top of page
Pia Regenbrecht

Aşırı yüklenme hissi üzerine araştırmalar

Tasarımcı Pia Regenbrecht, günlük “dijital” aktivitelerin yol açtığı aşırı bilgi yüklenmesi üzerine çalışmaya başladı. 2021 yılında, Design Academy Eindhoven’da Sosyal Tasarım bölümünde yüksek lisans tezi olarak The attention lab (Dikkat laboratuvarı) adlı projesini gerçekleştirdi. Regenbrecht, aşırı yüklenme duygusu ve bu duygunun dikkat süresiyle ilişkisi hakkında yaptığı araştırmalar üzerine yazdı


Yazı: Pia Regenbrecht


Pia Regenbrecht, Aşırı Yüklenme Hissi Üzerine Araştırmalar, The Attention lab, Videosundan görüntü, 2021


Bilgiyle bir yoğun bir seyrek, düzensiz bir ilişkisi olan ve bilginin verdiği keyif ve coşku ile aşırı bilgi yüklenme hissi arasında gidip gelen biri olarak, aşağı yukarı iki ayda bir Instagram, Pinterest ve diğer uygulamaları telefonumdan silerim. İki haftalık bir detoks molasının ardından, onları çok özlemiş olarak tekrar indiririm. Büyük miktarda bilginin, normalde bilgi eksikliğine son vererek değer ve anlam yaratması beklenmekle birlikte; ilham bulmaya, fikir üretmeye, hatta bazen yoğun bir coşkuya da yol açabilir. Sonra aniden her şey altüst oluverir ve zihnin aşırı aktif çalışmasına ve kafanın daha da çok karışmasına yol açar. Bilginin kişi için bir yük haline geldiği o kritik eşik noktası tam olarak neresi? Hatta bunu bir adım daha ileri götürecek olursak, bunun tam tersini gerçekleştirmek için tasarım bu sürece bilfiil ne şekilde müdahale edebilir?


Kontrolü kaybetme hissi


Önce, sayısallaştırmadaki kültürel gelişmeleri, bilginin çoğalmasını ve aşırı yüklenme hissinin ortaya çıkışını gözden geçirdim. Bilişimciler “aşırı bilgi yüklenmesini” eldeki bilgi çeşitliliği üzerinde kontrol sahibi olamama ve bunun sonucunda ortaya çıkan ambale olma hissi olarak tanımlıyor. Bu hissin tarihsel olarak günümüz dijital toplumuna özgü olmadığı anlaşılıyor. Bawden ve Lyn, The dark side of information (Bilginin karanlık yanı) adlı makalelerinde bu sorunun kökenini akademiye atfediyorlar. Örneğin, araştırmacılar ve yazarlar her zaman, kendi ilgi alanlarında yayımlanmış olan materyalin engin çeşitliliği karşısında bu büyüklükle başa çıkamayacak olma hissine kapılırlar. Bilgiye erişimin yaygınlaşması ve yazılı metin dışında yeni medya türlerinin gelişmesi sayesinde, kişilerin yararlanabileceği bilgi miktarı tüm sosyo-ekonomik ve kültürel alanlarda kontrol edilemez boyutlara ulaştı.(1)


Ancak aşırı yüklenme olgusu sadece teknolojik buluşlarla yaygınlaşmadı. Bilginin sürekli çoğalması ve bilgiyi destekleyen altyapının genişlemesine ek olarak, bilginin özümsenmesi de bir şekilde daha da hızlanmakta gibi görünüyor. Sosyoloji bu artan hızı, onun bütün toplumsal ve kültürel eğilimler ile hareketler arasında iç içe geçmiş yapısına odaklanarak, bütünsel boyutlarıyla anlamaya çalışıyor. Alman sosyolog Hartmut Rosa kapitalist toplumumuza dair bir eleştirisinde üç kültürel sürecin hızlanması üzerine yazar: Teknolojinin hızlanması, toplumsal değişim ve hayatın ritminin hızlanması. Bu süreçlerin somutlaşma biçimlerinden biri mekân ve zamanla ilişkimizi değiştiren iletişim teknolojilerinin hızının artması aracılığıyla gerçekleşendir - bilgiyi daha hızlı ve daha uzak mesafelerden edinebiliyoruz. Bununla beraber, sosyal ilişki örüntülerimizi değiştirme hızımız da artıyor. Dolayısıyla, sürekli değişen odağımız perspektiflerde, değerlerde, eğilimlerde ve yaşam tarzlarında da daha hızlı değişimlere yol açıyor. Bireysel düzeyde bu, belli bir zaman birimi başına çok daha fazla sayıda eylem ve deneyim düşmesi anlamına geliyor. Bu da, eldeki sınırlı bir zaman diliminde kolaylıkla erişilen bilginin tamamıyla baş etmenin imkânsız olduğu hissine ve daha çok bilgi ve verimlilik yerine, yabancılaşma hissine yol açıyor. Rosa, her tür bilginin sürekli erişilir olmasının, özgün bir bilginin üzerimizde uzun süreli bir etki bıraktığında olduğu türden sihirli anların etkisini sildiğini öne sürüyor. Durumları gerçek anlamda deneyimlemeden, “deneyimlemiş gibi” oluyoruz - benlik ile dünya arasında çarpıtılmış bir ilişki oluşuyor.(2)


Rosa, olguyu ve sonuçlarını oldukça sert bir şekilde -neredeyse günümüz kültürünün derin varoluşsal problemi olarak- tanımlasa da, bunu yapmakla pek çok şüphecinin gerçekleri görmesini sağlaması da olası. Rosa’nın ifadeleri, özellikle de yabancılaşmayla ilgili tanımları, dijital dünyanın içine doğmuş olanlara bir parça dramatik gelebilir. Artık bilgiye erişimin daha az olduğu bir dünyaya hiçbir geri dönüş yolunun olmadığı yönündeki can sıkıcı hissiyatımla, ben bütün umudumu aşırı bilgi yüklenmesi durumunun bir adaptasyon sorunu olduğuna vakfediyorum.


Pia Regenbrecht, Aşırı Yüklenme Hissi Üzerine Araştırmalar, The Attention lab, Videosundan görüntü, 2021


Aşırı yüklenme bir adaptasyon sorunu (mu!?)


Bu, belli bir ölçü dahilinde gerçekten de mümkün olabilir. Bawden ve Lyn bu bağlamda, teknolojik aletlerle birlikte değişen bilgi ortamına bağlı olarak birden fazla işi aynı anda yapma (multitasking), yüzeysel okuma, sürekli başka bir şeylerin araya girmesiyle bölünme ve teknolojiyle çok fazla iç içe olmaktan kaynaklanan stres söz konusu olduğunda aşırı bilgi yüklenmesinin patolojisini bilişsel aşırı yüklenme olarak açıklıyorlar. Yaygın görülen semptomlara odaklanmak ve onları ekonomik nedenlere bağlamak yerine, aşırı bilgi yüklenmesini tipik bir adaptasyon sorunu başlangıcı olarak görüyorlar. Her yeni teknik buluşta ve medya çağında bu olgunun tipik bir örneği görülüyor. Yeni icat edilen her araç, yeni olasılıkların yanı sıra mücadeleyi, şüpheyi ve güçlük çekmeyi de getiriyor. Bu söylem dahilinde, sayısallaştırma -dil, el yazısı ve matbaanın icadından sonra- dördüncü medya çağı olarak kabul ediliyor. Aşırı bilgi yüklenmesi, “insan türünün doğal ve kaçınılmaz bir sosyal durumu” olarak açımlanabilir.(3)


Ancak ne yazık ki, bu o kadar kolay değildir. Yeni teknolojik gelişmelere, onlarla uygun şekilde nasıl etkileşime gireceğimizi ve davranışlarımızı nasıl ayarlayabileceğimizi öğrenebilmek anlamında adapte olabiliriz, ancak temel biyolojik yapımız adapte olamaz. Belki önümüzdeki birkaç bin yıl içerisinde olabilir, ancak kısa vadede olamaz. Görünen o ki, buradaki kritik nokta şu: Esasen bizler davranışlarımızı sayısallaştırmaya adapte etmeye çoktan başladık. Ancak, yeni adapte olan alışkanlıklarımız biyolojik durumumuza tam olarak uygun değil. Daha doğrusu, davranış tarzımız temel nöron yapımıza uygun değil.


 

"Artık sınırlar teknolojiyle değil, kendi biyolojimizle tanımlanıyor.' O halde, teknoloji peşinde olmak yerine -ki bu da mümkündür- biyolojik açıdan makul olan nedir diye sormamız gerekiyor."

 

Beyindeki örüntüleri değiştirmek


Buradan yola çıkarak, beynimizde nelerin değiştiğine daha yakından baktım. “Yüzeysel okuma” ve multitasking gibi yeni alışkanlıklar aracılığıyla etkileşimimizi bilgiyle değiştirip dönüştürürken, bir içerikten diğerine daha hızlı geçiyoruz ve onlarla eşzamanlı olarak meşgul oluyoruz. Sadece buna bakarak bile biyolojik durumumuz dahilindeki düşünme örüntülerindeki net değişimler görülebilir. Bilişselliğimizin ana yapısı aynı kalırken, dikkat aralığımız ve beyindeki derin okuma süreçleri değişmektedir. Bu tür süreçler öğrenilerek edinilir, dolayısıyla biyolojiye bağlı değildir, ancak kültürel adaptasyonu temsil ederler. Bilgiyle kurduğumuz ilişkilerin derinliği ve uzunluğu azalıyor, bununla beraber bilgiyle derin ve uzun süreli ilişki kurabilme yetimiz de azalıyor. Buna yol açan da, günümüz bilişim teknolojilerinin aldığı biçimler ve formatlardır. Bu teknolojiler zaman gerektiren derin okuma süreçlerini desteklememekte, aksine temel olarak bilginin kitlesel tüketimini hızla değiştirmek için tasarlanmaktadır. Daha bilgiyle derin bir etkileşim içerisine giremeden, sürekli olarak daha başka neyi ayrımsayıp kavrayabileceğimiz aklımıza getirilir. Tam bir bilgiye odaklanırken, aynı zamanda bir başka şeye de odaklanabileceğimiz anımsatılır. Bildirimler, köprü linkler ve reklamlar İnternet ağının her milimetresini elbette az çok değerli bilgiyle, ama daima keşif olaslıklarıyla doldurmaktadır. Artık bize hatırlatılmasa bile, biz kendi kendimize aklımıza getirmeye başlarız. Bu arada, yazıyı okumaya başladığınızdan bu yana telefonunuza hiç baktınız mı?


“Eğer egemen araçlar mevcut dijital ortam gibi hızlı, multitasking’e yönlendiren ve çok büyük miktarlarda bilgi aktarımına uyumlu süreçleri ilerletiyorsa, okuma döngüsünü de ilerletecek demektir.” (4)


İlk bakışta bu, kulağa iyi haber gibi gelebilir: Demek ki, teknik ortamımıza giderek daha çok alışıyoruz. Ancak, yitirmekte olduğumuz uzun süreli dikkat süresi; çıkarım, eleştirel analiz ve empati gibi önemli bilişsel fonksiyonlarla yakından ilişkilidir, yani her yaşta öğrenmek için olmazsa olmaz olan bütün o “büyülü anlarla”. Rosa’nın yabancılaşma anlayışı, sandığımızdan daha makul olabilir. Bilgiyle derinlemesine ilgilenmeden, sürekli “Acaba daha ilginç bir şeyler var mı?” diye bakmak için odağımızı ondan uzaklaştırırken, aslında bilgiyle aramıza bir mesafe koyuyoruz.


Pia Regenbrecht, Aşırı Yüklenme Hissi Üzerine Araştırmalar, The Attention lab, Videosundan görüntü, 2021


Dikkatimiz: Sınırlı bir kapasite gücü


Anlaşılan o ki, adapte olmak aslında mutlaka arzulanan bir şey olmak durumunda değil. Onun yerine, bize ve temel biyolojik yapımıza gerçekten uyan bilgi ortamları yaratmamız gerekmez mi? O halde, adapte edemediğimiz kısmı anlamamız gerekiyor, yani beynimizin doğal yapısını. İnsanın dikkati limitli bir kapasite kaynağı ve kararlar alırken beynimizi verilerle besliyor. Bedensel olarak büyük miktarlarda bilgi edinmek ve ezberlemek mümkünken, bu bilgiyi bilinçli bir şekilde düzenlemek ve işlemek için gerekli beyin kapasitesi aynı anda yaklaşık 11 bilgi birimiyle sınırlıdır. Veri bir kez işlenip uzun süreli belleğe yerleştiğinde, çok büyük sayıda başka bilginin arasına dahil olarak onlarla birlikte ömür boyu orada kalabilir. Fakat seçici belleğimiz bir filtre gibidir, muazzam miktarlardaki dış uyaranın arasından sadece en ayırıcı nitelikte olanları seçer. Bazı nörobilimciler, görsel verilerin nasıl olup da her zaman birbiriyle yarıştığını açıklamak için, sözde “yanlı rekabet teorisi”nden faydalanırlar. Bütün nesneleri aynı anda görüp farkına varamadığımızdan, seçici algımız daha önemli olanları seçer. Bireysel deneyimlerimiz ve beklentilerimiz, kişisel varlığını sürdürme ve gelişim lehine bu filtreleri ve onları destekleyen önyargıları inşa eder. Bu filtreler, karar verme süreçlerimizi ve tutumumuzu beynimizde halihazırda mevcut bulunan bilgilerle uyumlu hale getirmek için konu dışı bilgileri başka bir tarafa ayırmaktan sorumludur. Bu süreçler insanların oldukça karmaşık varoluşsal biyolojik fonksiyonlarını temsil eder. Bunların bilişim teknolojileri tarafından tamamen yanlış kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Yüzeysel okuma ve multitasking gibi davranışlarda bulunurken, beyinlerimiz sürekli bilgileri filtrelemekte ve aralarından en önemli olanları seçmektedir. Ancak gün içerisinde, bilinçli ve bilinçsiz olarak bu seçip ayırma kararlarını verme kabiliyeti de sınırlıdır. İşin özü, bu sınıra ulaşıldıktan sonra, filtreleme kapasitesi kısıtlanır ve beyin artık gerekli bilgi ile gereksiz olanı birbirinden ayıramaz olur. Yapılan seçimler manipülasyona ve yanlış bilgiye daha yatkın hale gelir. Bu şekilde, karar verme kapasitemizi çok hızlı ve hiç etkin olmayan bir biçimde tüketiriz. Bir içerikten bir başkasına her geçiş ve dikkatin bir yerden bir başka yere yöneltilmesi beyne çok fazla enerjiye mal olur ve çabuk yorulmaya ve aşırı yüklenmeye yol açar.


Pia Regenbrecht, Aşırı Yüklenme Hissi Üzerine Araştırmalar, The Attention lab, Videosundan görüntü, 2021


Sağlığımızın sınırları


Bu yeni düşünce yapıları da yeni olasılıklara açık olmakla birlikte, dikkatimizin biyolojik inşasını yanlış kullanıyorlar. Sağlıkla ilgili elde edilen sonuçlar, fayda ve zarar arasında sağlıklı bir dengenin henüz bulunmamış olduğunu gösteriyor. Dikkati odaklamayla ilgili sinir hücresi gücümüz, benlik ile onu çevreleyen dünya arasında bir bağlantı kurma kabiliyetimizle ilintili. Nöroloji bilimi zihinsel bozukluklar, anksiyete ve birlik duygusunun eksikliği ile dış dünya arasında düşük ya da dengesiz bir korelasyon bulmuştur.(6) Dikkat aralığı azaldıkça, dışsal bilgilere ve içsel tepkilere odaklanma kabiliyeti de azalmakta, böylece bunların her ikisi arasında bir korelasyon kurma kabiliyeti de azalmaktadır.


Anlaşılan o ki, bilme yetimizin ve belleğimizin doğal yapısına karşı çalışıyoruz, hatta böyle yapmakla zihin sağlığımızı tehdit ediyoruz. Öyleyse, günümüz bilişim teknolojileri aracılığıyla beynimizde bu kadar büyük, kendiliğinden oluşan değişimlerin gerçekleşmesini kabul etmek isteyip istemediğimiz üzerine düşünülmesi gerekiyor. Bilgiyle derinlikli etkileşimlere girilememesinin aşırı yüklenme hissini oluşturduğunu ve bunun sonucunun nöron yapımızın manipule edilmesi olduğunu anlarsak, bilişim teknolojilerini daha fazla bu doğrultuda geliştirmek hiç akla uygun gelmiyor. Bilişsel nörobilimci Torkel Klingberg bunu çok güzel özetliyor: “Artık sınırlar teknolojiyle değil, kendi biyolojimizle tanımlanıyor.” O halde, teknoloji peşinde olmak yerine -ki bu da mümkündür- biyolojik açıdan makul olan nedir diye sormamız gerekiyor. Bu noktada, derin okuma süreçlerini bize sağlarken bilişsel kapasitelerimizi de anlayan ve destekleyen bilişim teknolojilerinin nasıl geliştirilebileceği sorusu ortaya çıkıyor. Bilişim teknolojileri bizi sağlıksız yaptığına göre, bizlerin bilgiyle sürdürülebilir bir ilişki kuracak bilişim teknolojileri yaratmamız gerekiyor.


Pia Regenbrecht, Aşırı Yüklenme Hissi Üzerine Araştırmalar, The Attention lab, Videosundan görüntü, 2021


Kişinin kendi dikkat sürelerini keşfetmesi


The attention lab adlı projeme bu olguyu göz önünde tutarak başladım. The attention lab’in amacı sürekli daha çok, daha da çok bilgi arayışında olmak ve tüm bu veriler arasında kaybolmak yerine, zaten ilginç bulduğumuz şeylerin neler olduğuna dönüp bakmak. O bilgi üzerine düşünmek, derinlemesine kafa yormak ve onu başka perspektiflerden görmek. Bilgisayarınızda, sizin en öne çıkan bilişsel tepkilerinizi ve kişisel ilgi alanlarınızı ortaya çıkaran görsel optik tepki anlarının verisini toplamak için göz hareketlerinizi tarayan, göz izleme tekniklerini kullanan bir program olduğunu düşünün. Bakışlarınızın düzensiz sabitleşme noktaları, seçici algınızın temel niteliği, kısaca söylemek gerekirse dikkatinizi en uzun süre çeken şeyler üzerine çalışan bir program. Bu programın bütün bu optik tepki anlarını onların arkasındaki teknik bilgiyle birlikte sizden parçalar olarak topladığını düşünün.


Bu program, size dikkat yoğunluğunuzu, bakışlarınızın hareket bilgisini ve uzunluğunu size gösterebilir. Size gün boyu dikkatinizin ölçüsü, ortalama uzunluk süresi, en yüksek ve en düşük olduğu anlar hakkında bir genel değerlendirme sunabilir. Bir de bu programın, tüm bu verilerden size içinde inceleme yaparak dolaşabileceğiniz bir alan yarattığını düşünün. İçerisinde düşünebileceğiniz, derinleşebileceğiniz ve dikkatinizin önündeki engelleri kaldırabileceğiniz bir alan. Kulağa çok fütürist bir kavram gibi geliyor, ancak bu, bilgisayarınıza takılan basit bir web kamerasıyla bile gerçekleşebiliyor.


Bu tasavvur, dijital tasarımcı Marie Dvorzak’la bir iş birliği, tasarımcı Maik Nothbaum’la bir etkileşim kurmama yol açtı. Kendi dikkat süreçlerimizi kefşetmek amacıyla birlikte bir prototip geliştirdik. Hedefimiz bu uygulamayı çok daha fazla kişi üzerinde denemek, uygulamanın özelliklerini daha da geliştirmek ve programın dizüstü bilgisayarlarda da etkin biçimde çalışmasını sağlamak. Bunun da ötesinde, projeyi büyütüp çok daha büyük bir bağlama taşımak istiyoruz. Şimdiden uygulamanın okullarda bir ağ üzerinden çalışmasını ve ofis bünyelerine entegre edilmesini, çalışma atölyeleri oluşturulması ve uzmanlarla birlikte dikkat üzerine eğitimler verilmesini hayal ediyoruz. Sürdürülebilir bir dikkat kültürünü meşru kılacak ve büyütecek altyapılar kurmayı hedefliyoruz. Dikkatin semerelerinin bugünün dijital hiperuzay kalımsızlığı içerisinde kaybolup gitmesindense onların keşfedilmesini, gözlemlenmesini ve güçlendirilmesini sağlayacak bir zaman ve mekân var etmeyi istiyoruz.


 

(1) Bawden, D. & Robinson, L. (2008) The dark side of information. Journal of Information Science, City University, London

(2) Rosa, H. (2013) Beschleunigung und Entfremdung, Suhrkamp

(3) Levitin, D. J. (2013) The Organised Mind - Thinking straight in the age of information overload, Penguin Group

(4) Wolf, M. (2018) Skim Reading is the new Normal, The Guardian

(5) Klingberg, T. (2008) The Overflowing Brain: Information Overload and the Limits of Working Memory. Oxford University Press, USA

Comments


bottom of page