Necmi Sönmez, Yürüyüş Notları başlıklı röportaj serisine, İtalyan sanatçı Francesco Albano ile devam ediyor. Galata’daki Saint-Pierre Han’dan başlayıp Tophane’ye, Cihangir’e kadar uzanan bir yürüyüşte, Albano ile Sönmez, resimler, imgeler ve çağrışımlar etrafında dönerek sohbet ettiler
☕️ 11 dakikalık okuma
Francesco Albano ve Necmi Sönmez, Fotoğraf: Leyli Okkay
“Kafanın bedende olmama hali” olarak tanımlanan asefali (acephalia), yüzyıllardan beri yaratıcı insanlara ilham veren metaforik bir kavram. Bir yanıyla eleştiren, diğer yanıyla da düşündüren, hatta güldüren asefali, Francesco Albano’nun Öktem Aykut’taki yeni sergisinin de çıkış noktasını oluşturuyor. Francesco’nun aynı galeride 2016 yılındaki sergisini gezmiş, pek anlayamamıştım. Ancak tuhaf tesadüfler 10 Ekim 2019’da yeni sergisinin açılışından önce galeriye uğramama neden olunca bu kez sanki bambaşka bir sanatçıyla karşılaştığımı duyumsadım. Hem şaşırdım, hem de bu beklemedik sergi hakkında konuşma fikri kafamda belirdi. Francesco ile Galata’daki Saint-Pierre Han’dan başlayıp Tophane’den Cihangir’e kadar uzanan bir yürüyüşte André Chénier, Pier Paolo Pasolini, August Rodin, Honoré de Balzac ve Koray Ariş bize eşlik ettiler. Resimler, imgeler ve çağrışımlar etrafında döndük: Sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığı güncelliklik söylediklerimizi farklı farklı şekillendiriyordu.
Son projen için çalışmaya nasıl başladın?
Şu anda Öktem Aykut’ta sergilenen projenin işlerine Ağustos ayında başladım. 70’li yılların başında Roma’da babamın iyi bir arkadaşı olan ve benim de hayatımda önemli bir yer tutan Koray Ariş’in Çatalca’daki stüdyo/evinde yaklaşık bir ay kaldım. Sergide gösterilen beş çalışmanın yapısını bir manzaraya benzetecek olursak, bu manzarada Pier Paolo Pasolini’nin son filmi Salò or 120 Days of Sodom’dan kesinlikle buluntular vardır. İlk defa neredeyse 25 yıl önce izlediğim bu film benim için hâlâ aynı manyetik ve gizemli güce sahip. Tıpkı Grünewald’ın Isenheim Sunağı gibi. Bu tür başyapıtlarda her defasında insanın durumuna, muhteşem sefaletine, dair derin şüpheler ve muğlaklıklar buluyorsunuz.
Serginin ismi oldukça esrarlı: Asefali Üzerine Dört Beş Çalışma.
Serginin ismi de Pasolini’nin filminden ilham aldı. Bu başlık projelerime karşı yaklaşımımdaki metodu ve sorunlarımı nasıl ortaya koyduğumu yansıtıyor. Rastlantısal, kararsız gibi gözükse de Asefali Üzerine Dört Beş Çalışma’da beliren unsurlar Pasoloni’nin görselliğiyle baba Pieter Bruegel’in bakış açısını bir araya getirme çabasının ürünleridir. Aslında serginin tasarımı zihnimin perde arkasında on yıllardır sessizce mayalanıyordu.
Yaklaşık beş-altı farklı tekniği, yerleştirme, video, heykel, ses çalışması, fotoğraf başta olmak üzere, bir arada kullanarak tuhaf bir eşzamanlılık oluşturuyorsun.
Evet bu eşzamanlılık sergi için özel olarak tasarlandı. Aynı bir tiyatro oyunda, dramada, operada karşılaşılan farklı, çeşitli ruh durumlarına yansıtma yapan his, duygu kesişmelerine gönderme yapan bir mizansen oluşturmaktı niyetim. Bunun bir adım öncesi de var. 2014 civarında heykel pratiğine karşı son derece büyük bir ret hissettim. İş ve hayat anlamında bir tür çıkmaz sokaktaydım. Bir yıl sonra, 2015’te Buenos Aires’e taşındım. Yeni bir ifade biçimine duyduğum ihtiyaç video, fotoğraf ve performansın yanı sıra, çizim ve kolaj gibi tekniklere yönelmemi sağladı. Farklı deneylere girdim. Bunları son dört yıl içinde yavaş yavaş bir operada, dramdaki öğeler gibi bir araya getirerek, kendi dünyama bir tür kaleydoskop gibi bakmayı hede ediğim için alabildiğince değişik tekniklere el attım.
Sergide Buenos Aires’te yaptığın bir çizim de var değil mi?
Evet, haklısın. Buenos Aires’te yoğun bir çizim dönemim oldu. Kaydetmek, not almak, saptamak ve tanımlamaya dair neredeyse kaligrafik endişeyi yeni yeni anlamlandırabiliyorum. Daha kesin konuşmak gerekirse Arjantin’de siyasi ve sosyal anlamda karşılaştığım o devasa manzarada belki de ilk defa fiziksel ve manevi olarak kendi kendimle kaldım. Hem dil, hem de yaşam koşulları açısından bilmediğim bir dünyanın ortasına düşmüştüm. Bu sayede insan figürü hayal gücü olmaktan çıktı; bunun bir nedeni de coğrafi ve kültürel anlamda ilk kez kendine has, benim için yabancı bir çevrede olmamın etkisiyle yaşadığım metamorfozları. Heykel ve insan figürünün esnek varlığıyla arama koyduğum zorunlu mesafe, asefali teriminin farkında olmadan ortaya çıkmasını sağladı. Asefalik durum heykel işlerimin gelişiminde daima belirleyici bir etken oldu. Bu sergide de ortaya koymak istediklerimi belirginleştirdi.
Çalışmalarındaki bazı detaylar XVIII. yüzyıl mobilyalarını çağrıştırıyor. Sanki Barok gibi... Genelde müzelerde görülebilecek olan bu tür objelerle 2017’den beri yaşadığın Sicilya’da mı ilgilenmeye başladın?
Aynen öyle oldu. İki yıldır Palermo’da yaşıyor, oradaki Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders veriyorum. Yaklaşık 10 yıl aradan sonra tekrar İtalya’daydım. Palermo, İstanbul’da geçirdiğim beş yılın ve Buenos Aires’teki iki yılın ardından mükemmel bir başlangıç oldu. Çünkü bu üç kentin büyüleyici ve kalıcı geçmiş karşısında, görkem ve gösteriş anlamında, birçok ortak noktası var. İtalya’nın birleşmesinden önce Fransız ve İspanyol yönetimindeki iki Sicilya Krallığı’nda Palermo ve Napoli başkentti. Geç Barok, Rokoko, gösterişli ve abartılı mimari Palermo’ya farklı bir karakter kazandırdı. Hem mimari de, hem de kullanılan mobilyalarda, tasarımlarda gördüğüm detayların, kıvrımların ve yaldızlı kısımların çokluğu kavramsal anlamda beni fazlasıyla etkiliyor. Bunlarda çöküşe karşı bir zafer buluyorum; detay düşkünlüğü ve yaldızın kullanışsız anlamı insanı şaşırtıyor, hayrete düşürüyor. Senin kuzey Avrupa’da müzelerde gördüğün gerçek Barok sandalyelerin çoğunu Palermo’da sokaklarda, çöplerde bulduğumu düşünürsen, çöküş fikriyle ne demek istediğim daha iyi anlarsın.
Ne tuhaf değil mi? Bundan hareketle işlerindeki fenomenolojik yaklaşımdan, katmanlardan bahsedecektim ki, Palermo çöplerindeki Barok sandalyelerden söz etmeye başladın. Tarihin çöpün içinde olması bence önemli. Çünkü bu sayede ona bakmak hem zorlaşıyor, hem de düşünce özürlülerin giremiyeceği bir alan açılıyor.
Bu aynı zamanda bir tür yeniden doğuş ve yeni bir varoluş olasılığı. Eski, barok mobilyaların ahşap ayakları gibi, buluntu nesnelere karşı özel bir ilgim var. Bu tür nesnelere Buenos Aires’te de rastlıyordum. Hatta gerçek kemikler bile bulabildim.
Serginde de kullandığın kemikleri de sahiden sokakta mı buldun?
Hayır, sokakta değil. Sicilya kırsalında buldum. İneklerin, atların, koyunların kalıntıları. Arjantin’de çok şanslıyım; iki bütün omurga buldum, mükemmel durumdaydı. Kemikler bu sergide önemli bir rol oynuyor. İnsan vücudunun patolojik deformasyonlarına duyduğum hayranlık bir dönem önceki çalışmalarımda açıkça görülüyordu. Heykelimin boş, eriyen karakteri, daha sonra kemik kullanarak gerçekleştirdiğim yerleştirmeler sirayet etti. Çok güçlü bir malzeme olan kemik kolayca erimiyor. Dolayısıyla güçlü, kalıcı bir ifadeyi ortaya çıkarıp, zamana karşı da meydan okuyabiliyor. Biliyorsun kemik malzeme olarak Katolik kiliselerindeki röliklerde de önemli bir rol oynuyor. İnanç, saygı, sevgi, tapınma da bu röliklerde etkisini günümüzde de koruyan anlamlar gizli. Etimolojik açıdan Yunancada “seçim” veya “seçilen” anlamındaki aíresis kelimesinden (αἵρεσις) çıkış alan bir tür inançsızlık da söz konusu. Bunları neden mi bu kadar detaylı anlatıyorum? Tarih çöpün içinde olunca, önünde durduğumuz Saint-Pierre Han’da olduğu gibi, âdeta çırılçıplak karşımızda beliriyor. Bu da senin düşünce özürlü dediğin, benimse açıkça aptal diyeceğim insanların gözünden kaçıyor. Yani o çöp, çöplük iyi bir şey. Bırakalım orada kalsın.
Sergide beden önce arzuya, sonra da gerçekçiliğe dayalı karakteriyle sürekli gündemde. Ama özellikle ikinci kattaki yerleştirmelerde soyutlayıcı bir eğilim de ön plana çıkıyor.
Bence soyutluk, her bedenin arzuladığı fiziksel gücü çağrıştırıyor. Sergideki işlerde farklı katmanlar var, bunlar bazen gerçeğin tortullaşmasına gönderme yapıyorlar ki, bu sayede gerçeklik üzerindeki elbiseyi çıkarıyor. Bu bir tür aşkınlık konumuna gelip dokunaklı da olabiliyor. Kişisel olarak bun önemsiyorum çünkü bu durum bize insan olarak ne kadar düzenbaz ve sefil durumumuzu da haykırıyor.
Sefillik hiç fena olmayan bir tanımlama doğrusu.
Sefalet, evet. Bu 1518’de Strazburg’da olan şey meseleye de gönderme yapıyor. Bu tarihte kadın bilinmeyen bir sebepten ötürü sokakta dans etmeye başlıyor. Temmuz, Ağustos sonu sanırım... Bir anda sokakta 400 insan dans etmeye başlıyor. O dönem görevli belediye başkanı ya da artık kimse bu tuhaf kolektif fenomeni çözmek için harika bir fikir buluyor ve insanların dans edebileceği uygun bir alan belirliyor. Bir süre sonra dans etmeyi bırakırlar diye düşünüyorlar. Ama onlar o kadar büyük bir tutkuyla ölene kadar dans ediyorlar. Bu nihayetinde histerik bir asefali dışavurumudur. Sergideki video da bu tarihi süreçle yakından ilgili. Eski mobilyanın bulunup yeniden tamir edilmesi gibi, Pasolini’nin filmindeki unsurlar, Baba Bruegel’in tablolarındaki tuhaf vizyonu ve Auguste Rodin’in Study for the Dressing Gown of Balzac (1897) heykelinin izdüşümleri bir araya geliyor. Unutmamak gerekiyor ki, Pasolini bu filmin, “gerçek anarşi üzerine” veya “gücün anarşisi üzerine” olarak tanımlıyordu.
Serginin açılacağı gün, 10 Ekim 2019, yaşadığımız bölgedeki politik gelişmeler açısından tarihi bir gündü. Bu perspekti en baktığımda serginin siyasal, şiirsel referanslar üzerine kurulu olduğunu duyumsuyorum.
Siyasi farkındalık her insanın sahip olması gereken ciddi bir sorumluluk. Herhangi bir siyasi partiye, isme veya tarihi döneme kısıtlı olmadığım çok açık. Kendimi de haritalandırırak etrafıma, çevreme bakarak farklı koşullarla bakmayı deniyorum. Tiranlık ve diktatörlük hep var oldu ve olmaya da devam edecek. Ama gücü bir kişi mi alır, yoksa topluluk o kişinin güçte kalmasına izin mi verir? Bu muğlaklık, yaşamdaki ikilik gözlerimizin önünde yaşanıyor. Dolayısıyla bilinçli olarak yargılama veya eleştirme yetisine sahibiz. Bunu sonuna kadar kullanmaktan, güncel tutmaktan yanayım.
Konuşmamızı çok katmanlı anlatım biçimlerinden, edebiyat, felsefe, şiirden beslenen metaforlarından bahsederek sonlandıralım mi?
Çalışmalarım hakkındaki değinişlerin çok değerli, teşekkür ederim. Dürüst olmak gerekirse, kendimi ve dolayısıyla eserlerimi yaşam deneyimlerimin bir özeti olarak görüyorum, onları kaydetme ihtiyacı duyuyorum Sadece sanata değil, farklı birikim alanlarına ait temalar ve konularla yüzleşerek bir şeyler oluşturursam, hayata daha yakın bir noktada durduğumu hissediyorum ki bu beni heyecanlandırıyor. Çalışmalarım aynı toprağa düşmüş farklı tohumlar gibi değişik izlenimlerin önünü açarsa mutlu olacağım.
Tankut Aykut, Didem Dinçsoy, Leyli Okkay ve Doğa Öktem’e yardımlarından dolayı teşekkür ederim. (NS)
Comments