top of page
Esra Ertan

Amerikan pozu ve uzak rüyalar


Nip Tuck, Glee ve American Horror Story gibi başarılı yapımların yaratıcısı Ryan Murphy'nin yeni dizisi Pose, 1980'ler Amerikasının sosyal kültürünü tamamlayan LGBTQ olgusuna kamerasını yakınlaştırırken bu olguyu bir alt kültür olarak sabitleyen tüm değerleri yorumlamaya da çalışıyor. Haziran ayında izleyiciyle buluşan diziyi Esra Ertan değerlendirdi

Indya Moore, Pose, 2018

Ryan Murphy, beden ve beden politikaları üzerine kafa yoruyor, bu kavramlar üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettiği için mi yapımlarını daha çok bu konular üzerine inşa ediyor sorusunun yanıtını, FX kanalı için hazırladığı yeni dizisi Pose’da arayacağımızı varsayabiliriz. Birlikte çalıştığı Brad Falchuk ile senaryosunu yazıp, yönettiği 2003 - 2010 yapımı Nip Tuck adlı dizi, iki plastik cerrahın hastaları ile yaşadıkları gelişmeler üzerinden şekillenen bir metne sahipti. 2017 tarihli, geçtiğimiz kış ekranlarda olan Feud adlı yapımda ise Hollywood tarihinin iki önemli kadın aktristi Joan Crawford ve Bette Davis arasındaki inişli çıkışlı ilişkiyle -ve buna benzer diğer nesne kadın hikâyeleriyle- beslenen Hollywood endüstrisinin işleyiş biçimini gözler önüne seriyordu Murphy. Son günlerde ekranlarda olan 2018 tarihli Pose adlı yapımda da, 1980’ler New York’unun Queer kültürünü anlatmaya çalışıyor. Pose aynı zamanda, Jennie Livingstone’un 1990 tarihli, yine New York’un drag queen/king şovlarına kamerasını çevirdiği ünlü belgeseli Paris is Burning ile benzer bir yol haritasına sahip.

Paris is Burning, 1990

Bu yapımların içerik olarak birbiriyle ayrıştığı farklı metin kurguları söz konusu olsa da, girişte sorulan sorunun yanıtını sorunsallaştıran bir bütünlüğe sahip olduklarını söylemek mümkün görünüyor. Birey ve mevcut iktidar ilişkilerinin beden üzerinde kurduğu tahakküm gücünün, beden üzerindeki müdahalelerde, beden üzerinden kurulan değerler ekonomisini okuyan parametrelerde, beden/arzu ve haz ilişkisinde nasıl görünür olduğunu yani beden semiyotiğini yorumlamaya çalışıyor. Pose, queer okuma pratikleri açısından anlama sürecimizi zenginleştirecek dönemsel göndermeler de içeriyor.

Bu anlamda, New York’un kültürel hayatının nabzını tutan gece kulüplerinin işleyiş olarak bir çeşitliliği var. Queer bireylerin görünür olma, toplumsal onaylanma ihtiyaçlarını doyurabilecekleri bir mekân olarak bu gece kulüpleri, belirli kategori ve seçeneklerle çeşitlendirilen bir persona/canlandırma performans alanına, podyuma dönüşüyor. Bu mekânlarda herkes ve her şey olmak mümkün. Bir anlamda formların olanak tanıdığı formsuzluğun tecrübe edildiği bir deney/deneyim alanına dönüşüyor gece kulüpleri. Diğer yandan mekânın sahip olduğu imkânlar, toplumsal cinsiyet kavramı üzerine ufuk açıcı tartışmalara fırsat tanıyan bir yapıya sahip olsa da Ryan Murphy, bu tartışmayı ırk, sınıf, ideoloji açısından farklı parametreler üzerine yaymayı tercih ediyor.

Feud, 2017

Pose, 1980’lerin New York’unun sosyal, kültürel ve ekonomik dokusunu dekor ediniyor. Bir kavram olarak ‘Amerikan Rüyasının’ içselleştirilen yaşam pratikleriyle, diğer yandan Reaganizmin bir doktrin olarak Amerikan toplumunda sivrilttiği/yücelttiği zenginler kulübünün/Trump tavrını görünür hâle getiriyor. Dizide bu politik süreci temsil eden, Trump şirketi çalışanları Matt Bromley (James Van Der Beek) ve Stan Bowes (Evan Peters), hem bu rekabet ortamının vahşi dengelerini, hem de talancı bir rüyanın var olma pratiklerini dramatik bir biçimde performe ediyorlar. Stan Bowes bu anlamda, izleyiciye anlam üretme çabasını güçlendirecek karakter yapısıyla zengin bir malzeme sunuyor. Nedir ondaki bu zenginliğin kaynağı? Bowes karakteri, bahsi geçen Reagan döneminin klasik bir göstergesi. Amerika’nın kaydettiği politik/ekonomik gelişmelerin bir izdüşümü yani. Bununla birlikte kendi cinselliği ile ilgili çelişkili bir durumu söz konusu. Orta sınıf geleneksel Amerikan ailesini temsil eden bir yaşamı var Bowes’un. Diğer yandan cinsel yönelimi üzerine gelişen kuşkularının, arayışlarının, kariyer hayatındaki yükselişiyle paralel giden bir tırmanışı var. Yine de bu çelişkiler ona, kendilik inşasıyla ilgili bir yapı/yıkım tavrı geliştirmesine olanak tanımıyor. Aslında bunu deniyor. Drag queen gece kulüplerinde performans sergileyen Angel (Indya Moore) adlı trans bir eskortla tanışıyor. Ona âşık oluyor. Kentte bir garsoniyer tutarak ikili bir yaşam kuruyor. Bu ikilik aynı zamanda onun cinsel kimlik bunalımındaki tereddütünün, arada kalmışlığının da altını çiziyor. Ancak yine de bir parçası olduğu sistemle başa çıkmak, ona karşı koymak için gereken gücü kendinde bulamıyor. Öte yandan bu aşk, bir trans olarak Angel karakteriyle birlikte heteroseksüel varoluşun, toplumsal bir dizaynla birlikte, kendilik üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu görmemize imkân tanıyor. Angel, trans cinsel kimliğini yeni bir varoluş pratiği için dönüştürme imkânı olarak kullanamıyor. Seks işçiliği ve drag queen kulüpler onun için ve tabii diğer queer karakterler için, sembolik dünyadaki farklılaştırılmış kimliklerini onanma/ayakta kalma talebiyle inşa ettikleri birer yaşam alanları. Ancak bu yaşam alanlarının varlığı, trans edilen cinsel kimliğin bir ‘oluş’, Deleuzecü tabirle ‘kadın oluş’ pratikleriyle, imkânlarıyla dolu bir hayatı deneyimlemeleri için yeterli değil. Çünkü tam da bu alanlar, heteroseksüel egemenliğin yarattığı boğuntuya karşı var olan ve bu egemenliğe karşı ‘cepheleşen’ birer sığınak aynı zamanda. Pose, cinselliğin tanımını, tarifini yapmaktan çok egemen cinsel söyleme karşı birbirini kollama, birbirine tutunma yani etnik/sınıfsal bir dayanışmayı anlatan dili önemsiyor.*

1980’ler Amerika panoramasını dekor olarak benimsemesi, yeni yükselen sosyal/ekonomik değerlerin, ırklar/sınıflar arasındaki gediği daha da açması, kurulan bu dili önemli ölçüde güçlendiriyor.

Pose, 2018

Bahsi geçen drag queen kulüpler kadar, haneler /evler de söz konusu. Peki bu hanelerin işaret ettiği şey ne? Gece kulüplerinde düzenlenen ve kategorileri olan bu performans gecelerinde öne çıkan queer bireyler ödül alıyorlar. Kendi çevreleri içerisinde güçlenerek ailelerini kuruyorlar böylelikle. Bu örgütlenme içerisinde bir çeşit ‘kurtarılmış ev’ diyebileceğimiz haneler öne çıkıyor ve bu bireyleri çatısı altında topluyor, birlikteyken daha güçlü olacaklarına inandıkları bir sivil yardımlaşma gerçekleştiriyorlar. Toplananlar sadece cinsel yönelimleri ile değil; ırk/renk (Siyahiler, Latinler) ve sınıf olarak temsil ettikleri şeylerle de dışlanıyorlar. Ancak bu dünyanın da bir arada kalabilmek için öngördüğü kurallar var. Bu kurallar, daha önce deneyimlenmiş hayatların bir tekrarı aynı zamanda. Ekonomik, sosyal ve ideolojik yaptırımlar karşısında ne yazık ki onlar da beyaz/eril egemen söylemi taklit etmeye, bu hayatı tekrar üretmeye mecbur kalıyorlar. Böylelikle cinsiyet değiştirme ameliyatları sonucunda kazandıkları beden, ideolojik söylem tarafından onlardan çalınıyor.

Angelica Ross, Pose, 2018

Pose, ‘Amerikan miti’nin bu cilalı dönemini, yine bu zamanla özdeşleşen, ötekilerin vebası ‘hiv/aids’ hastalığı ile de yan yana okumaya çalışıyor. Bu, sembolik dünyayı bir metaforla okuma çabasıymış gibi gözükmese de sanki normalleştirilememiş dünyanın tufanı gibi bir algının hep orada olduğunun da altını çiziyor izleyiciye. Diğer yandan cinselliğin önkoşulsuz bir biçimde, ‘farklı’ pratikleriyle mümkün olduğu bir dünyayı okumaya çalışırken, bu ‘farklı’ pratiklerin görünür olmaya çalıştığı ve politik olarak varlıklarını tekrar tekrar ifşa etmeye çalıştıkları 1980’ler Amerika’sında, istihdam ve toplum dışı olma hâliyle, yaygınlaşan diğer pek çok hastalık gibi aids’e karşı da queer dayanışmanın varlığını, önemini yeniden vurgulayan bir metinle çıkıyor karşımıza. Dizide örneklerini gördüğümüz Evangelista ve Ferocity gibi haneler, biyolojik aile olgusunun ne kadar uçucu bir kavram olduğunun adeta birer delili. Üstelik queer aile, her an değişen/dönüşen, farklı ilişki ve paylaşım şekilleriyle bölünen/çoğalan, sürekli devinim hâlinde bir yapı. Dolayısıyla ‘aile’ kavramını bir yaşam pratiği olarak, öğrenilmiş bütün anlam ve niteliklerini geride bırakarak, yeniden kurgulamaya/dolaşıma sokmaya çalışıyor. Her sistem gibi bu ‘aile’nin de işleyiş pratiğinde bazı sıkıntılar baş gösteriyor. Ancak mükemmel bir ‘aile’ tasarlamaktan çok, büyük oranda ihtiyaca cevap veren esnek bir yapıyı kurmayı başarıyor bu dayanışma evleri.

Son olarak, dizinin baş transseksüel karakteri Electra Abundance’in (Dominique Jackson), Dick Bord’la (Christopher Meloni) olan ilişkisine bakmakta yarar var. Electra’nın vajina ameliyatı olarak tamamen bir kadın olmaya niyetlendiği durumun/seçimin, Dick Bord tarafından hazmedilememesi ve onu terk etmesiyle ilgili şunları söylemek aydınlatıcı olacaktır. “Çünkü kadın kendi cinsine tabiyken, o bir kadın olmak istemektedir. Ve tek kadın imgesi eril olduğu için, ne zaman ki o imgeyi-annesininkine, kızkardeşininkine ya da karısınınkine değil de- kendi vücuduna uygulamaya karar verirse, bu adamın kadını çok daha iyi anlatması gerekecektir:aracısız, herhangi bir emir ötekine iletilmeden. Travesti, erkeğin arzuladığı kadının en kusursuz imgesidir- erkeğin varlığına mani olmaya çalıştığı kadına en uzak imge.”**

Charles Brice ve Mj Rodriguez, Pose, 2018

*Lana ve Lily Wachowski kızkardeşler de bu dayanışma meselesini, Sense8 adlı dizide okumaya çalışıyorlar. Ancak onların yapmaya çalıştığı şey bir tür queer fantazma

**Queer Tahayyül, derleyen Sibel Yardımcı, Özlem Güçlü, Tatlı-Kaçık Kıçlar adlı bölüm/Guy Hocquenghem, Sel Yayıncılık, Queer Düş’ün Serisi, 2016

Commentaires


bottom of page