top of page
Yazarın fotoğrafıOğulcan Yiğit Özdemir

Ayrı düşmek, ayrılığı düşünmek


Burçak Bingöl, Sophie Calle, Gül Ilgaz ve Ayça Telgeren’in eserlerini Elâ Atakan küratörlüğünde bir araya getiren Bir Anlık Yokluk sergisi 1 Nisan tarihine kadar Galerist’te devam ediyor. Sanatçıların üretimleri üzerinden özgül yas ve ayrılık biçimlerine yakından bakıyoruz


Yazı: Oğulcan Yiğit Özdemir


Ayça Telgeren, Düşgören, 2023, beton, 32 x 170 x 43 cm, ed. 1/5 + 2 AP


Galerist, Elâ Atakan küratörlüğünde 10 Şubat ile 1 Nisan tarihleri arasında seyircileri noksanlık duygusuyla baş etmeye davet ediyor. Bu ne türden bir noksanlık, sanıyorum yazı bunun üzerine gelişecek. Gerçi, bir felaket anında eksilen ve yükselen duyguların yanı sıra şunu da eklemek gerekiyor, bu aynı zamanda bizim felaket mekânında noksanlığımız, yokluğumuz. Çünkü işbu sergiyi yakın zamanlarda yaşadığımız bu depremle beraber düşünülmeye de müsait bir çerçevede ele alabilirsek eğer, ki sanatçılar ve küratörün Art Unlimited röportajları bu minvalde gelişiyor, aynı zamanda şunu da akılda tutmak gerek: Bir olguyu, olayı, oldubittiyi resmetmek değil sanatçıların meselesi.


Daha ziyade, öyle anlıyorum ki depremle gelişen gündemi de hesaba katarsak, eserlerin üzerinde kolektif bir okuma çerçevesinin heyulası dolaşıyor. Evet, belki bu sergi bu olayı vesile edinmedi, hayır, katiyen böyle kurulmadı. Ama en azından şunu biliyoruz ki, yaşadığımız sancılı ve hükümet tarafından da kolaylaştırılmayan, bilakis kanırtılan yas sürecinin özneleri için bir alan açmak için, o meşhur “imkânsız yas”ın lügatine bir parça olsun elan yaklaşmak için de bir davet bu sergi.


Bu Dehşet Benim, Benim Bu

Martinikli şair Aime Cesaire’ın bir şiirine verdiği isimden hareketle, aslında iki şeyden bahsedilebilir. İlki, dehşete düşüren olay ve ardından dehşet nesneleri, anıştırıcılar ve olayın yarattığı kalıntılarla olan ilişkimiz. Ancak çok daha farklı bir biçimi daha var dehşetin, o da şu: ya eğer biz artık olayın yarattığı anıştırıcıların bizzat kendisi isek? Bizzat dehşet bizim üzerimizden yolunu bulup etrafa saçılıyorsa? Üstelik o meşhur tabirle bir felaketin azizliğine “birinci dereceden” uğramadan olduysa bu? Biz, bir kaotik yıkım anının mazrufuna dönüştüyse?

O halde sanırım, kendimizle ve birbirimizi anlama ve teselli etme süreçlerimizle ilgili, Atakan ve beraberindeki dört sanatçı, Burçak Bingöl, Sophie Calle, Gül Ilgaz ve Ayça Telgeren’in özgül yas ve ayrılık biçimlerine bakmak, hayır, bu “biz”i bir arada tutmaya zorlamadan bakmak, duruma gerçekçi bir ayna tutmak demek olabilir.


Ayça Telgeren, Kaf, 2023, asitsiz kağıt, ebru kağıdı, elle kesim, toz allık, göz farı, 151 x 306 cm (çerçeveli)


Ayça Telgeren

Girişte bizi saç örgülerinden sicimlendirilmiş Kafkas Dağları karşılıyor, adeta kül rengi, isli bir matemi giyinmiş dağlar. Telgeren’in Kafkasya kökenleriyle de rabıta kuran bu iş, aynı zamanda coğrafya ve beden, imge-beden ve dişiliğin halleri arasındaki karmaşık çözümlemelere gebe.

Daha içerideki bir odada Telgeren’in gebe bir karnı merkezine koyduğu, küvet-biçemli sulak, genişçe bir kâse duruyor. Yenilenmek kadar doğumun bir belirteci olarak, adeta kuşların konduğu, konacağı bir kurna misali ortalıkta bırakılmış bu tas, içindeki suyla beraber yas süreçlerinin, bedensel sınırların, aynı zamanda tüm bunların sancılı doğum süreçleriyle iç içeliğini sorguluyor. Telgeren’in yaban imgeleminde arzuya ve umuda her zaman yer var.


Keza ikinci odada kesik kâğıtlardan asamblaj yaptığı çalışmasında el motifleri birbirleri ve hep beraber bir parçası oldukları, ikinci sefer rastladığımız “yüce dağlar” motifini oluşturmak için bir araya geliyorlar. Coğrafya dediğimiz şeyin aslında bir yönüyle bizim yapıp etmelerimizin, ardından gelen tanıma, yüceltme, sözceleme ve anımsama süreçlerinin bir ürünü olduğunu bize bildiriyor, ıssız bir beyaz dokunun üzerine iliştirilmiş incecik kâğıtların bireşiminden.


Burçak Bingöl, Parçaları Çoğalır I, 2016-2023, sırlı seramik, metal, değişken ölçüler


Burçak Bingöl

Galeriye girdiğimizde hemen sağdaki çalışmada, Bingöl’ün kendi bedeniyle oluşturduğu gramer, o gramerin eksilmesi ya da sökükleri ve bedenin bu dökükleri toplamak için yaptığı hamleyi görüyoruz. Adeta bir üçleme var burada: kırık seramikteki çiçek, Bingöl’ün elbisesini kat eden çiçek ve Bingöl’ün bu iki öğeyi bir el jestiyle bir arada tutan, yüzü kadrajın dışına taşmış kendi bedeni.


Yapıntı, kuruntu, döküntü ve toplama gibi sözcüklerin kıyısından dolaşıyorum Bingöl’ün ikinci odadaki işlerini gezerken, ama aslında hepsi de işlerin kenarını yalıyor, teğet geçiyor. Tam anlamıyla sözcüksüz bırakan bir şey var bu çalışmada: kırık seramik parçaları, sicim kaidelerle galeri zemininden yükseliyor. Hepsi kendi namına değersiz, ancak bir arada duramayacak kadar yorgun ve o şans da artık pek uzak, pek yitik. O halde muhayyel bir yitik, kadim dostluğun sacayaklarla tutturulmuş parçacıklarına, bir çeşit anı molekülüne niye dönüşmesinler?

Bingöl’ün kıyı kıyı yerleştirilmiş bu minvaldeki seramik vazo parçaları ve fotoğrafları, gerçekten zorlu, ancak bir o kadar da “bizden”, bu karşılaşmada olduğumuz, olabileceğimiz, asla olamayacağımız bizlikler kümesini, hiç de öyle ikinci bir şans için altınla sıvamadan, duygulu bir tamiratın ya arifesinde, ya da oraya hiç uğramayacak şekillerde ortaya koyuyor.


Sophie Calle, Zarif Acı, 14 Gün Önce, 1984-2003, İki renkli fotoğraf, iki nakış işleme, keten, aluminyum, çerçeve, 48 x 60 cm (fotoğraflar, her biri), 120 x 60 cm (metinler, her biri), 191,7 x 139 cm (toplam), ed. 2/3 + 1 AP


Sophie Calle

Bir ayrılık sürecini yürekli bir biçimde, aynı çalışmanın pek çok edisyonuyla birlikte ortaya koyan Calle’ın çalışmasının üç nüshasıyla karşı karşıyayız. 3 aylık bir ilişkiden sonra terk ediliyor, ya da ayrılmak üzere hamle yaptığında yanındaki yeri boş buluyor. Her halükarda, bu olayla yüzleşmesi olayın kendisinden 15 sene sonra, retrospektif bir anlatı biçiminde gerçekleşiyor Calle’ın.

Bir otel odası, pek çok kişinin buluştuğu ve ayrıldığı bir yerdir. Serginin kalanıyla beraber düşündüğümde, aslında Calle’ın işlerinin çağrışımsal zenginliğini veren şeyin, tam da o günübirlik akan hayatın ritmini duyumsatması. Burada, zorlanan değil ama her zaman için birilerinde, bir yerlerde var olan bir “normal akışa” çağrı da var. Hayatın sürekli beklenmedik olaylarla kesintiye uğradığı bir toposta, sanıyorum bu da atipik bir utopos. Kısacası, özlem duyduğumuz sıradanlıktan bir dem.


Gül Ilgaz, Sisli Görüş, 2015, fine art baskı, 40 x 60 cm, ed. 1/3 + 1 AP


Gül Ilgaz

Zaruri bir ayrılıktır insanın doğayla olan ilişkisi. “İnsan doğanın yarasıdır” der, Hegel. Öyleyse, onun için bir doğal düzenden bahsetmek zordur, o çevresini kura kura ve o çevreyi yapa boza, alışa bozuşa kendine bir yol çizer. Ilgaz’ın video çalışmasında da, ses yerleştirmesinde de bu türden bir odak var, kendisini çevresi üzerinden düşünmeye yatkın bir odak. Ancak bu çevredeki değişimler, yitimler, kayıplar ve silikleşmeler, kısacası zaman ırmağının altından geçtiği bu ağır hatırlama süreci, meyvelendirdiği nesneler, renklendirdiği insanlar, konuşmalar, bir çeşit otobiyografik ve masalsı bir âlemden enstantaneler.

Bir aile albümünün karıştırılması sonrası ortaya çıkan beklenmedik fotoğraflar gibi sözcüklerin serpildiği ses yerleştirmesi, yanı sıra bir problemi de ortaya koyuyor: hatırlamak, ses, sözcük, im, imleyen, imlenen… Bu karmaşık sarmalın katlandığı her noktada, aslında duyduğumuz sesin niteliğine, mazisine, dokusuna ve dokunuşlarına dair bir nüve saklı. Ama Ilgaz, bu rüşeym halindeki sorunsalı daha da şekillendirmeden, sanki hızla açan ve solan bir çiçek gibi kenardaki bir vazoya koyuyor ve bizi odayla, mekânla baş başa bırakıyor.


Gül Ilgaz, Sisli Görüş, 2015, fine art baskı, 40 x 60 cm, ed. 1/3 + 1 AP


Bir anlık yokluk, şüpheye düşürmeye yeter

Sonuçta, aslında göz kapaklarımızı kapamamız bile, o saniyenin binde birindeki olayla bizi bir yokluğun, kesintinin, kaybolmanın öncesine, sonrasına bırakabilir, bakanın kendindeki kendilik bilincini, bu anlık jest ile sorguya tabii tutabilir. Kim bilir, belki de retinamızın bize ölümü hatırlatma biçimidir bu?


Dört sanatçı, Elâ Atakan küratörlüğünde, tam da bu deneyimin, bu yokluk anlarının imleyenleri, belirtileri, semptomlarıyla kurdukları ilişkilerin özeline giriyor, günlüğünü karıştırıyor, duydukları şaşkınlığı bizimle paylaşıyor. Özgül “ortadan kaybolma biçimlerine”, zaruri, vakitli veya tercihen, geri kalanların sıfatında, kalanlar üzerine bir düşünmeyle şahit arıyor.


Kommentare


bottom of page