir ülkenin veya o kurumun ya da her ne ise onun sanat tarihini yansıtması lazım ama koleksiyoner müzesinde aynı şey değil. Çünkü koleksiyoner hiçbir zaman dama tahtasında boşluk doldurur gibi sanat eseri almaz. Benim bu karem boş, yani şu sanatçının şu dönemi bende yok, onu da almalıyım gibi bir yaklaşım olmaz. Koleksiyoner her zaman beğendiğini, sevdiğini, mali olarak erişebildiğini alır. Her şeyi görmesi, her şeyi sıralaması, birbirine eklemesi gibi bir kural yok. Onun için koleksiyonerlerin müzelerinin veya koleksiyonların genelde eklektik bir yapısı vardır derler. Ki, doğrusu da budur. Bizim de koleksiyon yapımızda aynı durum var. Neticede birbirine bağlantı kurmadan edindiğiniz ve koleksiyona dahil ettiğiniz eserlerden farklı küratörler, farklı başlıklar altında farklı sergiler yapabiliyorlar. İşin güzel tarafı da bu zaten. Dediğim gibi belli bir tarihsel sıraya bağlı olmak şart olmaksızın bir küratöryel sergide, koleksiyonun derinliğine ve zenginliğine bağlı olarak bir sürü alternatif çıkartabilirsiniz.

MB: Satın alma ve koleksiyona dahil etme kararını biraz açabilir misiniz? Nasıl karar veriyorsunuz? Mesela bir küratöre danışıyor musunuz?

CE: Biz alım tercihlerimizi kullanırken kendimiz karar veriyoruz. Ama sonra koleksiyon içinden sergi düzenlerken bir küratörle çalışıyoruz. Alım sürecinde öyle bir danışmanlık veya bilgi arayışına ihtiyaç yok çünkü aslında biz de çok çalışıyoruz. Bir sanatseverin öncelikle çok kuvvetli bir kitaplığı olması lazım. Yüzlerce kitap, bir sürü doküman okumak ve birçok sergiyi de gezmek lazım. Zaten koleksiyon oluşturmak öyle bir süreç ki, müthiş bir sermayeyle ortaya çıkıp da ben koleksiyon yapacağım demek veya birilerini görevlendirip güzel ne varsa al demekle olmuyor. O mümkün değil. Çünkü o dönemde birbiriyle beraber durabilecek eserler satışta olmayabilir; bu yılların birikimi.

MB: O seçim sürecinin duygusunu merak ediyorum, bir de geriye dönüp baktığınızda sizi hangi temalar çekmiş, eliniz nelere gitmiş…

CE: Geriye dönüp baktığınız zaman, bazı eserler için bunu almışım ama bugün sergilemiyorum diyorsunuz ama elden çıkartmaya da kıyamıyorsunuz. Öyle de bir şey var. O gün beğenerek almışsınız ama her aldığınızı doğru aldınız diye bir kural yok. O kadar da kuralcı olmamak lazım. Bu biraz keyifle, içinde bulunduğunuz kültürle ve eğitimle ilgili. Kendinizi eğitirseniz sanat alanında daha doğru alımlar yapabiliyorsunuz. Sonuçta aldığımız hiçbir eser için niye bunu aldım demiyorsunuz.

MB: O zaman bu eseri sevdim, fiyatı da uygun, öyleyse alıyorum diyorsunuz. Bu mudur?

CE: Aslında budur. Fiyat olarak da erişebilir, ulaşabilirseniz, başka bir kriteriniz yok. Eskiden duvara sığdırabilir miyim, eve sığdırabilir miyim kriterimiz de vardı. Şimdi o yok. Fakat biz o sığdıramama durumundan çok istifade ettik. Koleksiyondaki birkaç tane önemli, büyük boyutlu eser bu şekilde geldi. Eseri beğeniyorsunuz ama erkenden satılmış olabiliyor. Fakat elimizde bir iki tane böyle eser var ki alanlar hiçbir şekilde evlerine sığdıramadıkları için iade etmek zorunda kalmışlar.

MB: İstanbul geçtiğimiz bu 10-15 yıl içinde dünya sanat sahnesinde önemli bir yer edinmişti. Şimdi baktığınız zaman, hem ekonomik, hem siyasal hem de konjonktüre bağlı durumlar nedeniyle bir düşüş var mı? Ne görüyorsunuz?

CE: Bu hem doğru hem de cevaplaması zor bir soru. Gelişmiş ve köklü ülkelerde bir şey yapmak zor, sürdürmek kolaydır. Türkiye’de yapmak da bir şekilde zor ama sürdürmek yapmaktan daha da zor. Bunun değişik sebepleri var fakat mesela, Türk çağdaş sanatının yurt dışında bilinir olması… Bahsettiğim gibi biz 2001’de Proje 4L’yi ilk açtığımız zaman, yurt dışında gittiğimiz fuarlardaki yabancı koleksiyonerler Türkiye’de çağdaş sanat mı var, niye biz görmüyoruz diyorlardı ve bize çok acı geliyordu bu. Bizim Türk ve yabancı eserleri yan yana asmamızın sebebi de zaten, birbirinden geri kalmayacak şekilde mukayese edilebilir olmaları. Hatırlıyorum, ilk kez Sotheby’s’de galiba Haldun Simavi’nin çabasıyla bir Türk sanatçıları satışı yapıldı. Yıllar sonra da, rahmetli Alican Ertuğ’un çabasıyla yine ya Sotheby’s veya Christie’s’de (hangisinde olduğunu şu an hatırlamıyorum) Türk sanatçılar müzayedesi yapıldı. Fakat herhalde hem Alican’ın kaybı hem de Türk koleksiyonerlerin Sotheby’s, Christie’s gibi yurt dışı müzayedelerdeki Türk sanatçılara ilgi göstermemeleri, belki ben bunu sanatçının kendisinden alırım demeleri veya sanatçıların kendilerinin de direkt satış yapmayı düşünmeleri bu fırsatı yok etti…

MB: O ucuza kapatayım kafası bizde hep var değil mi… Emlakçıyı atlatayım, sahibinden alayım…

CE: Aynı onun gibi bir şey… Sotheby’s’e, Christie’s’e o komisyonu vermeyeyim, sanatçıyı tanıyorum zaten yan sokakta oturuyor veya Türkiye’deki galerisini bulurum, pazarlık ederim filan… Ama sanatçılar da bir yerde kendi ayaklarına kurşun sıkmış gibi oldular, çünkü sadece Türk sanatçılara yönelik müzayedeler varken, şimdi 2-3 sanatçıyla Orta Doğu Sanatı’nın bir köşesinde sıkıştık kaldık. Bu işte tamamen mevzi kaybettik. Birdenbire o köşeye itildik. Hep beraber, koleksiyoner, galerici ve sanatçı çabasıyla. Kooperatif bir çalışma yani! İnanılır gibi değil. Türk sanatçılara yönelik kaç tane müzayede yapıldı. Burada tanıtımları yapıldı, İngiltere’de tanıtıldı. Bu noktaya geldikten sonra kaçırılmaması gereken bir fırsattı.


bottom of page