Merdiven Art Space yeni sezonda kapılarını eşzamanlı olarak iki farklı sergiyle açtı: Galeri mekânında [Merdiven Art Space olarak bildiğimiz mekan] yer alan Ahmet Öğüt’ün solo projesi ve hemen yanı başındaki #mebusan25 isimli bağımsız binada Winter is Coming başlığı altında toplanan bir grup seçkisi. Ahmet Ergenç, 16. İstanbul Bienali paralel etkinlikleri arasında yer alan bu iki sergiden Winter is Coming'e odaklanarak sadece kavramsal değil aynı zamanda "deneyimsel" bir tecrübe sunan sergiyi değerlendirdi
☕️ 9 dakikalık okuma
Erdal Duman, MPS 400, Yerleştirme, Merdiven Art Space'in izniyle
Yıkıntı estetiği diye bir şey var. Hatta Robert Ginsberg’e ait aynı adlı bir kitap da var: The Aestetichs of Ruins. Yıkıntı estetiğini bazıları (bazı durumlarda haklı olarak) "yıkıntı pornosu" diye eleştirse de, bu estetik radikal bir politik güce sahip olabiliyor. Yıkıntının kendisi, mevcut dünyanın bittiği, tökezlediği ya da krize girdiği bir ana veya manzaraya işaret ettiği için, hem bir apokalips anı; hem de yeni bir (yakın) geleceğin, yeni bir düşünme, varolma ve algılama biçiminin biçimsiz yuvasıdır. O yüzden de destructive düşüncelere sahip bünyelerde romantik-politik rüzgarlar estirebilir. Yıkıntı fotoğrafları, yıkıntılar arasında geçen filmler, mekanını yıkıntı olarak seçen romanlar ya da sahnede bir yıkıntı atmosferi yaratan performanslar bu yüzden romantik-apokaliptik-politik bir hisse yol açarlar herhalde. Bildiğimiz haliyle dünyanın sonu iyidir zira yeni bir dünyanın "radikal" kurulumu oradan başlar.
Bende bu yıkıntı düşüncelerine neden olan şey, Merdiven Art Space’in Kabataş’ta metruk bir binada düzenlendiği Winter is Coming adlı karma sergi. Metruk bir binada, yani tam da bir yıkıntı manzarası içinde cereyan eden bu sergi hem mekanın yarattığı etki hem de işlerin işaret ettiği politik durumlar açısından ucunda bir ışığın parlama ihtimalinin olduğu kriz anlarını "deneyimlenizi" sağlıyor. Bu sergiyi benim için önemli yapan şeylerden biri de bu: İşlerin farklı açılardan davet ettiği düşünsel bir hali, mekanda, mekanda dolaşan akıl ve bedene fiziksel olarak da hissettirebilmesi. Yani sadece kavramsal değil, "deneyimsel" bir tecrübe sunması.
Halil Altındere, No Man's Land, Yerleştirme, Merdiven Art Space'in izniyle
Serginin adı Gezi olayları esnasında Game of Thrones’a atfen yazılan o Winter is Coming sloganına gönderme. Game of Thrones’u pek bilmem ama bu sloganın "kötü/karanlık zamanlar geliyor" gibi bir anlama geldiği, iktidar sahiplerine bir tehditkar uyarı içerdiği malum. Tam da şimdi, Gezi olaylarından altı yıl kadar uzaklaşmışken, şahsi ve toplumsal muhalefet alanı gittikçe daralırken (fena halde daralıken, diye eklemek lazım) bu sloganı ve bu çağrışım haritasını kendine dayanak yapan bir toplu serginin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir sergiden çok kolektif bir bildiri gibi duran bir sergi bu.
Politika ve sanat vesaire arasındaki bağlantı konusunda, son zamanlarda kaybedilen bir damar olduğunu düşünüyorum: Ütopik tahayyül denebilecek bir damar. Politik duruma dair cümleler içeren birçok iş, bir tanımlayıcı cümle kurup, durum manzarası çizmekle yetiniyor. Bu durumu-gösterme halinde eksik olan şey, durumun-dışına-çıkan, mevcut durumu bozabilecek bir ütopik-politik ihtimale işaret etmemeleri ve bu nedenle de bir politik niyete sahipken, bir politik ajandaya sahip olmamaları. Bu sergide bir araya getirilen işlerde bir politik ajanda olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kara ve yıkıntılar içinde bir manzara çizen işler, Winter is coming başlığı altında birleşince, sadece manzarayı göstermekle yetinmiyor, manzara-sonrasına da, yıkım-sonrasına da işaret edebiliyorlar. Yani, yıkıntı estetiği denilen şeyi, güç odakları, iktidar sembolleri üzerinde uygulayarak, o odak ve sembollerin "tökezleyeceği" bir "ütopik-an"a göz kırpıyorlar. Sergiden sonra, o yıkıntı manzarasının içinde dolaştıktan sonra yüzümde hafif bir gülümseme ve aklımda hoş bir politik ihtimalle dışarı çıkmış olmam da bunu gösteriyor sanırım. Sergi metninde şöyle bir kritik cümle var: "Her biri kendi üslubuyla, tersine dönen, aksayan, devrilen, kırılıp dökülen ya da tepetaklak olan fenomenleri işlerinin öznesi yapan sanatçılar…" Evet, bir dizi kriz anına ya da kırılma anına odaklanan, iktidar figürleri ve sembolleri içindeki kriz ve çatlakları gösteren bir sergi bu.
Sergi, iyi bir hamleyle, sergi mekanının dışına taşan bir işle başlıyor: Halil Altındere’nin No Man’s Land adlı işi sergi binasının cephesine yerleştirilmiş. Serginin "dışarı" bakan yüzü olarak görülebilecek bu billboard yerleştirmesinin tarif ettiği sahnedeki tuhaflık ve ironi, içeride olacak şeyler için zemini kayganlaştırıyor da denebilir. Altındere’nin at ile astronotu birleştirerek yaptığı bu iş, manzarayı huzursuzlaştırıyor: Bir yıkım manzarası için iyi bir başlangıç.
Altındere’nin mock-bilimkurgusal işini takiben, Erdal Duman’ın garip bir deney odasını andıran yerleştirmesiyle karşılaşmak isabet oluyor. Burada, seyirciyi bir suça ve deneyime davet eden bir yapı var: S-400 füzesi denilen şeyle yakın temas halinde buluyoruz kendimizi, bir pop-corn şakası olarak. Bir deneyim anı olarak bilimkurgulardaki "kontrol odası"nın, dolayısıyla da kontrol ve iktidarın bir parodisi gibi bu.
Didem Erbaş, Gözetleme, Yerleştirme, Merdiven Art Space'in izniyle
Bir üst katta, Didem Erbaş mekana bir gözetleme kulesi yerleştirmiş. Bu askeri mekanizma aracılığıyla, halen bittiği söylenemeyecek OHAL döneminde hissedilen o gözetlenme hissi bir deneyim alanı olarak sunuluyor. Melih Cevdet Anday’ın 70’lerin sonundaki distopik siyasi kontrolü (gören ama kendisi görünmeyen bir gözü, gizli bir gözü) anlattığı romanı Gizli Emir’in oynanabileceği bir distopik sahne de olabilirmiş bu iş. Panoptikondan bahsetmeye hiç gerek yok sanırım.
Mehmet Dere, Trak!, Yerleştirme, Merdiven Art Space'in izniyle
Üçüncü katın asıl mevzusu hukuk ve şiddet. Fulya Çetin’in Cübbe adlı tablosu, boş bir cübbe üzerinden bir hakim hayaleti sunuyor. Bunu ilk ve basit yorumla, içi boşalmış bir "hakim konumu" olarak okumak da mümkün ama bu okuma zaten hukuku peşinen varsayar. Ben bu işi hakimin-yokluğu olarak değil, belirsiz ve anonim bir varlık olarak her yerde oluşu olarak okuyorum. Bir figür olarak, hukuki değil, siyasi bir figür olarak. Mesela KHK olarak. Fırat Engin’in Kaide adlı işi Fulya Çetin’in işiyle tersten "konuşarak" bir dizi devrik lider gösteriyor. Tarihte yıkılan lider anıtlarını üst üste görmek, iktidarın konjenktürel geçiciliğini hissetmek açıkçası insana iyi geliyor. Kalıcılık anıtı olarak heykellerin de kalıcı olmaması, değişim ve açık-uçluluk açısından iç ferahlatıcı. Ferhat Özgür’ün karanlık bir ışık altında sergilediği ve "sefilleştirdiği" seçim sandıkları da bu hukuki-kaygan-zemini pekiştiriyor.
Gelelim son kata: Mehmet Dere, fanus içinde bir Yeşil Dev sunarak, hem bir bastırılmışlığı hem de patlama imkanını ifade ederek, siyasi bir değişim ihtimaline gönderiyor bakanı. Leyla Emadi, Gençliğe Hitabe’yi bozarak, aslında çoktan sarsılmış olan bir iktidar konumunu biraz daha sarsıyor. Kerim Zapsu iki sandalyeli hareketli yerleştirmesinde toplumsal konumlar ve iktidar konumlarını sallantıda bırakıyor, bir bakıma prekaryalaştırıyor. Şener Yılmaz Aslan ve Osman Bozkurt da fotoğraflarıyla şehirden tuhaf ve yıkık manzaralar sunarak "bir şeyler olacağı" hissini pekiştiriyorlar. Ve bu katın ve serginin son işi: Berat Işık’ın Lost Highway adlı "kara kütlesi" sıkıştırılmış asfalttan bir küple yüz yüze bırakıyor insanı. Referans verdiği David Lynch’in de temel meselelerinden olan "kara zen"i hatırlatan bu kütle, meditatif bir yoğunluğa sahip. Hem iktidar ve devletin sonu, hem de yeni bir dünyanın başlangıcı için insanı derin düşüncelere sevk edebilecek, Maleviç’e de, siyahın gücüne de "sert" bir gönderme yapan bir metafor-kütle bu. Dünya'ya aydınlık değil, karanlık bir yerden bakmanın gücünü de taşıyor. Tam da bugünlerde unutulan "negativite" gücü.
Fırat Engin, Kaide, Yerleştirme, Merdiven Art Space'in izniyle
Serginin antroposen temalı Bienal’e eşlik etmesi de manidar. Bu serginin, antroposenin (insan cehennemi diye tercüme edelim bunu) iktidar kaynaklı politik yönüyle daha çok ilgilenen ve kara bir yıkım manzarası üzerinden, tersten bir çıkışa işaret eden bir siyasi-manzara sergisi olarak önemli bir müdahalede bulunduğunu söylemek isterim. Distopyayı gösterirken, ütopik ihtimali de unutmayan, durumu anlatırken, durum-dışı ihtimallere de göz kırpan bir müdahale. Ya da daha açık söyleyelim: devlet ve iktidarın varlığını gören ama o varlığın (iktidar diskurunda tarif edildiği gibi) mutlak olmadığını da hissettiren bir müdahale.
Ferhat Özgür’ün karanlık bir ışık altında sergilediği ve
"sefilleştirdiği" seçim sandıkları da
bu hukuki-kaygan-zemini pekiştiriyor.
Kerim Zapsu iki sandalyeli hareketli yerleştirmesinde
toplumsal konumlar ve iktidar konumlarını sallantıda bırakıyor,
bir bakıma prekaryalaştırıyor.
Şener Yılmaz Aslan ve Osman Bozkurt da fotoğraflarıyla
şehirden tuhaf ve yıkık manzaralar sunarak
"bir şeyler olacağı" hissini pekiştiriyorlar.
Leyla Emadi, Gençliğe Hitabe’yi bozarak,
aslında çoktan sarsılmış olan bir iktidar
konumunu biraz daha sarsıyor.