top of page
Oğulcan Yiğit Özdemir

Avangardı yeniden tartışmak

Rafet Arslan’ın Happy End isimli kişisel sergisi Karşı Sanat’ta açıldı. Sanatçıyla son sergisi üzerinden kendi pratiğine ve sanatın rolüne dair konuştuk


Röportaj: Oğulcan Yiğit Özdemir


Rafet Arslan, Party Gang, 65x50 cm


Hüseyin Gökçe, Art Unlimited’ın yayınladığı Son 100 yılın akılda kalan sergileri’nde Yıkım’ı örnek göstermişti. O serginin üzerinden 13 yıl geçti. O günden bugüne sanat alanının sorunlarını politize etmede avangardın rolünde sence ne gibi değişiklikler oldu?


Yıkım sergisi, bulunduğumuz siyasi iktidar döneminin son büyük politik sergilerinden biri. Yıkım'ın ardından 2012’de yaptığımız Gerçeklik Terörü'nden sonra büyük politik ve avangard vurgusu ve duyarlılığı olan işler yapılamadı. Yıkım bir sergiden çok bir kampanya gibiydi. Hazırlık süresi 10 aydı. Sergi, İstanbul’da olduğu halde İzmir’de Ön Yıkım Gecesi yapıldı, Eskişehir’de faaliyetler yapıldı. Yatay yayılan bir sanat-örgütlenme modeliydi aynı zamanda. İşin içine müzisyenler girdi, farklı disiplinlerden insanlar girdi, şairler girdi. Sonra Gezi oldu zaten. 


Gezi ile birlikte Yıkım'da gördüğümüz karnavalcı hissiyat, hayatın kendisine dönüşmüş oldu. İki tane forum modeli yapmıştık. Önce kolaylaştırıcılar sunum yapıyordu, biri uluslararası sürrealist hareketi tartışan bir oturumdu. İsviçre, İsveç, Yunanistan gibi ülkelerden gelen sanatçılarla bir ön sunum yapılıp ardından foruma geçilmişti. Bu forumların çok daha yatay ve katılımcı versiyonu, Gezi’de hayata geçti. Sanat, hayatı öncelemiş oluyor bu etkinliklerde. Sonra Gezi’nin getirdiği kazanımlar kısa sürede kayba dönüştü. Siyasi iktidarın da etkisiyle toplumsal muhalefet, bir yenilgi psikolojisine girdi. Üstüne Taksim’de bombaların patlaması, insanlarda korku atmosferinin yerleşmesi, ülkenin doğusunda savaşın şiddetlenmesi, Suriye’ye müdahil olmamız derken muhalefet suskunlaştı ve bunun sanat alanındaki yansıması da, senin sorunun cevabı bu belki, sanatın gitgide politik olmaktan, ülkede yaşanan hakikatle bir şekilde ilişki kurmaktan uzaklaşması oldu. Biz şu anda Yıkım sergisinin çok daha gerisinde bir yerden sanatı icra ediyor ve konuşuyor haldeyiz. 


Rafet Arslan, Döngü Zaman 1, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x100 cm

Rafet Arslan, Döngü Zaman 2, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x100 cm


Dolayısıyla akla şu geliyor: Avangart, genel geçer kurallara ve stratejilere sahip değil, kendini koşullara adapte etmesi gereken bir hareket. Gezi’deki çıkış olmasaydı Avangard’ın kendini bu kadar ciddiye aldığı bir noktada olmayacaktık belki de. Politik sorunlara ses ve imgesini teslim etmede nasıl bir yol ve rol ayrımı var sanatta? İşin hem politik hem estetik tarafı var. Acaba bu ayrımı estetik olarak da ayırt edebiliyor muyuz?


Bağımsız var oluşların, inisiyatiflerin yaygın olduğu, nefes aldığı bir realiteden galerilerin hakim olduğu bir realiteye geçiş yaşandı bu süreçte. Böyle olunca üretimler piyasanın istediği gerçeklik içerisine doğru kaymaya başladı. Daha dekorasyon, daha tasarım, daha sözünü gizlice söylemeye çalışan estetik formlar ortaya çıktı. Bu bir gerilemedir. Hem politik baskının hem piyasanın yarattığı eleğin sonucu olarak; bireysel varoluşunu sanatına aktarabilen, kendi dünyasını yaptığı sergiyle ifade edebilen sanatçılar, kendini bu yozlaşma sürecinden korumayı başarabilen sanatçılar oldu. Öznelliğine sığınıp, oradan imge üretebildiği noktada, piyasanın, sistemin, devletin, herhangi bir gücün belirlediği alan dışında, kendi öznelliğinde üretim yapanlar, daha özgün, yer yer de daha radikal imgeler üretmeyi başarabildiler. Bu ayıklığa sahip olmayanlar, farklında olarak veya olmayarak, realitenin belirlediği koşullara uyum sağlamış oldular.


Bu noktada, sanatçıların örgütlenmesinde de bir gerileme yaşandığını söyleyebilir miyiz, hem model hem nicelik olarak?


Elimizde olanlar tabela örgütlenmesine evrildi, UPSD örneği gibi. 15-20 yıl öncesinde işlevi olduğundan bahsettiğimiz, yayınlar çıkaran, eleştiriler, hamleler yapan bir kurumken, içine kapanmış, sanat dünyasının çoğunluğundan uzaklaşmış bir yapı halini aldı UPSD. Bunun dışında alternatif sanatçı birliği kurma çabaları da yaşadık, özellikle gezi öncesi ve sonrası süreçlerde bunlar yoğunlaştı ama başarıya ulaşamadılar. Şu anda daha değişik modellerden bahsedebiliriz. Açık Masa, PACT ve Kamusal Sanat Laboratuvarı'nın bir yılı aşkın süredir, eylem birlikleri yaparak sanat gündemine müdahale ediyor. Bu, ortaya bir eylem veya bir irade koyarak kalabalıklaşan bir model.


Rafet Arslan, Yanlış Hayat, 53x47 cm


Açık Masa’nın bir tartışma ortamı olarak öncesi ve sonrasından bahsedebilir misin? 


Açık Masa, 2000’lerin başında Mürüvvet Türkyılmaz’ın kurduğu bireysel sanatçı inisiyatifi. Mikrofonu sanatçılara ve sanat emekçilerine vererek bir arşiv ve hafıza oluşturma çabası içinde. Biz pandemi sonrası süreçte birlikte bunu bireysel örgütlenme modelinden çıkardık. Başlangıçta Deniz Örnek, ben ve Mürvet vardık. Deniz sonradan aramızdan ayrıldı. Şu anda toplam 5 kişiyiz. Amacımız sessiz olan sanat ortamında daha aktivist, daha biz olmaya yönelik yolları arayacak, soru işaretlerini arttıracak bir refleks oluşturmaktı. Kültür Yolu’na karşı forumla da bunun önünü açmış olduk.


Sanatçıların örgütlenme çabaları nasıl kazanıma dönüşür sence? Neyi kazanım hanesine yazabiliriz sadece deneyim ve birikim olmanın ötesinde?


Somut örgütlenme modellerinin çıkması lazım, kooperatifler gibi. Var olma gücünü Ekonomik olarak desteklemeyen bir sanatçı örgütlenmesinin yaşama şansı sıfır. Çünkü koşullar gitgide zorlaşıyor. Entelektüel bir faaliyet dışına çıkacaksak sanatçı haklarının temel alanını, onun ontolojik ve varoluşsal durumlarını da sorgulayan bir örgütlenme kurulmalı ve bunun üzerinden ilerlenmeli. Piyasa büyüyor ve örgütlenmeni de istemiyor. Piyasaya göre hoş şeyler değil bunlar. Uğraşılacaktır ama geçmişten beri de çok uğraştık. Sonuç alınır mı alınmaz mı zaman gösterecek.


Sergin vesilesiyle konuşuyoruz ama senin hem estetik hem politik pratiğine ve külliyatına dair belli bir derleme çabasına da giriştiğimizi hissediyorum. Bahsettiklerin bende avangardın da entropik bir hikâyenin içinde olduğuna ve bunun dönüşüm aşamasında olduğuna dair bir his uyandırdı. Buna ne dersin?


Türkiye’de avangart, hareket olarak var olmamış gibi. Dada manifestoları yazıldığında dünyanın birçok ülkesinde dada kolları kuruluyor ama Türkiye’de kurulmuyor. Sürrealizm 30’lu yıllarda Mısır’da bile örgütleniyor ama burada bir örgütlenmeye sahip değil. Bazı akademik denemeler var, mesela D Grubu. Biçimsel olarak avangardla ilgileniyorlar ama manifestoları yok. Bir hareketin avangard olması için manifestosu olması lazım. Sadece plastik alanlarla sınırlı kalmayıp disiplinlerarası bir kapsayıcılık ve eyleme gücüne, ateşine sahip olması lazım. Bunlar olmamış.


Rafet Arslan, Ütopya, 30x28 cm


Edebiyat bu anlamda daha sağlam bir deney alanı olmuş sanki. 


50 kuşağı öykücüleri ve İkinci Yeni ile birlikte avangartla ilgili mevhumlar piyasaya çıkıyor. Mesela İlhan Berk, bunlar üzerine yazar, düşünür ve üretir, şairliğinin yanında ressamlığıyla da. Ece Ayhan keza öyle. Ben Sait Faik’in de bir şekilde bunun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Ustaların etkisiyle harekete geçen ressam kuşağı büyük ihtimalle 1968 sonrası kuşaktır. Ömer Uluç, Komet, Yüksel Arslan bu dönemin sanatçıları. Ama bunların da avangard hareketler kurma gibi çabaları yok. Bunlar bireysel avangardlar. Avangardın birikimi seviyorlar, ondan besleniyorlar, paslaşıyorlar ama üç kişi yan yana gelelim, avangard bir hamle yapalım gibi bir şey yok.


Sait Faik’den bahsettin. Onun, hikayelerine isim vererek veya vermeyerek konu ettiği, Ötekiler geliyor aklıma. Gömüleni çıkartma çabası oradan başlıyor belki de. Ötekilerin sanata, edebiyata, kültür dünyasına dahil edilme sürecinde neredeyiz sence, politik bir yerden konuşursak?


Şiir yine öncüydü. Ece Ayhan şiiri, ötekilikler üzerine kuruludur. Hatta yer yer onların sözcülüğüne soyunduğunu da söyleyebiliriz. Ama sanat anlamında daha geç. Ötekilerin resmin nesnesi olması büyük ihtimalle Hafriyat kuşağıyla gerçekleşmiştir. Kentin köşelerine, kenarlarına gidip insan manzaralarına bakmaya başlıyorlar. Oralara bakınca ötekiler de çıkmaya başlıyor.


İşlerin yaratıcı enerjisi ve farkındalığı azaldıkça bu azalan kısım metinle doldurulmaya çalışılıyor.

Edebiyattan ve resimden bahsettik. Peki bu ikisinin ilişkisi çağdaş sanat dünyasında nasıldır? Çağdaş sanatta, üretim üzerine söz söyleyen çok fazla metin var. Bunu üretimi sabitlememe namına yapanlar da olmakla birlikte, sanki eserden çok metin var. Bunu nasıl değerlendiriyorsun her iki alanda da üretim yapan biri olarak?


Yapıtlar gitgide birbirine benzedikçe piyasanın belirlediği kalıplar oluşuyor. Bir form tutuyor ve ardından o formu takip edenler geliyor. İşlerin yaratıcı enerjisi ve farkındalığı azaldıkça bu azalan kısım metinle doldurulmaya çalışılıyor. Yazılar yazdırılıyor, felsefecilere, sosyologlara, sanat tarihçilerine. Onlar da esasında eserde olmayan parıltıyı ona kazandırmak için yazılar yazıyorlar gibi geliyor bana. Tabii alternatif durumlar da var. Çınar Eslek’in Depo’daki son sergisi üzerine Bihter Sabanoğlu’nun Çınar’ın deneyiminden yola çıkarak bir öykü yazması, bunun bir videoya ve sergi kitabına girmesi yaratıcı bir kullanım örneği.  


Benim pratiğimde yazı ile görsel sanatlar aynı şeyin versiyonları ve bunlar birbirinden ayrılmıyor. Şiir kitabımda resimler var, sergimde şiirler var. Bir şeyi ifade ederken form seçiyorum sadece. Bazen hepsini birlikte kullanıyorum. Tabii her sanatçı bunu böyle kullanmalı diye bir kural yok. Ben öznelliklere ve kendine has olma durumuna önem veriyorum. Çünkü buradan yaratıcılık çıkıyor. Birbirine benzerlik durumunun dışında daha yaban, daha ele avuca sığmayan, anlaşılması bazen zor ama tahrik eden şeyler çıkabiliyor.


Bir önceki kişisel sergin dört yıl önceydi, değil mi?


Atonal, dokuz şarkılı bir sergiydi, Kasım 2019’da. Ardından Balıkesir’de bir sergi yaptım, mekana yönelik bir operasyondu o. Atonal’dan sonra Darağaç’da yaptığım sergi de aynı şekilde. Ama solo show diye adlandırdıklarım bunlardan farklı şeyler. Solo showlar, birikmiş sanat üretimleri yığınının, bir konsept dahilinde hazırlanıp sunulduğu sergiler. Ülkenin herhangi bir yerinden herhangi bir mekâna gidip o mekânla ilişki kuran bir iş yapıp ayrılmayı da seviyorum ama onun yanında bahsettiğim majör sergilere de ihtiyaç duyuyorum. 


Rafet Arslan, Kozmik Nazım, Buluntu plastik malzeme üstü, akrilik, nesneler ve şiir, 36,5x31,5 cm


Sergilerinde bir sonucu sergilemekten ziyade döllenmelere zemin hazırlama durumu söz konusu. Bu kadar kavgadan ve mücadeleden sonra nasıl bir hâlet-i ruhiye içindesin?


Heyecanlıyım, öncelikle onu söylemek isterim. Uyku düzenim bozuldu, yeni değil, iki aydır böyleyim. Bağımsız bir mekânda sergi yapıyorum. Bunun hem güzellikleri hem dezavantajları var. Her şeyi tek başına düşünüp organize etmek ve birçok şeyi kendin yapmak durumundasın. Bunun ayrı bir yorucu ağırlığı var. İşler hazır olduğu için biraz daha rahatım. Sergi hazırlığının yanında atölye de olsa daha da zorlanırdım. Kansız savaş süreci diyorum sergi hazırlığı süreçlerine. Bunların sonuçlarını da hep birlikte göreceğiz. 


Sergide çok uzun süre devam etmiş seriler var, 2021’de başlayıp 2023’e kadar devam eden, 2019’da başlayıp 2022’ye kadar devam eden gibi. 2010’da başlayan serilerden örnekler de göstereceğim. Bazı serilerin izleyiciyle kuracağı ilişkiye göre bitip bitmediğini anlayacağız.


Versus Art Project’deki Kör Bakış isimli sergini hatırlıyorum. Kolajların, videoların, yerleştirmelerin vardı ve bunların hepsi birbiriyle bir atışma içerisindeydi. O sergiden bu yana sende ne gibi değişimler oldu?


Benim en net değişimim, daha naif bir imgeye geçmem olabilir. Tramvatik, sadistik öğeler azaldı ve onların yerine daha sakin, daha naif, yaparken beni şifalandıran ve bakanı da şifalandırır diye umduğum öğeler geldi. Atölyenin de bunda etkisi var. Daha küçük bir yerde çalışıyorum ve işlerin boyutları da küçülüyor doğal olarak. Bunu bir dezavantaj gibi düşünüyordum ama Karşı Sanat’ın da duvar yüksekliği 2,5 metre. O da denk gelmiş oldu. Bir tane iki metrelik iş var yapmadan duramadığım. Arkadaşım Sibel Kırık’ın atölyesinde tamamladım onu da. Bunun dışında dediğim gibi, işlerimin boyutu ve galerinin mimarisi birbirine uyuyor. Sergileme hakkında beş ay önce bir plan yapmıştım ama yerleştirme sırasında da değişiklikler oluyor tabii.


Pek çok sanatçının yaptığı gibi atölyeyi sergi alanına taşıma dışında, atölyenin de değişmiş olmasının etkisiyle, bir yurtsuzluk durumu var serginde. 


Evet, var. Buraya atölyeyi değil, beynimi taşıyorum. Ziyaretçiler beynimin kıvrımlarında gezecekler. Bir atölyenin neredeyse olmaması ve sadece bir masada çalışabilmemin sonucu üç arkadaşımın atölyelerinde işler yaptım. Tamamen göçebe bir duruma hazır olduğumu gösterdi bu bana. Yersiz yurtsuzluğumu neredeyse 18 yaşından beri hissederim. Belki de daha erken. Aile evinde düzenli kalmayı yaklaşık 16 yaşımda bırakmıştım. O günden beri bir evsizlik, yersizlik, yurtsuzluk… Belki köklerle de ilgilidir. Baba tarafından Yörüğüz biz. Ben göçebelik görmedim ama genetik kodlarda böyle bir şey olabilir. 


Belki gönüllü belki de zorunlu olarak yerleşikliğe de direniyorsun.


Aidiyet istiyorsun, arıyorsun ama aidiyet burada bir ütopya imgesine dönüşüyor. Sen yaklaştıkça aidiyet uzaklaşıyor. Bir türlü yakalanamayan bir şey… Annemi kaybedeli yaklaşık 24 sene oldu. Bu sergiyi hazırlarken babamı da kaybettim. Yaşamın bu tür gerçekleri, insanın köksüzlük hissini daha da arttırıyor.


Rafet Arslan, Şölen, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x100 cm

Rafet Arslan, Franklin, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x100 cm


İşte buradan da şifa meselesine dönüyoruz. Kayıplık-aitlik ve mecburiyet-gönüllülük denkleminde şimdiye kadar yaptıklarından ve çevrendeki sanatçılarından aldığın, öğrendiğin, onlara da verdiğin bir durum var. İngilizcede ikisi de aynı sözcükle temsil edilse de sağ sever huzur söylemini, bizim kastettiğimiz barıştır. Sanki hem iç hem dış barış istemenin kendisi tehlikeli bir şey haline geldi. Bunu biraz konuşalım isterim.


Şifayla başlayalım. Pandemiyle patlayan çeşitli şifalanma yöntemleri görüyoruz. Ben bir ucu şamanik bir ucu simyacı gelenekte olan, Walter Benjamin’in din dışı aydınlanma dediği, kendimi gelenekle terbiye etmiş bir adamım. Sergide de bir Gnosis bir bölümü var. 2023’de bu sergiye hazırlık yaparken Simurg Art Yayınları’ndan çıkan Gnosis kitabımı da hazırlıyordum. Böyle bir şifa dünyasından bahsediyorum.


Barış önemli. Şöyle ki, biz her koşulda şiddete karşı tavır alma durumundayız. Küresel dünyada, duvarlar yıkıldıktan sonra oluşan realite içinde, savaş her mahalleye yayılmış halde. Adı konmamış küçük savaşlar, küreselleşmenin bir parçasını oluşturuyorlar. Biz şiddete tavır almak zorundayız, şiddetsiz bir dünyayı kurgulamak zorundayız, barışın savaşçısı olmak zorundayız. Barışı savunmak da zor bu realite içerisinde. Herkes barıştan bahsediyor ama barıştan bahseden herkes ya farklı savaşlarda ya o savaşları destekliyor ya da finanse ediyor.


Akımlar, modalar, ideolojiler, inançlar gibi bir sürü gömlek vardır. Gündelik hayatta bu yükle gezer insanlar, sırtlar biraz eğiktir. Şifacı, bunları ortadan kaldırır: Kendin ol, kendin olabilirsen senin gibilerle kalabalıklaşma şansın var.

Belki de belli iktidar aksamları tarafından fonksiyonelleştirilmiş. Şifa meselesiyle de birlikte düşünüyorum. Foucault’nun Büyük Kapatılmada’da bahsettiği 17. yüzyıldaki hastane, pandemiden sonra, sanki mevcut teknoloji, iletişim ve iktidar aygıtlarıyla dünyanın tamamına yayılma fırsatı buldu. Hatta çoğumuz gidip aşımızı olduk. Aşı karşıtı bir noktadan söylemiyorum bunu. Bir biyopolitikanın yaygınlaşması bağlamında şifalanma, barış ve örgütlenme konularını son kitabın Gnosis üzerinden de konuşursak ne söylemek istersin? 


Ezoterik terbiye, bireyin önce kendi olmasını öğütlüyor. Kendi olan insanlar çoğalma şansına sahip. Modern ifadeyle o kişiler özne olabilirler. Diğer türlü, başkalarının üzerlerine giydikleri gömleklerle yaşayan nesnelerdir onlar. Akımlar, modalar, ideolojiler, inançlar gibi bir sürü gömlek vardır. Gündelik hayatta bu yükle gezer insanlar, sırtlar biraz eğiktir. Şifacı, bunları ortadan kaldırır: Kendin ol, kendin olabilirsen senin gibilerle kalabalıklaşma şansın var. Yaşadığımız yeni teknoloji çağında, ikinci hayatımız olan sanal dünyada, insanlar olmadığı bir kimliği, bir gerçeklik gibi yaşama şizofrenisi içindeler. Büyük bir trajedi... Sanatın işlevlerinden biri de tüm bu yapaylıklar ve sanallıklar içinde hakikate dokunabilmek. Benim sanatın rolü olarak gördüğüm şey bu. Sanat, öfke kusmak, kafa karıştırmak, savaş açmak yerine öncelikle insanlara kendi öznelliklerini yakalamak için birer davet vermeli. Sonsuz olasılıklar aleminde başka varoluşların da mümkün olduğu gerçekliğini gösterebiliyorsak ne mutlu.


Avangart, eski bir akımmış gibi, 20. yüzyılda kalmış gibi bir algı var. Bu durum piyasanın da işine geliyor çünkü piyasa zaten evcil bir sanat istiyor. Avangardı yeniden tartışmanın belki de tam zamanıdır.

Sanatçının nezdinde tekniğin kötüye kullanımı ve karşı öznellik arasındaki gerilimi hissettiğimiz bir ana dair eklemek istediğin bir şey var mı?


Başa dönmek istiyorum, avangartla ilgili soruna. 90’larda Türkiye’de de dünyada da belli akademik çevrelerde belli avangart hareketler için bunların süresi dolmuştur gibi bir yargı vardı.


Fukuyama’nın “tarihin sonu” söylemi gibi.


Bu durum batıda kısa sürede aşıldı. Art arda dadaizm, sürrealizm veya benzer avangardlara yönelik kürsüler kuruldu, büyük sergiler yapıldı, kitaplar hazırlandı. Onlar hemen toparlandılar ama biz henüz toparlanamadık. Avangard, eski bir akımmış gibi, 20. yüzyılda kalmış gibi bir algı var. Bu durum piyasanın da işine geliyor çünkü piyasa zaten evcil bir sanat istiyor. Avangardı yeniden tartışmanın belki de tam zamanıdır. Ben de sergimde etkilendiğim avangardlara dair güncel muhabbetler yarattığımı düşünüyorum.


Rafet Arslan, Happy End sergisinden görüntüler

Comentários


bottom of page