top of page
Yazarın fotoğrafıMurat Alat

Ölümle yaşamın karşılaşması


Merkezkaç Kolektifi’nin kurguladığı Karşılaşmalar adlı sergi günlük hayatları Diyarbakır, Mardin, Batman gibi kentlerde geçmekle beraber uluslararası sanat gündemine yönelik söz üretmek isteyen bir grup sanatçının Mart 2019'dan bu yana sürdürdüğü hazırlıkların bir sonucu... Bölgede yaşayan sekiz deneyimli sanatçıyla mentörlük yaptıkları 17 genç sanatçının karşılaşması ve ortak çalışması nihayetinde meydana gelen 23 farklı yapıt Diyarbakır Suriçi'ndeki bir evde izleyiciyle buluştu

☕️ 9 dakikalık okuma

Dilan Eroğlu, Sülük, Video Yerleştirme, 2019

Zaman, mekâna her daim eşit bir biçimde dağılmaz. Takvimler her coğrafyada aynı tarihi göstermez. Gittikçe küçülen, tekdüzeleşen dünya bizi her ne kadar aksine ikna etmeye çalışsa da yeryüzü üzerindeki pek çok özel nokta zamanda ve mekânda solucan delikleri açıp bizi farklı dönemlerin içine sürükleyebilir. Bu yerlerde tarih geçmişi hatırlatan bir yadigâr değil aktif bir güçtür; hâlâ çalışır ve hayatı belirler. Diyarbakır böyle bir yer. Şehrin merkezinde beş dakika yürümek bile iç içe geçmiş zaman tabakaları arasında hızlı yolculuk yapmaya vesile olabiliyor. Sadece Ulu Camii, Meryem Ana Kilisesi ya da Dört Ayaklı Minare gibi anıtsal eserler ve etraflarında yarattıkları zaman girdabı değil mevzu bahis olan; minarenin ayağındaki kurşun izleri ve Tahir Elçi cinayetinin hatırası da zaman ve mekân algımızı ketenpereye getiriyor. Keza Sur’daki bir kulacı geçmeyecek genişlikte, güneşin bile zar zor girdiği sokaklarda dolanırken seksenlerin ve doksanların hâlâ canlı iklimi sizi yaz günü birdenbire tir tir titretiyor. Devlet her ne kadar katman katman yükselmiş evleri kentsel dönüşüm adı altında yıkıp yerlerine iki katlı nizami villalar inşa ederek bölgeyi homojenleştirmeye, kendi zaman ve mekan rejimine tabi kılmaya çalışmış olsa da bu inşaatların etrafına çekilmiş metal perdeler bile insanı henüz izleri çok taze olan Sur olaylarının dehşetiyle karşı karşıya bırakıyor. Bunlar elbette çok farklı kuvvetleri bir arada barındıran Diyarbakır’ın, benim gibi bölgeye iki günlüğüne gitmiş bir turistin bile gözüne çarpabilecek sıradan unsurları, şehir kim bilir romantizme izin vermeyen daha nice karşılaşmalar, çatışmalar barındırıyor.

Merkezkaç Kolektifi’nin yol göstericiliğinde gerçekleşen Karşılaşmalar sergisi böylesine sert bir toprakta yeşermeye çalışıyor. Sur’un dar, havası ağır sokaklarından geçip ulaşılan, içinde hâlâ insanların yaşadığı, tek kelimeyle garip bir yapının avlusunu çevreleyen boş odalarına konuşlanan sergi, Diyarbakır deneyimini mümkün olduğu kadar çıplak bir halde ziyaretçisinin karşısına dikerek işe başlıyor. Muhtemelen bölge halkı için çoktan sıradanlaşmış bu karşılaşma serginin yapısını da açık ediyor. Sergideki işlerin büyük kısmı bölgedekilerin banal hayatlarına odaklanırken aktarılan deneyimler dışarıdan gelen bir beden için istisna hali arz ediyor. Her ne kadar serginin kaba bir politik söylemin altında kalmasından imtina edilmiş olsa da sergilenen işlerin yaşamla kurdukları dolayımsız bağ sergiyi ister istemez politik kılıyor. Bu büyük, büyük konuşarak yapılan bir politika değil, daha çok gündelik hayatın içinde işleyen yaşamın kılcal damarlarında devinen bir politika. Bir nevi hayatta kalma egzersizi.

Sergiyi incelemeye geçmeden önce serginin oluşum sürecinden ve yapısından bahsetmek gerek lakin Karşılaşmalar adı sadece ziyaretçilerin karşılaşmalarını imlemiyor. Merkezkaç Kolektifi’nin kurguladığı sergi bölgede yaşayan sekiz deneyimli sanatçı ve mentörlük yaptıkları 17 genç sanatçının karşılaşmasının ve ortak çalışmasının nihayetinde meydana gelmiş. 23 farklı çalışmanın yer aldığı serginin hepsini anlatmak elbette mümkün değil lakin sergiyi bir yapıya oturtan birkaç temel işten bahsetmek nispeten daha kolay.

Sergiyi açacak kavram olarak “karşılaşmayı” kullanırsak sergideki en büyük karşılaşma yüz yıllardır sürekli hareket halinde olan Diyarbakır’da birikmiş değişik katmanlar arasındaki karşılaşmalar olarak beliriyor. İşler her ne kadar önceden verilmiş bir kararla bu konsept etrafında örgütlenmiş olmasa da sanatçıların su çektikleri kuyu ortak olduğu için bir müştereklik ister istemez yakalanmış. Rewan Yaşar’ın Ji duh (dünden beri) adlı yerleştirme belki de bu karşılaşmaların en çarpıcısı. Yaşar’ın etrafındaki insanlardan, başkaları için sıradan ama onlar için önemi olan nesneleri, yadigarları toplayıp çerçevelediği ve bu yadigarların hikâyelerini metin olarak sunduğu iş ilk başta yalın gözükse de hikâyeler okunduğunda dramatik bir boyut kazanıyor. Her biri haksız, zamansız bir ölüm tarafından işaretlenmiş bu nesneler gündelik politikaların izin vermediği yas tutma mekanizmasının da işlevini yükleniyorlar ve tutulması gereken yası bir sonraki nesle, geleceğe aktarıyorlar. Yadigarların arkasındaki hikayelerin zalimliği ise hayatını korunaklı bir alanda geçirmiş birisi için fazla, insan ister istemez kurmaca olduklarını düşünüyor ama ne yazık ki son derece gerçekler.

Serhat Özcan’ın Tandır adlı suluboya çalışmaları karşılaşmayı hem zamansal hem de mekânsal boyutunda ele alıyor. Özcan, kentin hızlı dönüşümü ile yükselen modern binalar ve aralarda beliren eski tandırları resmettiği çalışma şehrin yapısını ortaya seriyor. Sulu boya ile yaratılmış hayaletimsi imgeler aynı zamanda yapıların geçiciliğini de açığa vuruyor. Kentin mimarisindeki hızlı dönüşüm İbrahim Yamaç’ın Müsadenizle adlı videosunda da kendine yer bulmuş. Kent sakinlerinin hızlıca apartmanlarda yaşamaya başlamasıyla oluşan iletişim sorunlarını gösteren video bir apartman boşluğuna tepeden bakan, sabitlenmiş bir imge üzerine kurulmuş. Sabit imaj, kadraja giren ellerin merdiven trabzanları arasını iplerle örerek kaybolan toplumsal bağları yeniden tesis etme çabasıyla bozulmaya uğruyor. Bu video siyasi manevralar sonucunda kurgulanan kent stratejileri karşısında hayatın içinden gelen bir direniş taktiğini belgeliyor. Murat Gök de karşılaşmanın değil karşılaşmanın yokluğunu merkeze alıyor. I Can Move adlı, Diyarbakır’ın içinde dikenli bir sınır telinin ittirilerek dolaştırılmasından mürekkep bir performansın dokümantasyonu olarak görülebilecek bu iş dikenli telin kolektif bilinçte edindiği yeri göz önüne sererken aynı zamanda bu zoraki sınırın insanlar arasında yarattığı ayrımları ve düşmanlıkları da açığa çıkarıyor.

Diyarbakır’ın palimpsestvari bir silinip bir çizilen imgesi Mehmet Yazıgan Long Story adlı videosunun temelini oluşturmuş. Şehrin farklı video kayıtlarının üst üste bindirilmesinden oluşan video tek bir karede pek çok hikâyenin üst üste çakışmasını sağlamasıyla uzun süredir bölgede sürmekte olan hikâyenin, kontrolsüz karşılaşmaların kısa bir kaydı. Parça parça yakalanabilen imgeler bir araya geldiklerinde bir hercümerc etkisi yaratıyorlar. Hatta video döngüye girdiğinde tüm bu hikâyenin de nasıl bir açmazda olduğu iyice beliriyor.

Fatoş Güneri’nin Slient adlı videosu ise yerleştiği odayı dolduran bir sesin ve kent görüntüsünün üst üste bindirilmesiyle başlıyor. Sur içini kadraja alan kameraya ilk anda bomba patlamasını çağrıştıran sesler eşlik ediyor lakin kamera hareket etmeye başlayınca aslında bir kadının halı dövmekte olduğu görülüyor. Bu küçük hareketle bölgeyle özdeşleşen bomba sesinin gayri tabiliği ziyaretçiyi ister istemez şaşırtıyor bir nebze de utandırıyor

Karşılaşmalar her zaman yakıcı, yıkıcı olmuyor çok şükür ki, Remzi Sever’in Pine (Yama) adlı, bir video ve de basma kadın entarisinden oluşan yerleştirmesi, mevcut yaralara geçmişin eliyle bir tedavi öneriyor. Video yıkılmış bir duvar parçasının bir entariyle kapatılmasından, yamanmasından ibaret. Bu sade video yıkımın şiddetini geleneğin gücüyle karşılamayı önerse de diğer yandan erkekliğin yarattığı savaşa karşı derman olarak kadını yerleştiriyor.

Son olarak işlerin yerleştiği odaların ortasındaki avlunun duvarına asılmış “Biz neden beraber bir iş üretemedik?” yazılı bir tabela var. Bu yalın cümle her ne kadar ortak çalışma üzerine kurulu projenin işlemeyen bir ayağını anlatabilecek olsa da geniş bir açıdan bakıldığında serginin konu edindiği veya dışında kalan tüm karşılaşmaların neden dönüp dolaşıp savaşa ve yıkıma evrildiğine dair bir sorgulama niteliği kazanabiliyor. Sergideki ortak imzalı tek iş olan Mehmet Ali Boran/Hasan Atılgan’ın çalışması naif ama güçlü bir yakınma.

Mehmet Ali Boran/Hasan Atılgan, İsimsiz, Yerleştirme, 40x120 cm Kapı üzerine tabela, Kompozit üzerine alükor kabartma yazı, 2019

Merkez ve periferi kavramlarını hâlâ kullanabilyorsak şayet İstanbul’dan Diyarbakır’a gitmek ister istemez antropolojiye dair sorunlar ortaya çıkarıyor. İnsan ne bölgenin mevcut durumuyla ne de gördüğü işlerle olan mesafesini iyi ayarlayabiliyor ve objektifliğini kaybedip karşılaşmalar arasında boğulabiliyor ya da fazla duygulanıp çocuksulaşabiliyor. Yine de alabildiğine steril kalmaya çalışan bir dünyada bir doz kontrolsüzlük ve aşırılık insana yaşadığını daha iyi hissettiriyor. Lâkin buradan bir romantizm, esaslı bir deneyim arzusu karşısında gösteriye evrilmiş bir yaşam beklememek gerek. Diyarbakır’daki kontrolsüzlük eğlence parklarında olduğu gibi bir oyundan ibaret değil. Merkezdeki bölgelerde olduğu gibi etrafınız emniyet kemerleriyle koruma halatlarıyla cevirili değil. Burada bir nebze yaşamak on katı ölmek demek. Karşılaşmalar’ın sunduğu en gerçek karşılaşma belki de en temel olanı. Ölümle yaşamın karşılaşması. İnsan bunu söylerken bile hicap duyuyor...

bottom of page