Özlem Hemiş'in doktora tezinden biçimlenen Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni başlıklı kitabı bakış ve temsil meselesini tartışıyor. Tiyatrodan başka sanatlara, zihniyetlere kapı açan kitabı merceğimize aldık
Yazı: İlker Çalışkan
Özlem Hemiş, Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni, Vakıfbank Kültür Yayınları
“Peki ya dünya temsiliyet nesnesi değildiyse?”¹
Çin ve Batı düşüncesi üzerine yaptığı karşılaştırmalı çalışmalarla bilinen filozof François Jullien’in yukarıdaki sorusunun yörüngesinde merak ve hayal bulunuyor. Özlem Hemiş’in Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni isimli eseri de aynı manyetik alanda geziniyor. Sanki ikisi de şu yuvarlak dünyada yaşamı karşısına almaya ve onu orada sabitlemeye çalışan ilişki formlarının altından halıyı çekiyor: Eppur si muove! Çalışması İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde tamamladığı doktora tezine dayanan ve hâlen Kadir Has Üniversitesi Tiyatro bölümünde öğretim üyesi olan Hemiş, Türkiye tiyatrosunun seyircisi ile arasında açılan mesafeyi yolu biraz uzatarak araştırıyor. Kılavuzu merak olan bu yolculuk tiyatronun periferinden başlayıp güzergâhını başka sanatlara, zihniyetlere doğru genişletiyor ve konuklarını yalnızca, tiyatro ile ilgilenen kişilerle sınırlı tutmuyor.
Bakışı temsil ettiği gerçekliğe sıkıştıran ve bir tür egemenlik ilişkisi kuran tiyatro dilini sorgulayan yazar, Çin’den Anadolu’ya Antik Yunan’dan İran’a gözün hakikat etrafındaki seyrine bizleri davet ediyor. Hayatın çok renkliliğine ve dinamizmine yol veren bir estetiğin birlikte yaşamanın ahlakını da üretebileceğini hatırlatıyor. Geleneği kullanışlı bir malzeme olarak değerlendirmenin ötesine geçip onun gelecek için yapabileceği rehberliğe işaret eden kitap, aynı zamanda kendini tiyatronun konvansiyonu ile sınırlandırmamaya özen gösteriyor. Yaşamın canlılığına ve akışına sanat formlarının nasıl eşlik edebileceğinin izini sürüyor.
“Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var.”
Batılı tiyatro geleneği perspektifinden bakıldığında yeterince derinliğe ulaşamadığı düşünülen tiyatromuz, sıklıkla eleştirilere maruz kalır. Bireyin telosu doğrultusunda diğerleriyle girdiği çatışmanın ve dünyayı şekillendirme arzusunun yön verdiği tiyatro anlayışının ısrarla çevresinden dolaşan fakat diğer yandan da onu ıskaladığı için hayıflanan Türkiye tiyatrosu, yüz yılı aşkın bir süredir kendi istikametini tartışıyor. Gözün Menzili ise daha da geriye giderek Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan serüvenlerinde geziniyor. Bu yolculukta Bizans, İslam, Çin ve başkaca kültürlerin içinden geçerek oluşturulan zihniyetin temsilden ziyade kâinatın bilgisine açıldığını ifade ediyor.
Levnî’nin 1720-28 arası Vehbî Surnâmesi’ne çizdiği minyatürlerden detay. TSMK, A. 3593.
Arapça’da “suyun yeryüzünde sürekli akması” anlamına gelen seyh kelimesinden türeyen seyahat², bu kavrayışın yoldaşı oluyor. Buna göre, her bir unsuru birbirine bağlı olan kâinat bitimsiz enerjisiyle kendini yeniden ve yeniden üretir. Varlıkların ahengini duyabilmek için ise görünen dünyayı geçip evrendeki bütüncüllüğe kalbini açabilmek gerekir. İnsan yaşamdaki bu akışı fark ettiğinde hayrete kapılır. Hayat yolculuğu boyunca çokluktaki birliği keşfettiği her an, ona hayretin lütfunu, hazzını yaşatır.
Tıpkı seyretmek, hoşlanarak seyretmek, “hayretle bakmak”³, temaşa etmek ve seyir yoluyla düşünsel bir yolculuğa çıkmak anlamlarına gelen theoriada olduğu gibi Gözün Menzili de heykelden resme mimariden ikonaya hat sanatından şiire gezdirdiği bakışını Osmanlı’daki
şenliknamelere, minyatüre ve Karagöz’e taşıyor. Burada yaşamın üretkenliğine öykünen, her şeyin hem farklı hem de bir oluşuna dair hakikati tekrar eden söz ve imgeler ile buluşmak mümkün. Sanatçılar âlemi seyrederken yaşadıkları hayretin izini eserlerine düşürürler. Kendilerini gizleyerek ve eserlerinde noksanlık bırakarak seyircisine, yani theorosa esas yaratıcıyı ve hakikatin gözle değil asıl kalple bilinebileceğini işaret ederler. Dolayısıyla hakikati temsil edilebilir bir gerçekliğe indirgemez ve perspektif yardımıyla sabitlenmiş imgelere bakışı hapsetmezler. Aksine kâinatı kuşatmış olan hakikatin bilgisine, bakışı gezdirerek ulaşmayı denerler.
“Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü”
Yunus Emre
“Peki, şimdi neredeyiz?”
Bâyezid-i Bistâmî
Türkiye ahalisinin ruhuna tercüman olabilecek ifadelerin başında “arada olma hâli” gelir herhâlde. Yalnız geleneksel ile Batılı değerlerin çatışması veya güncel politik sorunlar değil, bu toprakların geçmişten günümüze birçok kültür için bir geçiş yolu niteliği taşıması da, göçmeyip de kalanlar üzerindeki “aradalık hissi”ni besliyor olsa gerek. Özlem Hemiş ise hem bu duyguyu taşıyan hem de tartışmayı açımlayabilecek bir kavram olan berzahı görmeyi öneriyor.
Berzah birbirinden farklı iki şeyi ayıran ve de buluşturan alanı ifade ediyor. Öyle ki orada ne o iki şey birbirine karışıyor ne de berzah onlardan ayrı düşüyor. Sanatın görünen ile görünenin ötesi arasında oluşturduğu hayal/misal âleminde; mesela Cihat Burak’ın Hayat Ağacı’ndaki geçmiş ile şimdi, sema ile yeryüzü veya tinsel olan ile maddi olan arasında berzah ile karşılaşabiliriz. Bir zamanlar Türkler için yaşamın döngüselliğini ve canlılığını ifade eden bu ağaç, 80’li yılların Türkiye’sinde ölüm imgesiyle karşımıza çıkıyor. Berzahın taşıdığı çeşitlilik tek renge indirgeniyor.
Bir parçası oldukları yaşamın bilgeliğini kavramayı ve ona eklemlenmeyi deneyen sanat formlarının peşine düşen yazar, geçmişimizle aramızda bu denli açılan mesafeyi samimiyetle anlamaya çalışıyor. Ezberden ve kestirmeci cevaplar vermeksizin veya geçmişi sömürülmesi gereken bir tahıl ambarı gibi görmeden, örneğin nasıl oldu da İstanbul’un bir beton ormanına çevrilebildiğini gerçekten soruyor ya da sanatını ahlâkı ile birlikte örgütleyen anlayışa gözlerin nasıl kapandığını. Gözün Menzili içinde taşıdığı hayal kırıklığı ve merakla kendisi bir berzaha dönüşüyor, okurlarına yeni imkanları düşünebilmek için bir alan açıyor. Berzah niteliğine sahip coğrafyamızın hâlâ bünyesinde barındırdığı renklilik ve devingenlik içerisinde hayret bulabilecek bir ahlakı arıyor.
Şiir gibi yoğun ve latif bir dille kendini her bölümde kat kat açan kitap temaşayı; duvar resmi, tablo, surname, ikona, hilye, nahıl, basit ev gereçleri ve mandala gibi görsellerden oluşan hayli geniş bir ağ üzerinden kuruyor. Kişiyi okur ve seyirci olarak harekete geçirip zengin bir alımlama olanağı sunsa da ne yazık ki içindeki görsellerin çözünürlüğü, rengi ve büyüklüğü zaman zaman bunu sekteye uğratabiliyor. Yayınevi ya da basımla ilgili olması muhtemel problemin ileriki baskılarda çözüleceğini umarım.
Hızla değişen görsel teknolojilerin çağında insanlık giderek daha fazla imgeler üzerinden algılıyor, düşünüyor ve hayal ediyor fakat bunların ne kadarının seçilmiş ne kadarının ise maruz kalınmış olduğu tartışılır. Benzer şekilde hızın koşulladığı parmakların ekranı kaydırışı ile gözün imgeler üzerinden akışını buluşturan dans ne kadar cezbedici? Karar vermesi daha güç olan ise “uzaklar”dan sesi duyulan acı dolu bir fotoğrafın ardından geçen yıla ait bir kutlamanın kucağımıza düşen imgesi karşısında ne hissedeceğimiz. Gözün Menzili: İslami Coğrafyada Bakışın Serüveni bize doğrudan bir cevap vermeyebilir ama bakıştan kalbe seyreden yolla ilgili başkaca sorular bırakabilir:
“Aşk’ın işi hayret içre hayret”
Şeyh Galip
Comments