Şafak Şule Kemancı’nın, Depo’da, Sınır/sız küratörlüğünde 1 Ağustos’a dek devam eden ilk kişisel sergisi bütün kuşlar benim bahçeme gelir, bütün kuşları etrafına toplamak isteyen davetkâr ve oyuncu bir bahçe. Politik ve toplumsal olarak yalnızlaştırılmış, izole edilmiş ve sınırlanmış bedenlerin aşkın bir ifade alanı bulduğu bu bahçeyi, yarattığı kuir ve feminist ekosistem üzerinden değerlendirdik
Yazı: Mehveş Ungan
bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinden yerleştirme görüntüsü,
Depo İstanbul, 2021, Fotoğraf: Doğan Kemancı
bütün kuşlar benim bahçeme gelir adlı ilk kişisel sergisiyle Şafak Şule Kemancı, Depo’nun giriş katında bizi arzunun yeşerebileceği korunaklı bir alana davet ediyor. İsmini Küçük İskender’in bir dizesinden alan sergi gerçekten de bir bahçe gibi kurgulanmış.
Cennetten kovulmanın sembolü yılan bizi kapıda karşılıyor: Pembe arka planın üstünde denizkızı pullarından birbirine sarmalanmış baş başa üç yılanın eşiğinden girdiğimiz bu renkli ve kuş sesleriyle şenlenmiş sergi birbirinden farklı materyallerle oluşturulmuş çiçek motifleriyle dolu. Bilge Karasu’nun kelimeleriyle ifade edersek; “Otların içinde bir yılan dalgalanır, hem erkek hem dişi.”
Biyo-çeşitlilik, cam altı tekniğiyle boyanmış art nouveau desenlerini anımsatan floral seriden, fanusların altında saklanan polimer kilden egzotik bitkilere dek uzanıyor. Daha yakından bakıldığında bitkiler başkalaşıyor, tavandan sarkan tüylü yapraklar, patlayan tomurcuklar vulvayı anımsatan formlara bürünüyor...
Çoğulluk alanı olarak bahçe, aslında tarihsel açıdan aşina olmamız gereken bir motif. Örneğin, Epikür, şehrin kurallarından uzak, dönemi için sıradışı bir şekilde kadınların da dâhil olduğu toplantılarını bahçede gerçekleştiriyor. Doğu edebiyatında ise bahçe, şiirlerde bir tahayyül olarak yaratılan, kokularla hazları davet eden, yoğunlaştıran bir yer... İnsan eliyle ehlîleştirilmiş cennet benzeri… Önemli erotik kaynaklardan Şeyh Muhammed El Nefzavi’nin 15. yüzyıldan “Itırlı Bahçe” metaforu cinsel deneyimi bahçede yaşanan tensellikle bağdaştırıyor.
bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinden yerleştirme görüntüsü,
Depo İstanbul, 2021, Fotoğraf: Doğan Kemancı
Kemancı ise bu tarihselliğin ötesinde, daha yakın bir oluşumdan ilham alıyor: Eko-seksüellik. Bu akıma göre doğayı iç içe geçtiğimiz bir sevgili olarak görmek, onu korumanın yollarını, aktivizmi aşk ve tensellikle birleştirmek gerekiyor. Eserlerde Deleuze ve Guattari’nin “hayvan-oluş” kavramlarını anımsatan bitki metamorfozu üzerinden bedenleşme gözlemliyoruz. Beden hazların içinde erirken, bazen kaktüse bazen ise sarmaşıklar içinde kaybolan fragmanlara dönüşüyor.
Eko-seksüelliğin manifestosunu partneriyle yazan Annie Sprinkle 1990’larda vajinayı görünür kılmak için çığır açan performanslar yapmış seks pozitif bir figür. Çeşitli tıbbi aletler kullanarak kendi rahim ağzını yatar pozisyonda açtığı ve insanların birebir ve yakından bakmasına izin verdiği Public Cervix performansı pek çok açıdan önemlidir...
Kemancı’nın hayran kaldığı noktanınsa aktivizmin aşkla sarmalanması olgusu olduğunu düşünüyorum. Hak ihlallerini anlatarak acı hikâyelerini çoğaltmak yerine, bedenin sınırlarını aşarak dört bir yana kök salan coşku potansiyelinin müjdecisi olmak istiyor sanki…
Marxist feminist Silvia Federici, kapitalizm bedeni bir iş makinesine dönüştürmeye çalışırken, hazzın, dans eden bedenin neşeli militanlıkla buna karşı koymasını salık veriyor.* Bu bağlamda, serginin küratör ekibi Sınır/sız 2017’den beri yaptıkları kolektif çalışmalarda, kurban pozisyonuna indirgenmiş ya da aşırı seksüalize edilmiş beden temsilinden başka bir yerlere işaret eden sanatçılara alan tanıdıklarını vurguluyor.
Aktivizmle göbek bağı asla kopmamış sanat dilini oluştururken, Kemancı için arzunun kutsanarak su yüzüne çıkarılması amacı belirleyici olmuş. Londra’da sanat öğrenimi sırasında, eşcinsellerin kamusal alanda el ele tutuşmalarının dahi hâlâ yasak olduğu dönemde -çok da uzak değil 2000 yılından söz ediyoruz- duvar kâğıdı gibi etrafa yayılıp kendini var eden bir materyali erotik karşılaşma desenlerine bulamış, imgelerini dikkat çekmeden mekânın bir parçası haline getirme stratejisi geliştirmiş.
bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinden yerleştirme görüntüsü,
Depo İstanbul, 2021, Fotoğraf: Doğan Kemancı
Verilere bakınca, “hakların koruyucusu, özgür Avrupa” parlatılmış ve çoğu kez problemli bir söylem. Tanınan bir feminist Amerikalı yazar olan Naomi Wolf son kitabında 19. yüzyıl İngilteresinde (En bilinen örneği Oscar Wilde’in homoseksüellik iddialarıyla hapse atılmasıdır.) eşcinsel oldukları için daha büyük cezalara çarptırılan kişileri araştırmak isterken İngiliz devletinin arşive erişiminin nasıl engellendiğini ve kitabının yayın tarihinin bilerek geciktirildiğini anlatıyor. Zira Avrupa öz kritikle kendi geçmişiyle yüzleşmek yerine, hak savunuculuğunu polarize edici şekilde kullanıyor.* Avrupa’yı da gayet iyi tanıyan Kemancı’nın duruşunun kültürel olarak baskın anlatılara bağışık bir düzlem yarattığı kesin.. Künyesiz izlenime sunulmuş diğer eserler arasında nadir olanı duvar kâğıdı: Esra ve Özge; aşk hikâyemizin kahramanları. Bu çiftin fotoğraflarından hareketle çizilmiş motiflerle bezeli yedi metreye yayılan eserde odağı olmayan bir bakışla yitip gidiyoruz. Açıkça kimlikleri olan öznelerin deneyimlerinin bir parçasını görür gibi olsak da desendeki tekrar, algımızı sonsuzluğa taşıyor, yüzlerinin silinmesine varıncaya dek…
Merkezden kaçma ve odak noktasını etkisiz kılma feminist bir proje olarak başka pek çok eserde denenmiş: Yine 90’lı yıllarda Joyce Kozloff başka kültürlerden esinlendiği (Kama Sutra ya da Japon Shunga gibi) erotik sahneleri resmetmiş fakat motifleri çerçeve olacak şekilde kenarlara konumlandırmış. Sanat tarihçisi Linda Nochlin de bu çabayı patterns of desire (arzunun desenleri) olarak kavramlaştırmış ve fetişize eden bir görme eylemine direniş olarak okumuştu.
Duvar kâğıdının benzerlik gösterdiği diğer bir elementse, İslâm mimarisinin vazgeçilmezi girih. Tekrarlayan geometrik formların müzikalitesiyle bakış dağıldığında ne oluyor? Tekilliğinden uzaklaşan özne bu algı üzerinden tanrısal olana yakınlaşıyor. Bu olgu anlaşılmayıp, Avrupa kökenli söylemde ornament (süs) tabirine indirgenmiş olsa da, bugün heteroseksüel erkek bakışa male gaze karşı bir strateji olarak yeniden ele alınabilir. Zira sabote ettiği şey tam da, bulunduğu konum sabitlenmiş, görüş alanını domine eden özne pozisyonunun iktidarı...
Sergideki desen ve erotizmin birleşiminin yarattığı huşu bana kalırsa girihte yakalanana yakın bir deneyime gebe. Duvar kâğıdının ritminde sadece bakan özne değil, bakılan kimlikler de zamanla çözülüyor…
bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinden yerleştirme görüntüsü,
Depo İstanbul, 2021, Fotoğraf: Doğan Kemancı
İlginçtir ki, sanatta vulva imgesi 1970’li yıllarda erkek özneye tepkisellikten doğuyor. Judy Chicago oldukça ses getiren The Dinner Party yerleştirmesinde (1979) farklı dönemlerden kadın figürlerini anıtlaştırırken seramik tabaklar kullanıyordu. Dalgalanan katmanlarıyla vulvar forma ulaşan bu semboller, sadece sanatın içkin libidinal ekonomisine değil, yüksek sanat eleştirmeninin dokunulmazlığına da saldırıyordu. Bu bir haz meselesi değildi. Kadının sanat dünyasındaki dışlanmışlığına istinaden bir göstergeydi.
Feministlerce erkek özne saydamlığından çekip çıkartılmalı, arzunun imlenmesiyle görünür kılınmalıydı ki evrenselleşmesinin kökeninde yatan arzu ıslahı tartışılabilsin. Zira Immanuel Kant’a sırtını dayayan estetik teorisi; sanat deneyimini serinkanlı, bedenin heyecanları ve affektlerinden kopuk bir gözlem olarak inşa eder... İdealize edilen çıplaklık karşısında kayıtsız kalış, insanın içinde hayvansal olanın kontrol altına alınmasının kanıtı mahiyetindedir. 20. yüzyıl başlarında Türkiye’nin modernleşme projesinde nü resmi bir turnusol kâğıdı gibi kullanılmış, üryan beden tasviri önünde afallayanlar bu deneyde henüz modernleşememiş ilan edilmişti. 21. yüzyıl feminist sanatta vulva tam da bu yapay ehlîleşmeyi gülünç hale getiren bir kılıktadır. İfşa edilmek istenen gerçek, kendine hakim özne yaratılması uğruna kadın bedeninin bir yansıtma sathına dönüştürülmesi ve vulvanın susturulmasıdır.
Kemancı ise bir lezbiyen olarak işlerinde erkek özneye kendi arzusunun doğası gereği kayıtsız, bahçedeki zambaklar, ikinci dalga feminizminin gölgesinden ışığa, yine geleneğin izini sürerek çıkıyor. Cam altı tekniğiyle yapılmış Vulva Serisi Anadolu’da evlere asılan Şahmeranlar’dan ve camilerdeki cam işlerden esinlenmiş. Boyanan kısmı ters çevrilen ve camın geçirgenliği bir arka planla kapatılan çalışmaların bugün çağdaş sanatta popülarite kazanan minyatür sanatı gibi saraylı bir geçmişi yok.
Tarihsel tekniklerin çağdaş sanatta yeniden kullanımı pek çok kez özgün anlatılara ön ayak olmuştur: Örneğin Mieke Bal’ın üzerine heyecan verici teoriler geliştirdiği Hintli sanatçı Nalini Malani 1998’de The sacred and the profane adını verdiği çalışmasını hayata geçirmiş; saydam silindirler üzerine boyadığı imgeleri ışık kaynağıyla duvarlarda hareketli yansımalara dönüştürmüştü. Kutsal ve erotik olanın bağını da ülkesinin geçmişi üzerinden sorgular hale gelmişti, zira Malani Hindistan’da dini tasvirler için kullanılan cam boyama tekniği kökeninin Çin’den gelen erotik eserlere dayandığının bilgisini edinmiş.
Kemancı’nın gelenekselliği, onu arzunun dışavurumunda modernitenin saldırgan tarzından sakınıyor.
bütün kuşlar benim bahçeme gelir sergisinden yerleştirme görüntüsü,
Depo İstanbul, 2021, Fotoğraf: Doğan Kemancı
Benzerlik ilişkisi kurmayıp farklı renk tonlarından vulvalara gönderme yaparak gizli bir erotizm kurgulayan sanatçı, camın saydamlığıyla ve merkezi boş bırakarak, eserin parçası haline getirdiği, asırlarca korkutucu kara delik olarak tasvir edilmiş cinsel organı başka bir düzleme taşıyor.
Zira Batı, Hıristiyan ahlakına savaş açtığında dahi, cinselliği kirleten, değerleri alaşağı eden subversive (yıkıcı) bir olgu olarak silahlaştırmaya meyilliydi, bugün hala dilimizden düşürmediğimiz Freudiyen, Lacaniyen teorilerin vulvayi kastre edilmiş bir organ, erkeğe bu tehdidi hatırlatan bir eksiklik olarak görmeye hevesli oluşları gibi.
Oysaki bu coğrafyanın bedenle böylesine sorunlu bir ilişkisi yok, Thomas Bauer’in açıkça dile getirdiği gibi, “Cinselliğin aynı zamanda hem haz hem de felaket getirdiği inancından doğan müphemlik, Yakın Doğu’da yoktur.” Bu açıdan, belki de Bati feminizmin uğraklarının yani sıra şöyle gerçekleri aydınlatmak gerekiyordur: Cinsel haz Gazali’de cennet deneyiminin bir önceli olarak ele alınır. Unutulmaya yüz tutmuş Bahnamelerde bazı kadınların birbiriyle sürtünmeden hoşlanmaları ve erkekten uzak durmak istemeleri olgusu da herhangi bir sorunsal haline getirilmeden tartışılır. Doğu edebiyatında vulvaya düzülen güzellemeler ise dünyada emsalsizdir. (Bakınız: As-Suyuti, Galal ad-Din: Fi al-gima wa-alatih; al-Katib, Abu al-Hasan: Gawami al-ladda).
Serginin en sevdiğim kısmı ise dark room havası verilmiş duvar kâğıdının ardında kalan bölüm. Lezbiyenlerin henüz kendilerine mâl edemediği bir alan olması bir yana, daha kavramsal düzeyde bana kişinin arzunun karanlığına açılma cesaretini sembolize ediyor. Tomurcuklanan, sürekli meyve veren fetiş suni deri, suni kürk gibi maddelerden yapılmış siyah bitkinin huzurunda, bilinçli bir iştah olarak arzuyu kucaklama imkânı doğuyor... Doğuştan bir yönelim, kontrol edilemez dürtüler gibi af dileyen söylemi geride bırakıp, ilişkilenme içinde çoğalan, tohumlar saçan, değişen, henüz bilmediği kokulara ve tatlara aç yaşamsal bir çaba olarak arzuya kendini açmak…
*Konu ile ilgili daha geniş okumalar için:
http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-15-ekim-2011/arap-dunyasinda-queerlik-uzerine/
Joseph Massad, Desiring Arabs, Chicago Press, 2007
Silvia Federici, Tenin Sınırlarının Ötesinde, 2019, Otonom Yayıncılık
Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslam, 2019, İletisim Yayınları. Orijinali: Die Kultur der Ambiguität, 2011.
Comments