top of page
Mehmet Kerem Özel

Atina’da dans günleri

Gösteri sanatları yazarımız Mehmet Kerem Özel, 23 Şubat - 03 Mart 2024 tarihleri arasında Atina’da düzenlenen Onassis Dans Günleri 2024 Çağdaş Dans Festivali'nde seyrettiği gösteriler hakkındaki izlenimlerini yazdı


Yazı: Mehmet Kerem Özel


One Song, Miet Warlop, Fotoğraf: Reinout Hiel


Atina’da baharın erken habercisi bir geç Şubat Cumartesinde öğleden sonradan itibaren Onassis Stegi binasının steril fuayesinde -1 ile +5 katları arasında mekik dokuyarak beş saat geçirdim, Onassis Vakfı’nın 11. kere düzenlediği ODD - Onassis Dans Günleri’nin (Onassis Dance Days) 2024 edisyonundaki beş gösteriyi deneyimledim.


Genellikle yaklaşık 10 gün süren, ancak başladığı ilk Cuma-Pazar arasındaki üç günlük zaman dilimine yoğunlaşan bu çağdaş dans festivali her edisyonunda Yunan koreografların yeni işlerinin yanı sıra, Yunanistan dışından bir koreografın bir veya birkaç işine programında yer veriyor. Geçen yıl, son zamanlarda Avrupa sahnelerinde fırtına gibi esen Arjantinli genç koreograf Marina Otero, FUCK ME ve LOVE ME adlı işleriyle festivale konuk olmuştu, bu yıl ise Belçikalı görsel sanatçı Miet Warlop, iki yıl önceki Avignon Festivali’nden beridir hakkında çok konuşulan çalışması One Song ile Yunan seyircisinin karşısına çıktı ve onları kelimenin tam anlamıyla coşturdu. Haliyle, festivalin, programın, akşamın doruk noktası One Song idi, ama önce, bu yılki festivalin yerli işleri hakkındaki izlenimlerim…


MOS, Ioanna Paraskevopoulou, Fotoğraf: Pinelopi Gerasimou


Yunan dans sahnesinin yükselen genç sanatçılarından Ioanna Paraskevopoulou iki işiyle farklı saatlerde Onassis Stegi’nin beşinci katındaki Üst Sahne’deydi. Paraskevopoulou 2022 tarihli ödüllü işi MOS’u tekrar sahnelerken, All of my love adlı yeni işini de ilk defa seyirciye sundu. Paraskevopoulou iki yapıtında da bedenin ve nesnelerin hareketi ile, bu sırada çıkan sesler arasındaki gerilimli ilişkiyi asimetrik ve çizgisel olmayan anlatılarla ortaya serdi. Sahne ikisinde de bir yerleştirme gibi nesnelerle düzenlenmişti. Paraskevopoulou, ilkinde performansçı partneri Georgios Kotsifakis ile, ikincisinde tek başına bu nesneleri kullanarak ses peyzajları oluşturdu. İkisinde de video görüntüleri önemli bir öğeydi. 


Sahne arkasına projekte edilen filmlerdeki hareketlerin, onlarla ilişkisiz nesnelerle nasıl seslendirildiğini, yani foley mantığını bizlere birebir göstererek başlayan MOS, ilerleyen sahnelerde keskin bir viraj alarak, filmleri performansçıların görebileceği ama seyircilerin arkasında kalan bir yüzeye projekte etmeye başlayınca, bizler bu sefer tam da Paraskevopoulou’nun amaçladığı şekilde, performansçıların hareketlerine ve hareketler ile onların sonucu olarak ortaya çıkan seslerin arasındaki ilişkiye odaklandık. Gösterinin ilk andan itibaren ilerlediği diğer bir foley damarı, iki performansçının ses üzerinden filmlerle olan ilişkilerinin yanı sıra birbirleriyle olan ilişkisiydi. İlk sekansların birinde; kadının hareketlerini topuklu kadın ayakkabısı giyerek seslendiren erkek ve ardından bunun tam karşıtının icra edilmesi iki performansçı arasındaki oyunsu gerilimin bize yansıtılan ilk iziydi. Bu gerilim, gösterinin sonunda ikisinin yan yana ve kollarıyla birbirlerinin bedenlerine sarılarak sayısız kere, sahneyi bütünüyle kaplayan daireler çizerek koşmalarının ardından mikrofonları birbirlerinin kalplerinin üzerine koyup kalp atışlarının seslerini dinlettiklerinde doruğa ulaştı.  


All of my love, Ioanna Paraskevopoulou, Fotoğraf: Pinelopi Gerasimou


Paraskevopoulou All of my love’da ise; o olmayan ama rahatlıkla olabileceğini belirttiği bir kız çocuğunun aile ortamında çekilmiş 8mm ev videosu görüntüleri arka planda akarken, elektrikli süpürge, devasa bir örgü, cezve, ahşap parke parçaları, su dolu cam kase gibi eve ait nesnelerle canlı olarak ürettiği sesleri kayıttan kullandığı çocuk, köpek havlaması, piyano, yanan odun ateşi gibi seslerle karıştırarak hafıza, anılar, geçmiş üzerine ilmek ilmek bir peyzaj ördü.

Paraskevopoulou’nun kullandığı nesnelerle çıkardığı seslerin üzerlerinde oynanarak bizlere aktarılması; çoğunun hafif bir yankıya sahip olması, bazılarının bozulması, bazılarının derinden geliyormuş gibi duyulması sahnede etkili bir işitsel atmosferin yaratılmasını sağlıyordu. Bu açıdan, gösterinin ses tasarımını üstlenen Aliki Leftherioti’nin benzersiz bir iş çıkardığını vurgulamak gerekir. All of my love çizgisel veya parçalı, herhangi bir anlatı içermeyen, bunun yerine bir atmosfer yaratmaya odaklanan ve bunu sesle başaran bir işti. Bu işitsel atmosferin üretimi sırasında Paraskevopoulou’nun gerçekleştirdiği hareketler ve sahneyi mekânsal olarak kullanma şekli ikinci plandaydı sanki, ve bu nedenle de zayıf ve etkisiz kaldılar.   


RUNWAY, Christiana Kosiari, Fotoğraf: Pinelopi Gerasimou


Günde beş-altı farklı gösterinin programlandığı festivalde gösteri saatleri birbirinin ucuna eklenmiş şekilde düzenlenmişti. Ancak ilk gösterinin geç başlaması, programda domino taşı etkisi yarattı. Sadece bir gösteriye gelmiş seyirciler çoktan salonda yerlerini almış beklerken, benim gibi birden fazla gösteriye bileti olanlar, bir öncekinden geç çıktığımız için, arada nefes alma veya bir şeyler atıştırma imkânı olmadan, aceleyle o salona yetişiyorduk. MOS biter bitmez, neyse ki aynı katta, binanın arka tarafındaki küçük bir kara kutu mekâna, Christiana Kosiari’nin RUNWAY isimli yeni solo işine koşturdum. 


Kosiari yaklaşık 35 dakikalık RUNWAY boyunca etrafındaki farklı kotlara, uzanabileceği uzaklıklarda yerleştirilmiş, içlerinde gösteri sırasında kullanacağı malzemelerin bulunduğu küçük kutuların ve askılıkların bulunduğu bir yerleştirmenin merkezindeki bir koşu bandının üzerinde yürüdü. Kosiari, güzellik ve sağlıklı yaşamla özdeşleşen, ama aynı zamanda, bu konularda piyasa tarafından belirlenmiş standartlara ulaşmayı takıntılı hale getiren günümüz dünyasında kişinin kendisine uyguladığı işkencenin aletlerinden birine de dönüşebilen koşu bandında hiç durmadan; kadın bedeninin ve yüzünün yaşla birlikte değiştiği, sarktığı, genişlediği öngörülen çeşitli yerlerine kâh jestlerle müdahalede bulunarak, kâh yüz maskesi, yanak torbacığı uygulayarak, buraları kâh kalemle çizip kâh bantlar yapıştırıp işaretleyerek, ulaşmak istediği ideal biçime doğru kararlılıkla ilerleyen bir figürü canlandırdı. Bu figürün, ilerlemekte olan koşu bandının üzerinde yürürken etrafındaki kutucuklardan gerekli nesneleri alıp bedeninde uygulama gibi görece daha kolay işlerin yanı sıra külotlu çorap, ayakkabı giymek gibi zor işlerin altından kalkmak için, bazen tökezlese de canla başla uğraşıyor olması, günümüzde ulaşılması amaçlanan güzellik hedefinin yolunda her türlü zorluğa göğüs gerildiğinin göstergesiydi. 


Kosiari’nin kesik, sert ve ritmik hareket, jest ve mimiklerle tasarladığı koreografinin, Jan Van Angelopoulos’un bestelediği elektro-akustik ses peyzajı ve figürün gösterinin sonuna doğru giydiği 2WO+1NE=2 imzalı parlak metalimsi minimal elbise, ayakkabı ve aksesuarların yarattığı görsel dünya ile birleştiği RUNWAY, güzellik ve sağlık standartlarının kişiyi giderek robotik ve anonim bir imgeye dönüştürdüğünün altını çizdi adeta. Bunda Christiana Kosiari’nin güçlü ve etkili performansının rolü büyüktü.


We all need therapy, Panos Malactos, Fotoğraf: Pinelopi Gerasimou


RUNWAY’den çıkıp bu sefer asansörle binanın bodrum katındaki -1 Sahne’ye ulaştığımda beni Panos Malactos’un yeni çalışması We all need therapy bekliyordu.

 

Belçikalı dans tiyatrosu topluluğu Peeping Tom’un Diptych ve Triptych adlı gösterilerinde daimi performansçı olan Malactos’u, Elias Adam ile birlikte ürettiği SADBOI adlı işiyle 2022’deki Fringe Festival kapsamında İstanbul’da seyretme imkanı bulmuştuk. Malactos bu sefer solo olarak tasarladığı We all need therapy’de; dans, performans, rave partisi ve grup terapisini sarmalayıcı (immersive) bir atmosfer yoluyla birbiriyle harmanladığı bir iş ortaya çıkarmış. Yapıtın çıkış noktasını ve sahnelemenin ana fikrini, ta ki kendi başına gelene kadar panik atakların var olduğuna inanmadığını ve psikoterapiyle hiç ilgilenmediğini belirten Malactos’un bizzat yaşadığı panik ataklara dair itirafı oluşturuyor. 


Yaklaşık 20’şer kişilik gruplar halinde peyderpey içeriye alındığımız hacimli mekânda müzik yapımcısı ve Die Arkitekt’in canlı icrası ve Vasilis Petinaris’in ışık tasarımı eşliğinde yoğun bir tekno deneyimi sunan bir rave gerçekleşmekte ve Malactos dansı ve jestleriyle bizleri, yükseltilmiş büyük beyaz daire şeklindeki podyuma dans etmeye davet etmektedir. Bazılarımız bu çağrıyı kabul eder, bazılarımız ise kenarda seyretmeyi tercih eder, ama kenarda seyredenler bile bedenleriyle tekno ritimlerine karşılık vermeden edemez. 40 dakikalık gösterinin ilk yarısı, seyircilerin ortama ısınmasıyla başladı, Malactos’un bir yandan dans ederken bir yandan da geçirdiği panik atak ilgili deneyimini bizlere sözleriyle devam etti, Die Arkitekt versiyonuyla Debussy’nin Clair de lune’ü eşliğinde Malactos’un ağırlıklı olarak zeminle ilişkilenen dansıyla sonlandı. Gösterinin ikinci yarısında, yapıtın aynı zamanda dramaturgu olan müzisyen-şarkıcı ody icons bizzat sahneye gelerek Malactos ile birlikte, yine Die Arkitekt tarafından editlenmiş haliyle serotonine adlı şarkısını söylemesi, hatta Yunan seyircilerden çoğunun da şarkıya eşlik etmesi, kolektif bir şekilde iyileşme hissinin uyanmasını sağladı. Malactos jestleriyle herkesi tekrar dansa davet etti; baştakinden daha özgürleştiğimiz, kolektif bir dansla We all need therapy’nin planlanan süreci noktalandı. Benim gibi akşamın son gösterisine bileti olanlar partiyi hızlıca terk ederken, podyumda dans devam ediyordu.


Gerek benim orada bulunduğum akşamın gerekse de festivalin doruk noktası, yukarıda da yazdığım gibi Miet Warlop’un One Song adlı işiydi. Flaman görsel sanatçı Miet Warlop, geçen yıl Wiener Festwochen’ın başına geçen ünlü tiyatro insanı Milo Rau’nun Gent Ulusal Tiyatrosu NTGent’teki sanat yönetmenliği sırasında başlattığı Histoire(s) du Théâtre (Tiyatro Geçmiş(ler)i) dizisinin Faustin Linyekula ve Angélica Liddell’den sonraki ve Tim Etchells’den önceki konuğuydu. İstanbul seyircisi bu dizinin bizzat Rau’nun tasarladığı ilkini geçtiğimiz Eylül ayında Dasdas’ın düzenlediği IO Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul’da seyretme imkânı bulmuştu. Bu dizi için, Jean-Luc Godard'ın, seçtiği dünya sinema tarihinin önemli örneklerini, 20. yüzyıl tarihi hakkında yorum yapacak şekilde kullandığı Histoire(s) du Cinéma adlı belgeselinden ilham alan Rau, diziye davet ettiği sanatçılardan ortaya koyacakları yapıtlarıyla, “Tiyatroda bir yaratıcı olarak hikayeniz nedir?” sorusunun cevabını vermelerini bekliyor.


One Song, sahnenin en önüne konmuş bir metronomla ritmin belirlendiği (ki ritim gösteri sırasında performansçılar tarafından hızlı, çok hızlı, bazen de aşırı yavaş olmak üzere değiştiriliyordu), daha gösteri öncesinden itibaren bir spikerin devamlı olarak bir megafonla ne dediği anlaşılmayacak şekilde yorum yaptığı, beş müzisyenin enstrümanlarını spor ile ilişkili sıra dışı ve zorlu şekillerde (örneğin kemancı denge kirişi üzerinde gidip gelerek, piyanist yükseğe yerleştirilmiş klavyenin her bir tuşuna basmak için zıplayarak, baterist birbirinden uzak konumlara yerleştirilmiş davul setinin parçaları arasında koşarak, kontrabasçı yere sırtüstü yatmış şekilde her nota için mekik çeker gibi kendini zeminden kaldırarak, şarkıcı bir yandan koşu bandında koşarken bir yandan da otomatik makinadan ona doğru fırlayan pinpon toplarını bertaraf ederek) çaldıkları, ponpon kız kılığındaki erkek amigonun kendi başına takıldığı, beş seyircinin arkadaki tribünde durmaksızın çeşitli koreografilerde tezahürat yaptığı, herhangi bir mevcut ülkeyi imlemeyen devasa bir bayrağın rüzgarla dalgalandığı, spor müsabakası ile stadyum konseri melezi bir ortamda (senografi de Warlop’a ait) aynı şarkının 60 dakika boyunca tekrar tekrar icra edilmesinden oluşuyor. Gösterinin son çeyreğine yakın yukarıdan düşmeye başlayan su damlaları müzisyenlerin icrasının zorluk derecesini daha da arttırıyor; kayıyorlar, düşüyorlar. Sonlara doğru ponpon kız kılığındaki amigonun, üzerlerinde “olmak”, “olacak”, “asla”, yapmak”, “eğer” gibi tek kelimelik sözcüklerin yazılı olduğu büyük beyaz panoları tribünün iki yanında kurduğu çıtalara birbirleriyle ilişkisiz olarak yerleştirdi. Sonunda ise, tezahürat eden seyirciler ve amigo dahil bütün performansçılar teker teker helak olup, ard arda oldukları yerlere yığılıyorlar; tek bir kişi hariç, başından itibaren megafondan gelen kulak tırmalayıcı sesiyle hiç susmadan konuşan, şarkıya eşlik eden, tezahürat yapan, ama ne dediği de hiçbir zaman tam anlaşılamayan orta yaşlı kadın spiker. 


Müziği Maarten Van Cauwenberghe’ye ait o tek şarkının, icra edilirken tam anlamasak da program kitapçığında okuduğumuz (bazı gösterimlerde üstyazı olarak da verilen) sözleri bize bu coşkulu, sıra dışı ve yüksek performansın arkasındaki esas dürtüyü; kendimizi helak edecek kadar yorarak her zaman kafamızın ve bedenimizin içinde olduğunu unutmak, törpülemek, yokmuş gibi davranmak istediğimiz o tek hissi, keder hissini ele veriyor. O hiçbir zaman ve ne yaparsak yapalım kurtulamayacağımız hisle hayat boyu çabalamaya devam edeceğiz, ta ki ölene kadar...

Sahnedeki on iki performansçının; müzisyenler ve tezahürat yapan seyirciler kolektif olarak, spiker ve amigonun ise tek başlarına 60 dakika boyunca gösterdikleri “insanüstü” performansa hayretle hayran kalmamak imkânsız. Salonda oturan seyircinin çoğunluğunun onlarla birlikte, onların kendilerini içine yerleştirdikleri durumların mizahıyla da eğlenerek, coşması kadar doğal bir şey yoktu. Ama gösteri amacına erişiyor mu, keder hissimizi unutturuyor mu, yoksa bizi henüz salondan dahi çıkmadan sönen bir rahatlamayla baş başa mı bırakıyor, emin değilim.

 

O sırada geceye, One song’un enerjisiyle dopamin pompalanmış olarak coşmaya hazır, devam etmek isteyenler için Onassis Stegi’nin zemin kat fuayesindeki parti başlamıştı bile… 



Comments


bottom of page