top of page
Hüseyin Gökçe

Anonim algılara çomak sokmak

Bulunduğu mekânı dönüştüren, izleyicinin mekân algısını manipüle eden ve yerleştirildiği alanı kendi malzemesiyle bütünleştiren geniş çaplı yerleştirmeleriyle tanınan Mehmet Ali Uysal’ın Hayat Çok Güzel! isimli kişisel sergisi 23 Eylül’de Pi Artworks İstanbul’da açıldı. Hayatın kırılganlığını ve kusurlarını keşfeden karışık teknik heykellerden oluşan serginin odağında hayatın içerisinde gizlenen kusurlar var. Kişisel deneyimlerden ilham alarak birbirinden farklı amaçlarla oluşturulmuş birçok seriyi ahenk içerisinde bir araya getirerek yeni anlam katmanları yaratan sanatçıyla sergi öncesinde konuştuk


Röportaj: Hüseyin Gökçe


Mehmet Ali Uysal ve Beton yatak, 2022, Karışık teknik, 200x145x160 cm, Fotoğraf: Doğukan Yüksel


Son yıllarda sistem tarafından hayat hiç olmadığı kadar steril ve estetik hale getiriliyor. Mekânlar ve bedenler buna göre uyumlanıyor. Bu anlamda ikisi birbiriyle bütünleşmiş gibi. En ufak bir kusur dahi kabul edilmiyor. Bu sahte güzellikler içinde büyük bir yanılsama içinde hayat deneyimleniyor. Olumsuzluklara rağmen “hayat çok güzel!” deyip bir yerden sonra yola bir şekilde devam ediliyor. Bu sürede dünyada problemler çığ gibi büyüyor. Sorunları eleştirmekten ve kavrayıp çözmekten uzaklaşılıyor. Problemlere karşı çıkmak ise neredeyse hiç yaşanmıyor. Mehmet Ali Uysal, bu şekilde uyumlanmış bedenlere ve mekânlara karşı itiraz ediyor. “Hayat Çok Güzel!” söyleminin bir illüzyon olduğunu, yaşanılan gerçeklerle bağdaşmadığını eleştiriyor. Hayatın kusurlu yönlerini mekâna müdahale ederek göstermeye çalışarak anonim algılara çomak sokuyor.


Maddi dünya bilinç ve bellek oluşturuyor. Sürekli çevreleyen mekânlar duyumsama ve belli bir algı yaratıyor. Bu anlamda mekân ve beden arasında önemli bağlar mevcut. Mekânın eserlerinizle olan ilişkisinden bahsedebilir misiniz?


Mekân konusu benim için çok önemli. Kamusal alanların, mimari mekânların sosyolojisi ve psikolojisi; politik bir tavır olarak algılanması… Algıladığımız ilk mekânın anne karnı. En güvende hissettiğimiz yer orası olsa gerek. İlk duvarlarımız “et”tendi anlayacağınız. İlk işlerim bununla ilgiliydi dolayısıyla duvarlarım “ten” oldu. Kamusal alanla daha çok ilişkilendirilmem ise konusu yerkürenin metaforik olarak insan bedeniyle ilişkilenmesiydi olan bir işimin ölçeğini büyütmemle oldu. Mekân farklı bakış açılarıyla birçok işimde özne oldu. 2017 yılında Kapadokya’da Üçhisar Kalesi’nin olduğu tepeye kâğıt bir gemi yapmıştım. İş, o kayığın, o coğrafyada, o tepede olmasıydı. Başka bir yerde anonim bir nesne olacak bu kayık, Nuh’un gemisine evrildi. 2022 yılında Paris, Le Bon Marché’de açılan SU sergisini o mekânı tüketim toplumunun sembol mekânlarından biri olarak değerlendirip tüketim toplumu ve iklim krizi ilişkisi üzerine oluşturdum. Politik bir eleştiri olarak o mekânı sel almış gibi bir biçime soktum. Aynı yerleştirme, bir müze ya da galeride olmazdı. Mekânı duyu organlarımızla algılarız. Görüntüsü, kokusu, sıcaklığı, sesi, dokusu... Ancak göz ardı ettiğimiz derinliğini -tabiri caizse üçüncü boyutunu- hareket etme kabiliyetimizle algılarız. Eğer biz hareket edemiyor olsaydık bir şeyin uzakta ya da yakında olduğunu algılayamıyor olurduk. Gözün anatomisi, fotoğraf makinesinin işleyişine benziyor. Görüntü iki boyutlu olarak retinamıza işleniyor, beyne giden sinyaller sayesinde görüyoruz. Beynimize görüntünün iki boyutlu hali, yani fotoğrafları gidiyor. Mekânın derinliğini ise kinestetik duyumuz sayesinde edindiğimiz deneyimlerle hissedebiliyoruz. Üçüncü boyutu ise göremiyor ama hissediyoruz. Mekânın derinliğini algılamak, hayatın derinliğini algılamakla aynı şey benim için.


Mehmet Ali Uysal, Anonim heykeller, 2011-2023, Polyester, Değişken boyutlarda


Kamusal alanda büyük boyutlu eserler üreterek bu alana müdahalede bulunan işlerinizle tanınıyorsunuz. Ece Ayhan’dan ödünçle ifade edersek “kara kamu”nun her yönüyle hayatı soldurduğu bir dünyada sanatın müdahale etme biçimleri nasıl ve ne şekilde olmalıdır? Radikal bir tavır alarak kamusal alanı dönüştürmesi mümkün müdür? Jacques Rancière›in ileri sürdüğü gibi hayatla uyuşmazlıklar mı yaratmalıdır? Sanat yapma pratiğiniz bu iki uç arasında nasıl bir yerde konumlanıyor?


Yerleştirme diye adlandırdığımız şey, oraya ne koyuyorsak ya da orada yapıyorsak; mekânı ile birleşen, bazen aynılaşan bir şey benim için. Kamusal alan en nihayetinde bir mekân ve bu alanı değiştirmek mümkün. Hayatla uyuşmazlıklar mı yaratmalı, sorusuna cevap veremem. Sanatın belirli bir yöntemi olduğunu düşünmüyorum. Ama Ten heykelini ilk yaptığım süreçten bir örnek vermek isterim. 2008’de Fransa’dan Türkiye’ye dönmeden önce Le Vent des Forets isminde bir festivale davet edilmiştim. Festivalin olduğu bölge II. Dünya Savaşının en çetin yaşandığı bölgelerden biriydi dolayısıyla birçok insanın savaş dolayısıyla öldüğü bir yerdi. Yeni evlenen çiftler, bir gelenek olarak, şehitler anıtına gidip fotoğraf çektiriyorlarmış. Ten işi bu geleneği bozdu. Yeni evli çiftler benim işimin yanına gidip fotoğraf çektirmeye başladılar. İş oranın bir geleneğini değiştirmiş, konduğu mekânın anlamını farklılaştırmış oldu. Uyuşmazlık yaratmak için üretilmeyen bu iş olduğu mekânı yeniden tanımladı.


Kamusal alan algısına dair düşüncem her mekânın politik bir ideolojinin temsili olduğu. Gecekondu mahalleleri, TOKİ konutları, AVM’ler, şehirler, parklar, meydanlar, dini yapılar, müzeler, galeriler… İnsan eliyle oluşturulmuş bir sürü yapı arkasındaki ideolojiyi temsil ediyor ve kültürlere göre de değişim gösteriyor. Ortak alanların bizim kültürümüzde çok önemsendiğini düşünmüyorum. Evlerimiz çok temiz ancak kamusal mekânlarımız pislik içinde. Kamusal alanlarda daha çok heykel olmamasının nedeninin bu tavrımızla ilgili olduğunu düşünüyorum.


Ayrıca kamusal alanlarımız kendimizi özgür hissettiğimiz alanlar değil. Dışarda kendimizi güvende hissetmiyoruz, o yüzden de çok rahat zaman geçiremiyoruz. Kamusal alanlar halkın değil devletin mekânları (şimdi ve daha önce de). Ayrıca ülkemizde kamusal alan radikal olarak değişti. Sistemin istediği biçimde AVM’ler yeni kamusal alanlarımız oldu. Oradan ne zaman çıkarız hiçbir fikrim yok. Sistem buna izin verir mi? Bilemiyorum açıkçası. Bu alanlarda iş yapmak imkânsız mı? Tabii ki değil, her şeye rağmen yapılmalı ve ısrar edilmeli. Bir karşı çıkış için, en önce cesarete, daha sonra da o işin fonlanmasına ihtiyaç var. İşler, toplumsal beklentileri karşılamak için yapılmamalı. Sahiplenilmeyen ve azımsanamayacak paralarla inşa edilen bir sürü ne olduğu belli olmayan örnekler var.


Sanat yapma pratiğimi çok kolay tanımlayamıyorum ama anonim algılara çomak sokmak gibi düşünebilirsiniz. Bunun parçası bazen bir mekân, bazen bir nesne, bazen bir malzeme, bazen de bir saptama oluyor. Kendime niye ürettiğimi sorduğumda, her ne kadar psikolojinin bir konusu olsa da, bireysel problemlerime bencileyin cevaplar bulmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Niye sergiliyorsun derseniz, o da sanki dertleşme ihtiyacı. Malzemenin benim için önemli olduğunu birkaç yerde belirtmiştim. Bir şeyin metalden, camdan, seramikten ya da kumaştan olması önemli. Bu sergide Beton Yatak isimli bir işim var mesela. O yatağın beton olması ve içinden inşaat demirlerinin çıkması önemli. Hatta iş o.


Mehmet Ali Uysal, Ufuk, 2023, Karışık teknik, 200x145x70 cm

Bazen bir imge, bazen bir dize veya kavram bir serginin oluşmasında pay sahibidir. Hayat Çok Güzel!’i uzun bir süredir canınızı sıkan bir söylem olarak değerlendiriyorum. Kalıplaşmış bir sözcükten yola çıkarak sizi farklı malzemelerden karışık teknik heykeller üretmeye yönelten arzuyu merak ediyorum.


Doğrudur, hayatın çok güzel olduğu ve bu kabulle her durumunu sindirmemiz gerekliliği bana anlamsız gelmeye başladı. Bu algının modern yaşam biçiminde bizi sürekli mutlu olmaya amaçlayan, hayatı algılamanın ikincil öneme sahip olduğu bireyler haline dönüştürdüğünü düşünüyorum. Sorgulamaya harcayacak zamanımız ve de tahammülümüz yok gibi. Özellikle sosyal medya ve dijital dünya bizi öyle bir şeye dönüştürdü ki, duyguları, düşünceleri olan doğal bir varlıktan; bir görüntüye evrildik. Artık hayatı derinliğinden bağımsız iki boyutlu algılıyoruz. Görüntüye dönüşmüş insanlar olarak birbirimizle yarışıyoruz; göbekli olamayız, çirkin olamayız. Kıyafetlerimiz modaya uygun olmalı. Yaşadığımız yerler değilse bile görüntümüzün yer aldığı mekânlar tasarım mekânları olmalı. Ve görsel olanın tecavüzüne o kadar maruz kalıyoruz ki, yaşamayı öteleyip, insan olduğumuzu unutup, görüntü olarak, diğer görüntülerle yarışıyoruz. Hayatımız güzel değilse bile öyle yansıtmalı, öyle yaşamalı ya da öyle yaşıyor gibi yapmalıyız. Bu sizi de rahatsız etmiyor mu?


Yanılsamaların hayatta belli bir yeri vardır. Gerektiği kadar olduğunda birçok şeyi değiştirip dönüştüreceğini düşünürüm. Sahte yanılsamalar ise anestezik bir etkiye sahiptir. Hayat Çok Güzel! bu anlamda zihinlerde ve ruhlarda çınlayabilir. Bu söylemdeki ideolojiyi gündelik olanla uyumlanmaya yönelik mi olarak okuyorsunuz? Her olumsuz durumdan geçici olarak toparlanmaya yönelik bir bariyer ve yanılsama mı olarak değerlendiriyorsunuz?


Bu sorunun cevabı çok net bende. Evet. Konumlandırmaya çalıştığım şey, bu algının bizi tepkisizliğe ve kabullenişe yönelttiği. Hayat her şeye rağmen çok güzel, görünüşte zararsız bir anestezi gibi görünse de sonuç olarak tepkisizliğe ve her durumu kabullenişe kadar giden bir anlatısı var. Ben bunun sistem tarafından pompalandığı ve suiistimale açık, karşı çıkmayan bireylere dönüştürüldüğümüz iddiasındayım. Kendimle yaptığım hesaplaşmada bu tür bir sonuca çıkıyorum. Her 1 Mayıs’ta, Paris’te göstericiler tarafından lüks mağazaların camları kırılır. Ben bu tepkiyi anlıyor ve önemsiyorum. Sembolik belki ama lüks tüketimin, açlıkla sınanan hayatların önünde gerçekleşmesine verilen tepki. “Hayat çok da güzel değil” diyenlerin, hayat her şeye rağmen çok güzel diyenlere tepkisi.


Mehmet Ali Uysal, Hayat Çok Güzel!, 2023, Karışık teknik, 140x250 cm


Byung-Chul Han günümüz insanının performans öznesi olduğunu vurgular. Hayata bu şekilde katılmak için problemler ve negatif durumlar bir an önce geride bırakılmalı. Sürekli “sonrasız bir şimdi”nin içine atılan insan bu anlarda ancak performanslarıyla var oluyor. Geçmiş ve geleceğe yönelik neredeyse herhangi bir tahayyül kurmaz, duygulanım yaşamaz ve hafıza oluşturmaz. Asıl olan işte, evde, sosyal medyada ve kamusal hayatta yerine getirilmesi gereken performanslardır. “Sonrasız bir şimdi” içinde mekânın ve bedenlerin örgütlenmesi hakkında neler söylersiniz?


Bu söylemi, Rumi’den de biliyoruz. Mantığımız da bunu söyler. Yapabiliyor muyum? Tabii ki yapamıyorum. Her tarafım geçmişimden ve gelecek kaygılarımdan gelen yüklerle dolu. Yapabilen varsa içtenlikle kutlarım. Sonrasız bir şimdi içinde mekânın ve bedenlerin örgütlenmesi, şiir gibi bir yaşam olurdu. Sürekli bir değişimi ve tanımlanması güç bir hayat tasviri ortaya çıkar ki, bir idea olarak heyecan duyarım. Belki de o zaman var olduğumuzu ve yaşadığımızı hissederiz.


Gündelik hayat kültür endüstrileri yoluyla estetize ediliyor. Giyim kuşamdan, sokaklara, yaşam alanlarından sosyal medyaya kadar birçok alan steril ve estetik bir görünüm sunuyor. Bu durumun kendisinin olumsuz ve kusurlu şeyleri barındırmayacak ortamlar sunduğunu düşünüyor musunuz? Bu anlamda mekâna müdahale etmeniz mekân ve zamanın kusursuz bir şekilde örgütlenmesine yönelik tavra bir karşı çıkış olarak değerlendirilebilir mi?


Sorunuza cevap olarak size gerçekleştiremediğim bir projemi anlatmayı deneyeceğim. Yaşım gereği İnternet’in hayatımıza girişine şahitlik etmiş biriyim. 1994 yılında ODTÜ’ye öğrenci olarak geldiğimde, İnternet Türkiye’ye yeni gelmişti ve büyük bir heyecanla yeni dünyaya şahitlik edeceğimizi hissediyorduk. Yıl 2023, otuz yıl geçti. İki yıl önce Instagram hesabım çalındığında bu değişimin büyüklüğünün farkına vardım. İletişimde olduğum birçok arkadaşımla hesabım çalındıktan sonra iletişimimin kopmasıyla yüzleştim. Görüntün ortalarda dolaşmıyorsa yoksun. Abartı olur mu bilemedim ama, ölmüş gibisin. 1994 yılında duyduğum heyecanın beni getirdiği son nokta.


Diğer bir konu, Paris’in en eski ve daha çok lüks tüketimin yapıldığı bir alışveriş merkezi olan Le Bon Marché’de yaptığım sergi sürecince yaşadıklarım. Sergi süresince dört basın toplantısı gerçekleştirdik. Basın toplantılarına gazetecileri beklerken çoğunlukla influencer’ların gelmesi, her ne kadar değişen dünyaya şahitlik ettiğimi söylesem de beni çok şaşırttı. Sizin de sorunuzda bahsettiğiniz estetize edilmiş steril ve estetik görsellere maruz kalma konusu da var. Mekânlar ve kostümler, bu amaca hizmet edilmesi için yaratılmaya başladı. Her şeyi, insanları, mekânları, doğayı görüntü olarak algılamaya başladık. Burada sanatın da payı azımsanmayacak kadar fazla. Özellikle sergiler, fuarlar, bienaller bu durumun en büyük destekçilerinden. Sergiler sosyal medyada ne kadar dolaşıyorsa o kadar başarılı bulunuyor (durumdan kendimi soyutlamadan söylüyorum). Dolayısıyla sergiler, görüntüsü dolaşıma girecek şekilde kurgulanıyor. Bununla yüzleşmekte fayda olduğu kanısındayım.


Gerçekleştiremediğim projemin ismi Oh my gooood! I am in Art Basel. Amacım dünyanın bu en ünlü fuarında bir fotoğraf sergisi oluşturmaktı. Bildiğiniz gibi Art Basel sanat pazarını kontrol eden ve neredeyse her galerinin, sanatçının ve koleksiyonerin dahil olmak istediği fuar. Öyle bir marka oldular ki sadece oraya gidip Art Basel’i de etiketleyerek Instagram’da bir fotoğraf paylaşmak görüntünüze büyük bir prestij. Bu sergide o fuara izleyici olarak gelenlerin selfie’lerini sergileyerek duruma eleştirel bir katkı sağlamak istiyordum. Hatta o sergiye görüntü koyabilmek için bir miktar para ödemek gerekecekti. Projenin amacı mekânsal müdahalenin yanı sıra izleyiciyi, sanatçıyı, galericiyi, koleksiyoneri projenin içine katarak yaşadığımız durumun saptamasını yapmak ve (kendimi de dahil ederek) eleştirmekti.


Serginin kavramsal çerçevesinin karşına “hayat çirkindir” ve kötüdür gibi bir diyalektikle yaklaşsaydınız kendi ufkuna çeken bir söylemi başkaca bir yönde tekrar üretmiş olurdunuz. Bu söylemin geçerliliğini geçersiz ilan etmek adına neleri bir tehçizat olarak kullandınız?


Bu teçhizatlanma yıllardır yavaş yavaş içimize işlemiş bir durumdan yola çıktı. Durumun benle ilişkili olduğu gibi çağımızla da ilişkili olduğu aşikâr. En basit hali ile sosyal medyaya olan bağımlılığımız. Bir anda sosyal medyanın çöktüğünü düşünsenize. Doğal afetlerden daha büyük bir etki yapacağından kuşkum yok. Sosyal medyanın çökmesi, yaşadığımız depremden, salgından bile yıkıcı olur diye düşünüyorum. Hayatı estetize ettik, acılarımızı bile. İçerik malzemesi haline getirip görsel iletişim malzemesine dönüştürdük. Algılarımız hep “güzel” bir hayatımız var ve olmalı gibi işliyor. Hiç kimsenin kendisinin bunalımlı halini göstermek gibi bir derdi yok, hep gülüyoruz, hep tasarım mekânlarda zaman geçiriyoruz, doğal olan her şey bizim dekorumuz. Ağlasak da, üzülsek de; bu türden durumları hiç yaşamıyor gibi yansıtıyor, öyle yaşadığımıza kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. İster istemez başkasının ne yediğine, giydiğine bakıp kendimizi bu görüntü şöleninin içinde sorguluyoruz. Derdimiz kendimiz olmanın ötesinde, gördüklerimizden daha iyi olmak. Her şey; mekân, doğa, kendimiz dahil bir görüntüden ibaret. Bu durum, başkaları adına konuşmak istemem, ama benim ana mutsuzluk sebeplerimden.


Şimdi gelelim ben ne yapmaya çalışıyorum. Sanat tarihinde örnekleri mevcut. Manzoni’nin Artist’s Shit konservesi mesela. Geleneksel sanat algısı ve sanat pazarını eleştiren işi. Sistemin içinden sistem eleştirisi yapmıştır ve de başarılı bir iştir. Bu örneği vermemin sebebi şudur. Sistemin dışına çıkarak yaptığınız eleştiri dikkate bile alınmıyor. Yapılan işin eleştirisi, okunabilir bir zeminde olmalı. Paris'te yaptığım SU sergisini de ben bu şekilde değerlendiriyorum. Tüketim toplumunun sembol mekânında, tüketim toplumunu eleştirmekti amacım.


Bir önceki soruda açıkladığım Oh my goood! I am in in Art Basel projesi de bu duruma bir örnek olabilir. Sosyal medyayı kullanarak, hayatlarımız ve bulunduğumuz mekânların estetize edilmiş, görüntü haline çevrilmiş olmasına bencileyin bir eleştiridir. Bu sergi özelinde, 1 Mayıs eylemlerinde lüks mağazaların kırılan vitrinlerinden yola çıkarak yaptığım iş başka bir örnek olabilir. Hayatın içinden bir eylemi, sergi mekânına taşıyarak.


Mehmet Ali Uysal, Su, 2022, Yerleştirme, Le Bon Marché, Paris


Dünya nükleer tehditler, savaşlar, gıda krizi, insan eliyle yaratılmış doğal felaketlerle yüzleşiyor. Dünyayı sahte bir şekilde olumlayanların dışında bütün bu olup biteni bilen, sonuçlarını gören ve ızdırap duyan bir başka kesim de var. Ama bu türden bilme ve ızdırap duyma bir şeyleri değiştirecek güçte değil. Zira bilme ve fark etmek bir kuvvet ve direnç oluşturacak şekilde değil. Bu yöndeki nihilizmi nasıl yorumlarsınız?


Modern hayat bizi küplerin içine sokmuştu, dijital dünya bizi bir görüntüye çevirdi. Küresel ısınma hepimizin hayatının içine girdi ki sebebi insanın kendisidir. Özellikle son yıllarda artan yangınlarla birebir tanık oluyoruz. Savaşlar ve gıda krizi cabası. Küresel ölçekte örgütlü hareketlerin olduğu gibi ben bireysel anlamda birçok insanın elinden gelen neyse yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Ancak öyle bir değişimle karşı karşıyayız ki, karşı çıkmanın bir sonuç getirmeyeceğini neredeyse hepimiz biliyoruz. Her şey çok hızlı değişiyor. Daha dijital dünyanın yarattığı sorunlarla yüzleşmeden önümüze yapay zekâ çıktı. En son Hollywood’da yapılan iş bırakma eylemleri. Birçok sebebi olmasına karşın, temelde karşı çıkılan şey YZ’nın senaristlerin, yönetmenlerin, oyuncuların, sinema sektöründeki birçok iş dalını tehdit etmesi. Değişim durdurulabilecek mi? Aslına bakarsanız her birimiz bunun cevabını biliyoruz. Tabii ki de durdurulamayacak. Daha önceki deneyimlerimizden yola çıkarak birkaç yıl içinde büyük oranda bu değişimin gerçekleşeceğini söylemek yersiz olmaz. Birçok alanın içine girdiği gibi, yapay zekâ ile sanat yapan sanatçılar ortaya çıktı bile. Tam da dediğiniz gibi, bilmek ve fark etmek bir güç oluştursa bile, değişimi durdurmak için yeterli değil. Farkındalığı olan ve bu konuda karşı çıkmanın bir sonuca gitmeyeceğini düşünen birine, “Niye karşı çıkmıyorsun?” diye sormak bence yersiz.



Comments


bottom of page