Sevinç Altan'ın Perde isimli sergisi Beyoğlu'nda eski bir binada* 26 Kasım'dan bu yana ziyarete açık. Sergi Cizre, Sur gibi yerlerde yaşanan şiddeti konu alıyor. Serginin adı ‘bölge’deki bir uygulamadan geliyor: Keskin nişancılara engel olmak için sivillerin evlerinin önüne çektikleri perdeden. Görüş alanını kapatan bu perdeler politik bir araca dönüşüyor. Bu kumaşlar genelde allı güllü olduğu için, perdelerin üzerine isabet eden kurşunlar kendiliğinden bir romantik trajedi yaratıyor.
Sevinç Altın, Ah!, detay, 230 x165 cm, Bez üzerine karışık teknik
Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili’nde yer alan ‘Acı Anlatılabilir mi?’ adlı yazısında, acı yükü ağır olan bir malzemenin edebiyata nasıl tercüme edilebileceğini soruşturuyor; pathos, ironi ve bathos kavramları üzerinden giderek ağır bir acının edebiyatta anlatılabilme imkanlarını araştırıyor: Pathos’a yüklenen anlatılar okuru bir duygusal özdeşlemeye çağırır, bir anlamda anlatıda bir ‘duygu’ istilası yaşanır ve bu istila da ekseriyetle karikatürize bir aşırı-pathos, yani bathos’a dönüşür. Yani, arabeskin yaptığı şeye yaklaşır. Gürbilek bu yazıda Oğuz Atay’ın acıyı mağduriyetçi bir dile bürünmeden, bathos’a kaçmadan, ironiyle ve yeni bir dille anlatabildiğini göstermişti.
Acının nasıl anlatılacağı sorunu sadece edebiyat için değil, Türkiye’nin yakın ya da uzak tarihine bakan bütün ifade alanları için geçerli. Buralarda yaşananlar o kadar ‘ağır’ ki olduğu gibi anlatmak duygu ve acı istilasına yol açmaktan başka bir şeye yaramayabilir. Burada hassas bir sorun var: çok ağır ve acılı bir içeriği nasıl bir biçimle anlatırsınız. Mesela, çağdaş sanatta, insanların üzerine kan dolu plastik torbalar fırlatarak mı? Galeri duvarlarını yıkıp bir yıkıntı yaratarak mı? Ya da sinemada grotesk vahşet tasvirlerine girişerek mi?
Sevinç Altan, Siyah, 220 x160 cm, Bez üzerine toprak boya
Sevinç Altan, Siyah, 220 x160 cm, Bez üzerine toprak boya
Sevinç Altan’ın Perde adlı sergisi bütün bu mesele ve soruların doğrudan muhatabı çünkü geçen yıl Cizre, Sur gibi yerlerde yaşanan akıl almaz şiddeti konu alıyor. Sergiye adını veren Perde o ‘bölge’deki bir uygulamadan geliyor: Keskin nişancılara engel olmak için sivillerin evlerinin önüne çektikleri perdeden. Bu perdeler görüş alanını kapatarak bir anlamda kurşunları ‘durduruyor.’ Anneanne ya da babaanne kumaşları, politik bir araca dönüşüyor. Bu kumaşlar genelde allı güllü olduğu için, perdelerin üzerine isabet eden kurşunlar kendiliğinden bir romantik trajedi yaratıyor: ‘kurşunlarla vurulan çiçekler’ metaforunun, bu pathosu yüksek metaforun görsel hali. Sevinç Altan şahit olduğu resmi şiddeti ve sivil çaresizliği nasıl anlatabilirdi? Bu şiddet ve çaresizlik tam da sanatın görmesi gereken şeyken, bir yandan da ‘sanat’ denilen şeyin bittiği nokta olabiliyor. Mesela, Babamın Sesi'nin yönetmeni Zeynel Doğan aynı dönemde, devlet güçlerinin ağır saldırısı devam ederken başlatılan açlık grevlerine katılmış ve adeta sinemanın ölümünü ilan etmişti: “Benim çekebileceğim hiçbir film olayları burada kayda alınanlar kadar etkileyici bir şekilde gösteremez, onun için film yapmanın bir anlamının kalmadığını düşünüyorum” gibi bir açıklama yapmıştı. Bir sinemacının acı ve şiddet karşısında çaresizliğini ve acı karşısında ‘sanat’ icra etme utancını çok iyi gördük orada
Sevinç Altın, Ah!, detay, 230 x165 cm, Bez üzerine karışık teknik
Sevinç Altan da herhalde yapılacak en iyi şeyin orada gördüğü perdelerin bir benzerini burada üretip, insanları bir yüzleşmeye davet etmek olduğunu düşünmüş. Faik Paşa No 5 adresindeki binanın üç katına yayılan serginin ilk katında kurşun izlerini de gösteren siyah beyaz resimler var. Büyük çiçekler ve küçük ‘kara delikler’ kumaş üzerine boyanmış. Orada parçalanan, ezilen, yanan insanları değil, onların savunma şekillerini göstererek daha soyut bir yerden, oradaki acıları göstermenin bir yolu bu. Perdenin aynı zamanda bir sivil direniş öğesi olarak selamlanması da manidar.
İkinci katta daha renkli, evet kan kırmızı işler var. Özellikle de salonun tam ortasındaki çok büyük boyutlu iş, ezici varlığıyla bir duygu yoğunlaşmasına yol açıyor. Dev, kanayan bir küreyi andıran bir form, insanı hipnotik ama rahatsız edici bir yüzlemeye çağırıyor. Daha malzemeyi ve tekniği bilmeden de etkileyici olan bu iş, malzemenin ‘bölge’den toplanan kumaşlardan ibaret olduğunu ve bunların tuvale bir nevi ‘ağıt duvarı’ gibi yapıştırıldığını öğrenince çok daha etkileyici bir hal alıyor.
Bu ikinci katta, tam da bu kanayan kırmızı kürenin önünde Leman Sevda Darıcıoğlu da ‘acı’ temalı bir performans yapmıştı. Kalp TC adlı bu performansta Leman önce göğsüne iğnelerle kanayan bir kalp ve TC işareti ‘dikmiş’ ve sonra da salondakileri acıyı paylaşmaya davet etmişti. Bazılarının gidip Leman’ın dikişlerini söktüğünü izledim. Leman ara sıra elini kaldırıp yeni bir katılımcı çağırıyordu. Ben de, genelde performanslara iştirak etmekte çekimser kalmama rağmen, bu sefer Leman’ın üzerine oturduğu kumaşın (bu kumaş da Sevinç Altan tasarımıymış) yanına iliştim ve ne yapacağımı bilemeyip, performansı icra eden ve bir anlamda kendini ‘başkalarının acısı’ için feda eden Leman’ın elini tutup öylece durdum. Orada öylece durduğum dakikalar niye uzadı bilmiyorum ama uzadı ve ben gerçekten bir ‘arınma’ (katarsis demeyelim) yaşadım. Bütün bu şiddet halleri ve haberlerinin aklımın kenarlarında biriktirdiği o kötü duyguyu ya da Vonnegut’ın deyimiyle ‘kötü kimyasalları’ oraya bıraktım. O yaralı figür, beni en azından bir süreliğine iyileştiren şey oldu. Seküler bir günah çıkarma ayini gibi.
Sevinç Altan’ın Perdeler’i de böyle bir yüzleşme, yoğunlaşma ve arınma hali yaratabiliyor. Acıyı anlatmıyor aslında, hissettiriyor, gösteriyor ama bathos’a, bir duygu istilasına da izin vermiyor. Zira ağlamak için değil, aslında harekete geçmek için buradayız.
Altan’ın bu ‘perdeler’le yaptığı şey, Lucio Fontana’nın tuval üzerine jiletle açtığı kesiklerden oluşan ‘kesik’ resimlerini de akla getiriyor. Fontana’nın II. Dünya Savaşı şiddetini (bilerek ya da bilmeyerek) ‘aktardığı’ bu kesikli resimler, savaş şiddetini üst üste yığılmış ölü bedenlerin görüntülerinden çok daha kuvvetli bir şekilde hissettirebiliyor. Savaşın insan bünyesinde ve aklında açtığı ‘kesik’lerin ifadesi olabilecek bu resimlerde monokrom yüzey üzerine atılan kesikler, tuvali bir savaş alanına dönüştürüyor. Benzer bir şeyi buradaki perdelerde de hissetmek mümkün.
Serginin geçen sene yapılan Kayıpta Saklı adlı kolektif sergiyle de uzaktan bir gönül bağı var. Kayıpta Saklı’da bir araya gelen sanatçılar Butler’ın meşhur ‘Kimin yası tutulur?’ sorusundan ve ‘Yası tutulamayan hayat hayat değildir’ cümlesinden hareketle bu felaket ülkede ‘kayıp’ olan acıları göstermişlerdi. O sergide Fulya Çetin ‘devlet dersinde’ öldürülen çocuklar için bir koridor tasarlamış ve öldürülen çocukların yüzlerini tüller üzerine işlemişti. Sevinç Altan’ın burada tüller üstüne işlediği ‘çiçekler ve kara delikler’ gibi. İlginçtir, o sergide Nalan Yırtmaç’ın da Perde adlı bir işi vardı. Bir yoksulluk perdesi üstünde öfkeli bir jest yapan bir çocuğun öfkesiydi, o perdede görünen. Sevinç Altan’ın bu sergisi, geçen seneki o sergiyle aynı derdi paylaşıyor: Bu kadar acı nasıl anlatılacak? Hem de bathos’a kaçmadan? Belki de bunun yolu böyle ‘simgelerle’ (perdeler, tüller vs.) durumu göstermektir. Acı anlatılamayabilir ama simgeler üzerinden gösterilebilir. Acıyı örtmeyen ama ortalığa açık açık da sermeyen simgeler üzerinden. Acıyı bir ‘perde’ gibi gösterip, arkasını hayal etmeyi bakana bırakarak. Ya da Fontana’nın yaptığı gibi boş yüzeyde ‘kesikler’ açarak.
Sevinç Altın, Ah!, 290 x223 cm, Bez üzerine karışık teknik
*10 Ocak 2017’ye kadar Faik Paşa Yokuşu, No.5, Çukurcuma, Beyoğlu