David Bowie için çokça dillendirilen dünyaya düşmüş adam tanımlaması, aslında onun başrolünde olduğu bir filme referanstan çok daha fazlası… Zaten her mecradaki üretimi birbirini destekleyen, ne sadece bir müzik yıldızı ne de bir film yıldızı olan Bowie’nin kariyeri hesaba alındığında daha farklısı da düşünülemezdi. Meali; Nicolas Roeg’un, Dünyaya Düşen Adam filminde başrole David Bowie’yi getirmesini sadece uygun bir kasting olarak nitelendirmemek lazım. Zira Bowie’nin tüm kariyeri, onun bildik çelişkilerin altına dinamit koymak için uzaydan bir yerden dünyamıza düştüğünü gösteriyor. En çok da glam-rock döneminde kadın-erkek ikiliğinin altındaki zemini kaydırarak bu konumunu perçinlemiş bir yıldız Bowie. Onun bu dönemdeki performansı, toplumsal cinsiyetin parodisine dayalı bir drag-show da değildir. Hem iki seçenekten (kadın ya da erkek) faydalanılan hem de iki seçeneğin de geçersiz kılındığı bir ara alandır. Bu noktada kafaları en çok karıştıran ikonlardan Marlene Dietrich’i örnek alması boşuna değildir. Pop tarihiyle ilişkisinde hem bir hayran gibi tutkuludur hem de bir avangart kadar yıkıcıdır. Onun gündeme getirdiği haliyle popüler kültür tarihi bitmiş, geçmiş, üzerine yeni bir şey eklenemeyecek bir arkeolojik buluntudur. Dolayısıyla Bowie kendi konumunun da sabotörüdür. Albümleri milyonlar satan, dünyanın en çok kazanan rock yıldızları arasında olması, fırsatını her bulduğunda söz konusu yıldız sistemini besleyen üretim biçimlerini sorunsallaştırmasına engel oluşturmaz.
David Bowie, İllüstrasyon: Sedat Girgin
Deborah H. Holdenstein “Müzik videosu: Mesajlar ve yapı [Music video: Messages and structure]” makalesinde Bowie’nin, Let’s Dance videosunda rock yıldızlığı konumunu nasıl sorunsallaştırdığını irdeler. Biri erkek diğeri kadın iki genç Maori işçinin kırmızı dans ayakkabılarıyla kapitalizmin büyüsüne kapıldığı, sonrasında yine o sistem tarafından dışlandığı videoda Bowie, hem videodaki hikayenin ana yürütücüsüdür hem de kapitalizmin yüzü… Gençlerin dans ettiği bardaki müzisyeni de, onların fabrikadaki sert patronunu da aynı anda canlandırır. Kısacası Bowie, sanki ironiyi ete kemiğe büründürmek için dünyaya düşmüş bir uzaylıdan farksızdır.
Tabii ki ironi, kendi bulunduğu konumun altını bile bile oymak Pop tarihinin belki de en bildik stratejilerinden biri… Yakın dönemde Lady Gaga, bunu dünyanın yuvarlak olduğunu tekrar tekrar “keşfederek” yapıyor. Onun öncülü Madonna, yararlandığı imgelerin göstergeleriyle oynayarak yıldızlaşmıştı. David Byrne, en çok da Talking Heads zamanında ironiyi kariyerlerinin belkemiği yapmıştı. Ancak bu isimler arasında en çok David Bowie’nin ironisi doğaldı -ki bu da ironinin en has haliydi…
Dolayısıyla Bowie’nin sanatla ilişkisi de bildik bir etkilenme çizgisinde ilerlemez. Bowie Berlin, New York, Londra gibi sanat beşiği addedilen mekânlardaki deneyimleriyle iki alan arasında bir ajan gibi hareket eder. Jump They Say videosunu Chris Marker’ın çığır açan La jetée filmini açık referanslarla donatır örneğin. Ancak söz konusu Bowie olunca iş, ana akım dışı bir eserden feyz alıp kendi kariyerine bir tutam eksantriklik katan bir pop yıldızından çok daha fazlasıdır. İntihar eden şizofren erkek kardeşinden ilham aldığı şarkısının videosu, Bowie’yi üzerinde soğukkanlılıkla deney yapılan bir iş adamı olarak resmeder. Yara bere içinde, gözü morarmış halde kamerayla flört ettiği planlar ise, Jump They Say’in aslında Bowie’nin yıllar sonra geri dönüş videosu olduğu düşünüldüğünde ayrı bir anlam kazanır. Nükleer savaş sonrası hiç olmamış/olmayacak bir mekânı resmeden La jetée, yine Bowie’nin kendi rock starı statüsünün altından zemini kaydırmasına vesile olur. Bowie, Tin Machine yıllarından sonra listelere dönüşünü ihtişamla değil, La jetée referanslarının da gösterdiği üzere zaman dizgesinden uzakta, bu dünyanın dışında bir yerlerden, yaralanmış bir halde karşılar.
Ana akımla dışı arasında aracı görevini üstlendiği bir başka an ise Berlin yıllarının meyvesidir. 1976-1979 yıllarında her şeyden uzaklaşmak, kendine gelmek için Berlin’e yerleşen Bowie, spot ışıklarının altına tekrar döndüğünde yanında ana akım izleyicilerin radarının epey dışında bir eşlikçisi vardır: Klaus Nomi… Buster Keaton’a rahmet okutacak beyazlıkta makyajı ve lateks uzay kostümleriyle Barok aryalardan klasik pop şarkılarına kadar epey geniş bir yelpazeden seslenen bu Alman new wave ikonu, 1979 tarihli Saturday Night Live performansında Bowie’ye eşlik eder. Kuşkusuz SNL sahnesinin gördüğü en ayrıcalıklı performanslardan biridir söz konusu olan: Bu dünyanın dışından iki varlık, teatralliğin sınırlarını zorlayan bir performansla Man Who Sold The World’ü seslendiriyor. 1970 sonlarının TV izleyicisi için daha sıra dışı bir durum olabilir mi?
Camille Paglia’nın Bowie’ye dair yazığı “Cinsiyet Tiyatrosu [Theater of Gender]” makalesinde işaret ettiği “yeni imgeler yaratan putkıranlığı” burada devreye girer. Bowie, her zaman hayranlığını belirttiği Marcel Duchamp’ın mizah duygusunu bu anlarda görünür kılar. 1977 tarihli şarkısı Joe the Lion’ın sözlerinde referans verdiği performans sanatçısı Chris Burden, [“beni arabama çivile, sana kim olduğunu söyleyeyim”] onun dinleyici kitlesinin büyük bir kısmı tarafından bilinmiyor olabilir. Ancak bu sanat referansı bir rock’n roll parçasının o kadar organik bir parçası haline getirilir ki aradaki mesafe ortadan kaybolur.
Bowie’nin farklı performans sahalarıyla tüm bu alışverişinin yanında, örneğin Lady Gaga’nın Marina Abramović’le hayli magazinsel dostluğu ne kadar yavan kalıyor. Bir tarafta farklı sanat disiplinlerini prestij unsuru olarak kullanan bir PR makinesi, diğer tarafta prestijdense, sanatın alt oyucu, yıkıcı gücünü kontrolü altına almış bir popüler kültür ikonu. Bowie’nin kitle kültürüyle popüler kültür ayrımında kilit bir rol oynaması da bundandır. Sanatçı, görselliğini kurarken referans aldığı kaynaklarla, müziğinde de Lester Bowie, Brian Eno gibi avangartlarla gerçekleştirdiği işbirlikleriyle dinleyicilerinin ya da izleyicilerinin önündeki alanı açar, yeni anlam dünyalarının kapılarını aralar. Kitle kültürüne uymak için çıkıntıları törpülemez. Ancak aynı zamanda yine kitle kültürünün yaratıcılarından müzik endüstrisinin sayılı devlerinden de biridir. Ve bu paradoksu, belki de onu rock’n roll ruhunun en hakiki temsilcilerinden birine dönüştürür. Zira rock’n roll ruhu ne sadece Buddy Holly’nin üslubunu birebir taklitten, ne etkisi stadyumlarla sınırlı isyandan ne de uyuşturucu ve seks sarmalından ibarettir. Bowie’nin de tüm hayatı boyunca ilmek ilmek ördüğü personasıyla yaptığı gibi ufak oyunlarla gündelik hayatın alışılageldik algılarını dönüştürmek, bazen de yıkmak asıl rock’n roll duygusunun ta kendisidir.
Art Unlimited Temmuz - Ağustos 2016, 37. sayısında yayımlanmıştır.