Almanca ‘ev olmayan’, ya da ‘gizli saklı olmayan’ anlamlarına denk gelen das unheimliche (tekinsiz) kelimesi, Freud tarafından, bize yakın gelen ama bir taraftan o kadar da tanıdık olmayan şeyleri ve durumları tarif etmek için kullanılır. Yakınlık hissiyle bir arada duran bu kavram, mutlak bir uzaklığı veya yabancılık durumunu işaret etmek yerine bildik olanın ürperticiliğine ve esrarengizliğine işaret eder. Başka bir deyişle; bir şeyin tekinsizliği ondan duyduğumuz korkudan veya onu daha önce hiç görmemiş olmamızdan gelmez. Aksine, bize ait olan o şey, daha önce bilmediğimiz bir vehçesini bize gösterdiği için ürperticidir.
Laender Schönweger, Galata Rum İlkokulu, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Bu sene İyi Bir Komşu teması etrafında düzenlenen İstanbul Bienali’ndeki işlerin bir çoğu da ev ve yakınlık kavramlarını, böylesi bir tekinsizlik fikrini merkeze alarak yapı bozumuna uğratıyor. Volkan Aslan’ın Evim Evim Güzel Evim adlı video çalışmasından, Gözde İlkin’in hepimizin çocukluğunda bakıp hayal kurduğu perde desenine, Young Jun Tak’ın ters yüz edilmiş stüdyosundan Mahmood Khaled’in Ağlayan Adam için tasarladığı müzesine kadar ev mahreminin her zaman güvenli ve sıcak değil bir o kadar da esrarengiz olabileceğine tanık oluyoruz. Günümüzün globalleşen dünyasında ve özelde Türkiye’deki politik atmosfer nedeniyle ev kavramı git gide çözülürken, Bienal’deki işlerin bir çoğu komşuluk fikrine içeriden yaklaşarak en zati huzursuzluklarımıza birer isim vermiş oluyor.
Laender Schönweger’in in Galata Rum İlkokulu’nun terasına inşa ettiği labirent şeklindeki konstrüksiyon bu çözülmenin en belirgin örneklerinden biri. Sanatçının bizi rüyamsı bir tecrübeye davet ettiği bu işte, birbirini takip eden beyaz odalar, değişen boyutlarıyla gönüllü girdiğimiz bu oyunu rahatsız edici bir deneyime dönüştürüyor. Duvarlardan gelen seslerle gezintimiz tekinsizleşirken rotanın kontrolünü kaybedip bu mimarı düzenlemenin duygusal karşılıklarını deneyimliyoruz.
Galata Rum İlkokulu’nun giriş katındaki, Pedro Gomez-Egaña’nın metal konstrüksüyonlar üzerine yerleştirilmiş görkemli ev tasviriyse benzer bir çözülmeyi parçalanabilirlik ve dağılma üzerinden anlatıyor. Sanatçının Yeraltı ( Domain of Things) ismini verdiği enstalasyon ve performans sayesinde, özgün ev içi mekanlarının makinemsi hareketliliğine ve değişip dönüşebilirliğine şahit oluyoruz. Ev yüzeyde gördüğümüz eşyalar toplamı olmaktan çıkıp performas sanatçıları sayesinde otonom bir haz mekanına dönüşüyor.
Yoğunluk Sanat Kolektifi, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Yoğunluk Sanat Kolektifi’nin daha önce konut olarak kullanılan Asmalımescit’deki atölye mekanlarını bir enstalasyona dönüştürdükleri The House (Ev) adlı çalışmalarıysa, söz konusu tekinsizlik hissinin cisimleştiği işlerden bir diğeri. Deneyim, zifiri karanlık bir odaya girmemizle başlıyor. Mekâna yerleştirilmiş yapışkan dokulu mobilyalar ve çeşitli nesneler, ışık ve ses müdahaleleriyle bir kaç saniyeliğine bize görünür oluyorlar. Odaya dair bütünlüklü bir tecrübeye sahip olmamızı zorlaştıran bu eser sayesinde mekanın bize verdiği hisle baş başa kalıyoruz.
Bienalde ev kavramıyla uğraşan diğer bir sanatçı ise Kaari Upson. Eski çalışması The Larry Project (Larry Projesi)’in devamı niteliğinde kurguladığı seride, sanatçı, bir evde görmeye alışık olduğumuz nesneleri bağlamlarından çıkartıp onların kendi hafızalarını ifade etmesine olanak verecek şekilde yeniden düzenliyor. Ne fantazi dünyamıza ne de reel dünyaya ait olan bu nesnelerin arada kalmışlığıyla adeta belleğimizin nasıl çalıştığını görsel olarak deneyimleme fırsatı buluyoruz.
Berlinde De Bruyckere ise Spreken (Konuşmak) adlı heykelinde ev kavramının sınırlarını iyice minimalize edip iki kişinin üzerlerine aldığını bir battaniyeyi özel ve kamusal arasındaki çizgi olarak yeniden yorumluyor. Üzerlerini kaplayan kumaşın altından birbirleriyle konuşmakta olan iki insan figürü, birbirini anlamak, gizlenme ve yakınlık gibi kavramları düşünmemize vesile oluyor.
İstanbul Bienali ve içinde barındırdığı evler 15 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.