top of page
Nora Tataryan

7. Kıta ve kurmacanın zamansızlığı


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda, bu yıl Yedinci Kıta temasıyla düzenlenen 16. İstanbul Bienali , 10 Kasım Pazar günü sona erdi. Sergiyi bir değerlendirme yazısıyla hatırlıyoruz

☕️ 5 dakikalık okuma

Anzo, Aismamiento 14, Tuval üzerine yağlı boya, 100X100 cm, 1968, Amparı Iranzo'nun izniyle

Bu sene 16.sı düzenlenen İstanbul Bienali'nin teması Antroposen ve buna bağlı olarak içinden geçmekte olduğumuz ekolojik kriz. Son zamanlarda popülarite kazanan bu kavram, yaşamakta olduğumuz çağın insanın doğa üzerine yarattığı müdahalelerin etkisinden bağımsız anlaşılamayacağına ilişkin. Kavramla ilgili tartışmalar mevcut: Kimi bilim insanları bu çağın aslında bir isimlendirmeden ibaret olduğunu ve içinden geçtiğimiz ekolojik kriz neticesinde popülarite kazandığını dolayısıyla işlevsiz olduğunu söylüyorlar. Başka önemli bir tartışma ise Antroposen kavramının özcü tek bir insan fikri etrafında şekillenip, kolonyalist ve kapitalist aktörlerin yükümlülüklerini tüm insanlığa mâl etmesi. Bu eleştiri Antroposen yerine Kapitolosen kavramını öneriyor. Nicolas Bourriaud’nun küratoryal metnine ve yaklaşıma baktığımızdaysa bienaldeki sanatçıların bir antropolog misali bu meseleyi kat etmeye davet edildiklerini görüyoruz, bu anlamda işlerin bazıları mevcut krizin kaydını tutuyor, bazıları diğer tahakküm biçimleriyle iç içe geçmişliğinin altını çiziyor. Bienal kapsamında eserler kadar konuşulan ve işlenen temadan ayrı düşünülemeyecek bir diğer konu da, asbest salınımı nedeniyle değiştirilen bienal mekânı ve Resim ve Heykel Müzesi’nin pencerelerinden serginin içinde bulunduğu bağlamı gözler onun seren şantiye alanı.

Tüm bunlar düşünüldüğünde bienalin işlediği Antroposen kavramının zamansallığına dair bir önermede bulunmak mümkün: İçinde geçmekte olduğumuz ekolojik krizin yakın gelecekteki sonuçları distopik bir fantazi değil aksine hem bireysel hem de siyasi olarak harekete geçmekte geç kaldığımız bir süreç. Tam da bu nedenle bienaldeki sergilerin gerçekleştirilme koşulları ve ürettiği söylemle ilgili bugünün politik ihtiyaçlarına dair eleştiriler yapıldı. Peki sanatsal pratiğin oyunbazlığı karşı karşıya olduğumuz sorunun zamansallığına dair ne söylüyor?

Norman Daly, Llhuros Uygarlığı, 1972, Karışık teknik, değişken boyutlar, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Antroposen ve zamansallık üzerine düşünecek olursak, bienalde hayali uygarlıklara ve kurmaca dünyalarına dair pek çok iş olduğunu görüyoruz. Charles Avery, Evru/Zuch ve Luigi Serafini’nin eserleri bunlardan sadece birkaçı. Bu eserlerden kimi geleceği, kimiyse geçmişi kendine referans noktası olarak alıyor. Örneğin, Norman Daly’nin Pera Müzesi’nde sergilenen işi, tarih yazımı ve muhafaza şekilleri üzerine düşünmek için iyi bir imkân. Llhuros Uygarlığı, büyük bir titizlikle icra edilmiş arkeolojik bir fantazi dünyası. Daily neredeyse bütün hayatını adadığı bu hayali medeniyetin tarihini tümü kurmaca olan kalıntılar, figürler, haritalar, müzik ve gelenekler üzerinden yazıyor, böylece adeta olmayan bir toplumun kaydını tutuyor. Pera Müzesi’nin sergileme pratikleri içinde tüm bunların sanatçının hayal ürünü olduğunu kabullenmek estetik anlamda etkileyici olmaktan öte kolonyal bir geçmişi olan antropoloji disiplinin gerçeklikle kurduğu ilişkiyi de sarsar nitelikte. Daly’nin yerleştirmesi bu anlamda bugün bir çağ olarak tanımladığımız antroposen’in hakikatle olan ilişkisini bir krize sokuyor. Kumar ve barbarlık neticesinde sonu gelmiş bu medeniyetten arta kalanları izlerken tarih yazımının, tasnif ediminin ve geçmişi kurgulama yöntemlerinin üzerine düşünme fırsatı buluyoruz.

Simon Fujiwara, Dünya Çok Küçük (Gecekondu) 2019, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Sergideki başka bir hayali dünyaysa, Simon Fujiwara’nın temalı eğlence parklarından ilham alarak kurguladığı Dünya Çok Küçük (Gecekondu) isimli yerleştirme. Bu eser, Daly’ninkinin aksine geçmişten çok geleceğe ve şimdiye dair bir fantazi dünyası ve muhafaza etme rejimlerinin aksine bir atık antolojisi. Fujiwara’nın İstanbul’daki bir lunapark düzenekleri imalatçısının çöp kutusunda bulduğu pop ikonlardan ilham alarak ürettiği bu eser, tabiri caizse distopik bir toplumun yapı taşlarının maketlerini yapıyor. Örneğin Batman filmindeki Joker karakterinin yüzü panoptik bir hapishanenin ortasına yerleşiyor, Iron Man’i bir hastanenin iskeleti olarak görüyoruz, The Simpsons karakterleri köhne bir eğlence parkının gövdesi haline geliyor. Bu minyatür şehir, popüler kültür ögelerini kullanıp küresel kapitalizmin ölçeğini vurgularken aynı zamanda tanıdık bir felaketin sıradanlığına işaret ediyor.

Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin'in bienal için yarattıkları mekân WORLBMON Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Zamansallık üzerinden düşündüğümüzde öne çıkan bir diğer iş ise Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin’in 16. İstanbul Bienali'ne özel olarak hazırladıkları Worlbmon isimli yerleştirme/mekân. Hem ziyaretçiler hem de sanatçılar için bir buluşma yeri olarak hazırlanan bu alan, Terkol ve Öztekin’in işbirliğiyle ortaya çıkan resimler, lambalar, bayraklar, heykeller ve kostümlerden meydana geliyor. Ayrı bir aleme ışınlanmışsınız hissi yaratan bu eser, zamanda da bir kırılma yaratıyor: Bir Buçuk Kolektifi’yle işbirliği içinde hazırlanan kamusal program, düzenlenen atölye çalışmaları ve rastlantısal karşılaşmalara olanak vermesi bakımından Antroposen’i geçmişin ve geleceğin meselesi olmaktan çıkartıp, şu anda bir yarık açarak fikirlerin ve olası eylemlerin tartışılmasına da olanak sağlıyor. Öztekin ve Terkol’un yerleştirmesi bu anlamda bir soluklanma alanı.

Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin'in bienal için yarattıkları mekân WORLBMON Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Ekolojik kriz erteleyemeyeceğimiz bir hakikati yüzümüze vururken, sanat üzerinden meseleye bakmanın açtığı yeni imkanlar belki de, içinde barındırdığı tüm çelişkilerine rağmen bir bienal formatında yan yana gelen sanatçıların bu soluklanma alanlarını ne kadar genişletebildiğiyle ilintili.

bottom of page