Yıl biterken ve sanatın “en”leri açıklanırken, geriye dönüp bakıyorum...
Yazı: Misal Adnan Yıldız
17. İstanbul Bienali, INLAND, Boğatepe Köyü, Gazhane,
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Yılın kısa özeti:
Nedenleriyle birlikte gördüğüm en iyi sergi üretimlerini düşünürken, İlk aklıma gelen, kavramsal tutarlılığı ile Cecilia Alemani’nin küratörlüğünde gerçekleşen son Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergisi. Özellikle ana sergi; feminist tarihten iyi araştırmalar içeren Arsenale’nin akışkan ve çok dilli sunumu ve birbiri içine geçerek oda oda açılan, kadın bedenine ve dişi epistemolojilere derin bakışlar, soyut anlatımlar ve yeni tarihsel notlarla genişleyen Giardini’nin labirent kurgusu, hafızamda hâlâ taze. Bence yılın en iyi sergisi.
Hemen hemen bütün Power 100 listelerinde (Art Power, Monopol...) en üst sıralarda Endonezyalı sanat kolektifi Ruangrupa var. En kestirme yorumum: "Alman medyası tarafından hırpalanan, Documenta kurumu tarafından baskılanan ekibe uluslararası sanat dünyası sahip çıktı". Sanat direktörlüğünü yaptıkları documenta, beraber çalışma, üretme ve yaşama pratikleri, kolektif bilinç ve yaratıcı mekân üzerine önemli sorular tetikledi. Sergi, açılmadan ırkçılık ve açıldıktan sonra anti-semitizm ve sansür ile medyada geniş yer aldı. Sergide tekrarlanan bazı görsel veya şiirsel motiflere ya da yerleştirme stratejilerine, aksayan kamusal programa ve bazı coğrafi adreslerle sınırlı bir lokalite anlayışına rağmen, Batı merkezli kurumsal sanat üretimine meydan okuyan son yıllardaki en güçlü global proje olarak tarihe geçecek.
Helsinki’ye has bir sergi tarihinin son projesi Ars 22’yi görme şansım oldu. Ars sergileri, Kiasma Müzesi’nin 1961’den beri bir gelenek olarak sürdürdüğü bir seri; her seferinde müzenin şehirle ilişkisini yeniden tarif edecek güçte. Direktör Leevi Haapala ve şef küratör João Laia, müzedeki küratörleri dahil ederek, Living Encounters temasını çalışmış. Sami kökenli sanatçı Joar Nangom, yaşayan bir mekân olarak kütüphane, ev, buluşma noktası ve yaşam alanı gibi iç içe geçen kavramları müzenin içinde alternatif bir alan olarak tarifliyordu. Bolivya kökenli Amerikalı sanatçı Donna Huanca’nın resim ve performans arasında yeni bir imkân arayan pratiği, yarı çıplak yarı lateks ile kaplı bedenleri boyarken, insan bedeninin hareketinin koreografik imkânlarını test ediyordu. Bilinen sanatçılardan tanıdık işler arasına İskandinavya ve Finlandiya’dan sızan lokal katkılar ve önceki edisyonlardan ve müze koleksiyonundan gelen işler iyi dengelenmişti. Yoğun olarak doğa üzerine düşünülen, sıkça antroposen çalışılan günümüzde, 2012 yılında vefat eden Kimmo Kaivanto’nun bu konulara farklı eleştirel yaklaşımını ve yetmişlerden evrilen kavramsalcı estetik anlayışını keşfetmek doyurucu oldu.
Kader Attia’nın Berlin Bienali tam da zurnanın zırt dediği yerdi. O kadar irrelevant! Ne zamana ne amaca uygun. Kel alakaydı. Ebu Gureyb Cezaevi’nden pikselleriyle birlikte ısrarla büyük boyda basılmış ve bir labirent gibi yerleştirilmiş fotoğraflardan oluşan bir yerleştirme, serginin önüne geçti. Parizyen Jean-Jacques Lebel’in yakın “Irak-Amerika” siyasi tarihi üstüne Beyaz Avrupalı özgüveniyle iş yapması, aynı sergideki sanatçıları rahatsız etti. Irak bir bağlam olarak sanat eseri haline gelirken, asıl öznelerinin sömürüldüğünü düşünen, (bienalin katılımcılarından) Iraklı Sajjad Abbas, Layth Kareem, and Raed Mutar ve birlikte çalıştıkları küratör Rijin Sahakian, işleriyle birlikte, “...bedenlerimiz o kadar da ucuz değil...” dedikleri sert bir mektupla sergiden çekildiler. Daha sonra küratöryel takımdan Ana Teixeira Pinto’nun (bu konuyla da ilgili) istifasını duyduk.
Bana bu Berlin Bienali edisyonu, mekânlara ilk girdiğimde patchwork hissiyle bir zamanlar Halil Altındere’nin “Bildiğin provokatif iş var mı?” sorusuyla gezerek iş toplayıp, salon sergisi gibi üst üste astığı grup sergilerini anımsattı. Ama düşününce, yanıldığımı anladım. Sanatçı, küratörlüğünü üstlendiği bu sergilerde ne beklediğinde netti; kendi pratiğinin kavramsal ve politik uzantıları olarak, küratöryel cümlelerinde, izleyiciyle konuşurken, samimi idi. Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm!, (Proje4L, 2003) ya da Fikirler Suça Dönüşünce (Depo, 2010) yarattığı sinerji ile, içinden geldiği camiaya ve sanatçı tartışmalarına cömert geri dönüşler sağlayan tarihsel platformlardı. Attia’nın fırsatçı, incelikten uzak, tek boyutlu Berlin sergisinden farklı olarak, ruhları vardı. Yerelle, İstanbulla konuşuyorlardı. O sergilerin hakkını versek de, ne derler, -son işin kadarsın! Altındere’nin zamana yenildiğini düşünüyorum. Agah Uğur Koleksiyonu’ndan seçtiği eserlerden oluşan ve İstanbul Bienali’ne paralel olarak açılan sergisi Bedenin Mücadele Alanındır problemli bir sergiydi. Politik, zamanının şahidi ve eleştirel işler, duvarları süsler gibi birbirleriyle aralarında beni aşırı rahatsız edecek kadar eşit ölçüde mesafelerle asılmaları (dizilmeleri) ile; birbirleriyle konuşmaktansa aynı tona, zamana ve mekâna sıralanan cümleler oluvermişti. Genç yetenek ve yeni fikir avcısı Altındere, kendini bu sefer -haliyle oturmuş bir koleksiyondan yola çıkınca, çoktan onaylanmış, değer biçilmiş, okuması yapılmış, tarihselleşmiş, kurumsallaşmış fikirler, eserler ve imajlar arasından seçim yaparken buldu. O, haklı öfkelerden mainstream’e nasıl kaydığını anlatmayı Marka Konferansı’na bıraktı; ama serginin ortasına koyduğu ring, savunma sanatları ve cinsiyet kavramı arasında bir mekân oyunu denerken, sergiyi tiyatral bir dile hapsetti. Bu performatif projeyle işlerin duvarları çevirdiği mekânı formal olarak dengeledi, ama bu jesti, güçlü bir politik anlam yaratamadı. Başlığını ödünç aldığı feminist akımla çelişerek... kadınları birbirleriyle dövüştürmesinin gösteriye dönüşmesi mi yoksa kadınların
da (toplumsal cinsiyet algısını kırmak için) dövüşebileceğini gösterdiği için mi; bu kısmı tartışmalı bu proje, Gözde Mimiko Türkkan’a ait. Bu sergiden bağımsız, Altındere’nin dijital bir form olan NFT’lerini video-art gibi monitörlerde sergilemesi, pratiğinin temel nosyonunu kaybettiği
market kaygısına ve rafta kalma çabalarına eklendi.
Bu farklı eğilimler bize ne diyor? Nasıl bir dilemma? Kimin neyi temsil ettiği, kimin kimin yerine konuştuğu sorularının grameri nasıl değişiyor? Bugün nasıl moderasyonlara, ne tür bir arabuluculuğa ihtiyaç duyuyoruz? Provokasyonun izleyici üzerindeki etkisi, bayatlayan kimlik politikaları, skandal potansiyeli ya da cancel culture (iptal kültürü) beklenen etkileri yaratmıyor; slogan-söylemler garanti-işlemiyor; formüller ve kotalar eskisi kadar ilgi görmüyor. Güncel sanatın tadından yenmeyen alaycı (cynical) tonları yerine, ara akorlar aradığımız bir dönemdeyiz. Kimi temsil ediyorsun, kimin adına konuşuyorsun? Bundan kimler kar ediyor, bu söylemler neyin
sözünü veriyor, kimleri görünür kılıyor? Bu ikilem, küratöryel araştırma bağlamında bir kırılma yarattı. Politik olanın eleştirel değerlerden ve estetik ölçülerden geçmeden sergi mekânına taşındığında, didaktizmin izleyici nasıl soğuttuğunu defalarca gördük. Yatay referanslarla yapılan araştırmaların Google taramasından öte gitmeyen sığlığı, işlerini üretirken referanslarıyla yaratıcı dikey ilişkiler kuranları mumla arattı. Dahil etmeye çalışırken nasıl dışarıda bıraktığını düşünmeyen katılımcı projeler; var olan referanslar, levhalar olmadan, kendi anlatısıyla ayakta kuramayan ve illa anlaşılmak için açıklama ve metin bekleyen projeler, tekrarlarına devam etti.
Louise Bourgeois, Constructions for free falls (Zürih: Ammann Verlag, 1992), 147-168.
Louise Bourgeois Archive, © The Easton Foundation, New York izniyle
Bilinç akışı:
Berlin’de görebildiğim, Kunstmuseum Basel ve Martin Gropius Bau’da açılan Louise Bourgeois; İstanbul’dan, Salt Beyoğlu’ndaki İpek Duben retrospektifi ve İş Sanat’taki Mahmut Celayir; Paris’te hem Lafayette Anticipations hem de Palais de Tokyo’da aynı anda açık olan, yeni üretimleriyle romantizme kavramsal bir derinlik getiren Cyprien Galliard; Düsseldorf ’un K21’inde, mekâna sıkıştığını düşündüğüm ama bu sene Amsterdam’ın Stedelijk Müzesi’nde yakalayınca içimi açan Hito Steyerl ve Münih’te Haus der Kunst’ta hala açık olan Joan Jonas solo sergileri ilk hatırladığım, mekânla konuşan ve izleyici dostu en iyi kurgular. Geçen senelerde kaybettiğimiz Jimmie Durham’ın işlerini Documenta’da, Kassel’in tren garında ve Etel Adnan’ın resimlerini Münih’te (Lenbachhaus) görünce, sanatçının ölümsüz olduğu gerçeğini bir
kere daha kavradım. Marwa Arsanios, Marianna Simnett, Laure Prouvost, Pınar Öğrenci ve Ali Cherri kendine özgü film dilleriyle, beni sergi mekânlarında tutmayı başardı.
Eli Cortiñas’ın Kunstverein Braunschweig’taki solosu The Body is The House, The House is But Haunted ve Aykan Safoğlu’nun Salt solo projesi Teneffüs hareketli imaj, izleyici pozisyonu, ortak geçmiş, kolektif hafıza ilişkileri açısından, benimle kalacak, risk alan, kişisel vurgularla kurulan ve yeniyi deneyen sergi formları. Bana, sohbetlerimizle, form arayışlarıyla, malzeme deneyleriyle ve taze cümleleriyle Puppies Puppies, Ersan Mondtag, Agnes Waruguru, Kerem Ozan Bayraktar, Rüzgar Buşki, Can Küçük, Will Fredo, Aslan Goisum, Cansu Çakar, P. Staff ve KAVACHI ilham verdi.
En ama en çok sevdiğim iş:
My number one ya da Datlım Gıymatlım, güçlü metodik önermesiyle, 17. İstanbul
Bienali’nin Gazhane’sindeki odalarından birine yerleşen ve hem sergiye hem şehre yakışan Fernando García-Dory’in INLAND ile kolektif çalışması, Yerküre Kooperatifi ve Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği iş birliği projesi, Dene varar, yele gider. Kars’ın Boğatepe köyünden gelen, kadınların ortak üretimi duvar resmi-yün işi o kadar güçlü bir soyut anlatı ki, hem genetik kodumuzu belgelediği motiflerle bugünün sanatına bir cevap niteliğinde hem de malzeme kullanımıyla ve kolektif üretim anlayışıyla cevaplamaya çalıştığımız sorular için yeni bir pencere. Topluluğun kendi içindeki örgütlenmesi, hafızası, geleneğin sergilendiği oda, Anadolu şamanlarının şiirsel varlığı, hayvanlar, çayır, çimen, toprak ve gündelik hayata karışan peynirin nasıl yapıldığı sorusu... Yerelin evrenselliği ve ortak sürecin paylaşımı...
Bonus-tracks:
Biri bana yılın en sevdiğin filmi bir sci-fi thriller olacak deseler, hayatta inanmazdım:
Jordan Peele’den NOPE (2022). Arkadaşlarımın aksine Romain Gavras’ın Athena’sını sevdim; -Robert Pattinson’a zaten taparım- yeni Batman (2022) filmini ağlayarak seyrettim! Evdeysem, Ocean Vuong’un Time is a mother isimli şiir kitabına sarılarak uyudum. Deborah Levy’den The Cost of Living ve Leyla Erbil’in Eski Sevgili’si dertlerime derman oldu. Spotify’a göre, KÖFN’ün Bi’ Tek Ben Anlarım’ı, Beyoncé’in CUFF IT’i, Hatik’in Habibi’si, Yasmin Levy’den Adio Kerida ve Bad Bunny’nin Después de la Playa en çok dinlediğim pop cızırtılar...
Kaplan yılı:
2022 -Çin takviminde Kaplan yılı- Kaplanın Gidişi oldu. Bu yılı nasıl hatırlayacağımdan çok, bu yıla dair hiç unutamayacağım o acı! Oysa hep başka türlü olacağını hayal etmiştim. Temmuz ayında kaybettiğimiz Fulya Erdemci’nin yokluğuna alışamadım. Onu tanıyanlardan buna alışabilen olur mu, bilemiyorum...
*Sürçülisan ettiysek, affola!
Bu yazı Art Unlimited dergisinin Ocak - Şubat 2023, 73. sayısında 22-24. sayfaları arasında yayımlanmıştır.
Comentarios