Yazarlarımızdan Misal Adnan Yıldız, gündeminde olup bitenlerin ardından, kendi iç dünyasına, tesadüflere ve sanat dünyasına uzandığı güncesine bizleri ortak ediyor
Yazı: Misal Adnan Yıldız
Anonim, Piha Beach, Yeni Zelanda
17 Eylül 2022 / İstanbul
Fulya Erdemci’yi Anma Buluşması için, güncel sanat alanında çalışan sanatçı, küratör, eleştirmen ve başka başka rollerde yıllardır emek verenlerin buluştuğu (İstiklâl Caddesi’nde bulunan) Hollanda Başkonsolosluğu’nun bahçesi…
İstanbul’da paylaşılan bu sessizliğin, uzlaşılmış bir ortaklıkla ve incelikle; özellikle bu küçük kalabalık tarafından, üstelik bienalin açılış haftasındaki onca F.O.M.O. arasında tecrübe edilmesi beni etkiledi. Kimse konuşmazken, ondan kalan resimlere bakarken, tören biterken, beraber susmak…
Fulya’nın sanatla ve sergi yapımcılığıyla ilişkisi, beraber çalışma pratiğine katkıları, kamusal alana verdiği emekleri ne kadar gerçekse, bu etkinlik o kadar "üzerine uyumak" istediğim; bizi iyi yönde değiştirmesini temenni ettiğim bir güçte, hepimiz için unutulmaz bir buluşma oldu. Ayşe Erkmen, Hale Tenger, Ali Erdemci, Bige Örer ve Danae Mossman’ın konuşmaları içten ve samimiydi.
Acaba bu ortak sessizlik kurmak istediğimiz diyaloga ve dayanışmaya dayalı profesyonel yapı ve iklim, çekişmeler, çelmeler ve dedikodulardan; artık geride kalması gereken ayrımcı, otoriteryan ve hiyerarşik yapılardan; belleksiz, sağır ve dilsiz iletişim kanallarından ötede, olasılık dahilinde mi, gerçekten ümit veren bir ihtimal mi?
Ne yazık ki en cesur, en tekil, en özel, en punk ve en adanmış olanımızı kaybettik. Tek avuntumuz, Fulya’dan bize miras kalan sergi metodları, düşünceli ve ince küratöryel çerçeveler ve kurumsal yapılardan ve dillerden bağımsız yaşayan eleştirel düşünme pratikleri…
Can Küçük, İzabel
10 Eylül 2022 / Bursa
Günübirlik Bursa’ya kaçtım.
Elektrik direklerine, sanayi bölgesine ve otobana bakan; yüksek tavanlı, birkaç kattan oluşan İMALAT-HANE’yi logosundan programına kadar iyi düşünülmüş, taze ve umut verici buldum. [Naçizane: -Daha çok kadın ve kolektif çalışan sanatçı görsek?] Aklımda en çok, (Cem Örgen ile ortak sergisi) Can Küçük’ün işleri kaldı.
Aralarından en şiirsel olanı, en güçlü. 2022 tarihli İzabel; cam, postiş saç, cam tutucudan oluşan bir duvar heykeli. İki şeffaf form arasında sıkışmış olan yapay, pembe saç telleri tuhaf bir kıvrılma jestiyle, ister istemez non-human bir bedeni çağıran, distopik, insansız bir geleceğin uzak olmadığı bir dünyadan bugüne, -kendiyle meşgul, ekrana hapis, Generation Z kuşağına dil çıkaran bir samimiyetle… Alçakgönüllü, dürüst ve anlam arayan bir sadelikte. İsmiyle sadece nakaratını hatırladığımız bir şarkı gibi…
Malzeme seçimi, müdahale estetiği, bağlama biçimleri ve asma çözümleri. Genç bir pratik olmasıyla beraber ince düşünülmüş, değerli fikirler. Çünkü her şeyi bir -kendilik tasarımına, ben performansına ve bitmeyen öznel anlatılara dönüştüren bir kuşaktan böyle deneysel formal arayışlara ve malzemeye ironik, cesur ve kontrol sahibi yaklaşıma artık nadir rastlamaktayız. Küçük’ün tasarım değil, güzel heykel fikirleri var.
Diğer bir çalışması, Karnında Kelebek. Üzerinde büyük harflerle logosu ve “Hayatı kolaylaştırır.” sloganı yazan siyah renkte plastik bir çöp poşeti, mimari bir eleman gibi mekânla ilişkili olarak asılmış; üzerine eklediği kristal taşlarla ürettiği tatlı, havai formlar işin başlığıyla anlam kazanıyor. İngilizcesiyle, aşık olunca hissedilen tuhaf duygular için kullanılan bu tabir yani "midende kelebek" neden olur(?), derseniz… Mide ve bağırsakları çevreleyen kan damarları daralır ve bununla beraber, sindirim kasları kasılır. Sanki midenizde kanatlı böcekler uçuyormuş gibi hissetmenizi sağlayan şey, kan akışındaki o düşüştür. Kontrol kaybı.
Bursa’dan dönüşte zamanı paylaştığım profesyonel izleyicilerden, ön koltuklarda oturanlardan birinin yanındakine: “40’larında şiddetli bir şekilde aşık olunca -yani kara sevdaya tutulunca, insanın format atılmış gibi yenilendiğini duyduğunu; bunu bizzat kendi hayatında istediğini, çağırdığını” söylediğini -arkalarda bir koltukta- yarı uyur halde, dinliyorum.
[Tanrı misafiri mi, kulak misafiri mi?]
Can Küçük, Karnında Kelebek
İçimden gülüyorum. Oysa (1979 doğumlu ben şimdi) 2019’dan beri başıma gelenleri düşünürken (-ki, öncesinde de, bitmeyen bir yaratıcı kaos) Ajda vuruyor alttan alta (TRT’den yeni çekilmiş Hülya Koçyiğit’le söyleşisinden bir Instagram gimmick’i haline gelmiş alıntısıyla): “Bıktım kendimden, yoruldum kendimden.”
Biz söylesek ne etkisi olur, ama bunu (abartarak) yüzyıllarca kendiyle uğraşmaktan şimdilerde artık yorulan Süperstar’ımızdan duymak, adeta Greta Garbo’yı Roland Barthes’dan dinlemek gibi, bir nevi sosyolojik bir aydınlanma içeriyor. Galiba hepimiz bıktık -bitmeyen kendiliğimizden...
[İnsan, insanın kurdudur.]
19 Eylül 2022 / BEYOĞLU
Plan yapmadım.
Belki her saati aşağı yukarı toplantı, tur ve sergi ziyaretleriyle dolu bir haftadan sonra, ayaklarım beni nereye götürürse…
Karlsruhe’de yaşayan ve çalışan; işlerinde özellikle hakikatin sınırlarını, lensinin imkânları ve kurgunun dahilinde, büyük bir titizlikle arayan çalışkan filmci Mustafa Emin Büyükçoşkun’un Cumartesi Anneleri’nin yıllarca cumartesileri direnmiş kamusal hafızasını geri çağıran ve 2015 yılından beri devam eden Tekerrür isimli (anti-monumental) güçlü yerleştirmesinin karşısındayım.
Yapı Kredi Kültür Sanat. Galatasaray’dayım. Bu işin burada olması bir empowerment. Zamanda geriye gidip, ilk-gençliğime, Karaman sokaklarında Aktüel Dergisi’ni aradığım 1996 Nisan ayına ışınlanıyorum. Nasılsa şehirde, o zamanlar, şimdi hayal etmenin imkânsız olduğu, Aziz Nesin’in Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz’ının -arkadaşlarım tarafından- sahnelendiği, benim bağlama kursuna gittiğim Uğur Mumcu Kültür Sanat Merkezi var. Derginin beşinci yılı şerefine Sezen Aksu’nun Cumartesi Türküsü, Cumartesi Anneleri'ne adanmış bir şarkı; iki şarkılık bir kaset içinde, dergiyle hediye veriliyor. Albüm hiç satışa çıkmadı.
[Mustafa Emin’in çalışmasının sergilendiği Hayat Ölüm Aşk ve Adalet sergisi, Hale Tenger’den Viron Erol Vert’e, daha önce çalışma fırsatı bulduğum sanatçıların duyarlı işleriyle beni binadan ayrıldıktan sonra uzun bir süre daha içinde tutuyor.]
Oradan Salt Beyoğlu’na… Sahne 90’lar…
Gürel Yontan’ın Mehmet Güleryüz tarafından toprağa gömüldüğü performansın eskizi.
Henüz Komet’i kaybetmemişiz! Bu geriye dönük yazılan satırlardan anlaşılacağı üzere, sağlığının iyi olmadığını, arşiv görüntülerinde ona rastlayınca hatırladığımı şimdi yeniden düşünüyorum. Onu görme telaşım, loop eden sesine ve eski anılara karışmış; Aksanat sergisinin açılışında bana “...istesem de karakterimden kaynaklı olarak beceremeyeceğimden, en iyisi hiç denemeden, sadece kendi bildiğim yoldan gitmemi ve kimsenin adamı, asistanı, yaveri olmamamı” öğütlemişti. Lale Müldür’den çıkışta bazen Kumrulu sokak civarı rastlaşmalarımız, Firuzağa’da kümeler arası hızla içilen çaylar ya da Asmalımescit’te tesadüf gelinen yan masa sohbetleri… Serotonin Sergileri’nden CANAN’lı Aydınlık için 1 Dakika Karanlık yerleştirmesine; performans tarihimizden televizyondan İnternet'e dönüşen izleyici hikâyemize; -nasıl daha fazla bakıp daha az görür olduk, sorusunu yanıtlamak için, kurumsal ve sanat tarihsel sergi tarihimizdeki birçok kör boşluğu dolduran bu harika projeden şimdi bana kalan -duvarda arşivden el yazısıyla bir not: “BOŞLUK BELKİ BİR TANE AMA HERKESİN BOŞLUĞU AYRI…”
Artık, uluslararası İstanbul haritasını kuran Bizans oyunlarından, eski kuşaklardan, değişmeyen kurumlardan şikayet etme hakkımız olmadığını düşünüyordum, -tam da Salt’a girerken. Biz de büyüdük. Yeni Türkü şarkısı gibi, “biz büyüdük ve kirlendi dünya”!
[İçimden, Taner Ceylan’ın yeni sergisine gidecek takatim, gücüm; asıl hala onunla karşılaşacak sosyal bir ilişkim olsaymış-alanım kalsaymış, diyorum.]
Sahne 90’lar’da, en çok Ceylan’ın odasında literally ekran karşısında kala-kalıyorum. Şehir efsanesi olarak duyduğum o performans geri gelmiş. Genç Taner, cesaretiyle büyüleyici. Resimlerine, hem mekânda hem dönen videoda -o tatlı, amatör kamera hareketlerine- dikkatle bakıp, performans kaydını baştan sona izledikten sonra, yanı başında çalan (Orhan Atasoy, 1993) Gemiler’i gitmeden bir kere daha dinlerken, -buradan ayrılamazken… biraz sulu sepken… Tatlı bir mesajla bugüne dönüyorum.
18 Ekim 2022 / Baden Baden
2000’lerin başında, güncel sanatla daha çok yazı yazarak başlayan ve daha sonra sergi yapımcılığı, editörlük, çevirmenlik, sanatçı asistanlığı hatta yüksek lisans eğitiminin bir parçası olarak (ya da kazara) sanatçı ve solo sergi deneyimlerinden sonra, hemen hemen bütün hayatımı adadığım küratörlük ve akabinde antipodean bir deneyim de içeren kurum direktörlüğü serüvenini, hepimize ilham veren, yol gösteren Okwui Enwezor, Fulya Erdemci, Jimmy Durham, Etel Adnan, Billy Apple® kayıplarından sonra zamanın, hayatın ve işin tariflerini yeniden düşündüğüm, mesleğimi her sabah sorguladığım bir eşikteyim.
İnandığım değerler uğruna (kod adı bittersweet) eleştiri üretirken -şimdi geriye bakınca doğru seçilmemiş bazı rol modellerinin ve zehirli, toksik, ortamdaki angst ikliminin etkisiyle- kırdığım insanlar; çalışma hızının ve yoğun temponun getirdiği ihmaller ve dikkatsizlikler; kurumsal yapı ile insani dünya arasında uyanık tutmaya çalıştığım etik cetvellere rağmen, hala düşülen yanlışlar, kaybedilen fikirler, canım projeler ve ve ve o hiç bir araya gelmeyen iki yaka…
[... bunlar mutfak bıçağı; oysa genellikle kendime satırla girerim!]
“Bir an için çıksam hayatımdan
Yanık tenli omuzunda
Kurtulsam maziden uzaklarda
Şu anda yanında…”
Şimdi bu şarkıyı yeniden dinlerken, psikoloji ve eğitim bilimleri ön lisans eğitiminden sonra girdiğim bu alanın sadece profesyonel hayatımı değil, ilişkilerimi, kişisel hayatımı ve zamanımı nasıl -ne kadar şekillendirdiğini görünce, şükrediyorum. Hayatımın her alanında mediasyon, danışmanlık, geri bildirim ve kolektif bilinç var.
Fulya’nın anmasında paylaştığımız o sessizlik, aynı günün gecesi planlanmadan gelişen, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarla, denizin kenarında sabaha kadar oturduğumuzda, paylaşılan şarkılarla devam ediyor.
Belki, hayatta kendimi ait hissettiğim bir halkanın parçasıyım. Belki, niş bir mesleğin, -toplumun biraz dışında- sosyal bir balonun, hatta gerçek hayatın içinde az bulunan imtiyazlarıyla, ama aynı zamanda precarious pozisyonlarıyla {mesela pandemiyle, ancak hemen kapatılabilecek kadar} kırılgan bir geçerliliği olan bir kurumun içindeyim…
Bu alanda nadir bulunan, binbir zorlukla korunan, özgürlüğü, duyarlılığı ve dostlukları düşününce… Yine de… Sanat dünyasındaki sıkça şikayet edilen, sığ, geçici ve yaralayıcı ilişkilere rağmen…
"Değer canım, değer elbet…"
Comments