Murat Alat'ın unlimitedrag.com üzerinden yayınlanan Egzersizler isimli serisi özgürlük ve sanat arasındaki bağı sorguladığı yazısıyla devam ediyor
Yazı: Murat Alat

Eleştiri ne menem bir uğraştır anlamak uğruna iki yazıdır yürüttüğüm sorgulamaya bir ara verip sanat ve hayat üzerine naçizane bir eleştiriye girişmek niyetindeyim. Bu eleştiriyi de bir önceki yazıda ortaya attığım sanat-özgürlük rabıtası üzerinden kurgulayacağım. Farkındayım özgürlüğün kendisi başlı başına kallavi bir mesele ve sanatın özgürlük yolunda bir işe yarayıp yaramayacağı sorusunu özgürlük sorununa çengellemek işi daha da çetrefilli kılıyor, ama bütün bu yazı silsilesinde arzu ettiğim sonuca ulaşabilmek için böylesi bir işin altına girmek zorunda olduğum kanaatindeyim. Zira hayat da beni böylesi bir yazı yazmaya zorluyor. Öte yandan özgürlük ve sanat arasında sıklıkla var olduğu dillendirilen bağı kendi üslubumca temellendirebilirsem hissediyorum ki eleştiri için önceki yazılarda aradığım tanımı geliştirebilir, eleştirinin sanatı ve belki de hayatı özgürleştirme girişimi olduğunu iddia edebilirim.
Söz konusu ister doğanın zorlamalarından azade olmak olsun ister sık sık maske değiştiren bir despotun hükmünden, özgürlük insan evladı için kendi varoluşu kadar eski bir sorunsal olsa gerek. Böylesi bir hükmü temellendirmek için ise ne filozofların kelimelerine ihtiyacım var ne de toplumsal tarihin yekünü bir araya gelse dağları oluşturabilecek metinlerine. Yeğenim Badiş’in henüz 4 yaşındayken kurduğu bir cümle beni insanın ve hatta varoluşun fıtratında özgürlük arzusu bulunduğuna inandırmaya ziyadesi ile yetiyor. Düzgün cümle kurmayı öğreneli kısa bir zaman olmuş, bizlerle sık sık ne yiyeceği, ne giyeceği konusunda şiddetli kavgalara girişen Badiş’in bir gün yine yemek üzerine yaşanan bir gerilimin ardından bana dönüp tüm içtenliğiyle “Dayday ben ne zaman kendi kararlarımı verebileceğim?” diye sorması, yeğenimin ufak bedeninde bir arzu olarak özgürlüğün belki en başından beri bulunduğunun, körpe dimağında ise bir sorun olarak da yavaş yavaş filizlenmeye başladığının en güzel ifadesi değil mi? Bu soruyla Badiş bir varlık olarak özünde bulunan hareketin, gücün, arzunun akacağı yönü tayin etmede karar merci olmayı talep etmiyor mu? Herhangi bir çocuğun doğumundan ergenliğe geçişine kadar olan süreye şahit olduysanız eğer, bilirsiniz ki bu minik bedenler dizginsiz, handiyse sonsuz bir hareket etme arzusuyla doğarlar ve medeniyet bu hareketlere gem vurma, form verme girişimidir. Her çocuk özündeki gürlüğü korumak ve hatta çoğaltmak isterken toplumsal sistemler özgürlüğe karşı aldıkları tavırlara göre değişen tutumlarla bu arzuyu düzenler ve ne yazık ki çoğu zaman da sömürür ve hatta söndürürler.
Bu noktada Badiş’in özgürlüğünü sorgulamaya girişmesinin ardında yatan sebebin onun Nutella’ya olan zaafı olduğunu söylemem ise hikayeyi ciddi şekilde değiştireceğini tahmin ediyorum. Biz “bilinç sahibi” yetişkinler olarak Badiş’i kendi bedensel ve zihinsel gelişiminin hayrına olacağına inandığımız gıdalarla beslemeye çalışırken bu küçücük çocuk, bedeninin de gür sesini dinleyerek, onu kısa vadede mutlu kılmak için üretilmiş olup bunda da ziyadesi ile başarılı olan Nutella’yı tercih etmeyi bir yandan arzusunu iyi olana yönlendirmek olarak görüp öte yandan da bizim irademize tabii olmayışının diğer bir deyişle özgür oluşunun nişanı olarak kabul ediyor muhakkak ki ve de tüm gücüyle seçimini bu beden sağlığına zararlı “şey”den yana yapıyor. İşte kapitalizm tam olarak bu. Badiş’in küçük bedeni, henüz zihni özgürlük sorusunu formüle etmeden çok daha önce, bilimum yapay ya da doğal maddeyle azami derecede haz verecek şekilde tatlandırılmış, türlü mecralar kullanılarak da mutluluk halesi ile kuşatılmış ve ezcümle bırakalım küçük bir çocuğu pek çok yetişkin için bile karşı konulması zor hale gelmiş Nutella ve tüm bu düzeneği üreten sinsi sistem tarafından ele geçirilmiş durumda. Özgür olarak doğan Badiş özgürlüğünü daha sorunsallaştıramadan kaybetmiş, zincirlenmiş. Hem de özgür olduğunu, arzusuna kulak kabartıp kendi kararlarını kendi verdiğini sandığı andan çok çok önce. Tıpkı pek çoğumuz gibi. Ben yine de Badiş’in Nutella’ya olan düşkünlüğünün onu çoktan kapitalizmin tüketim ağına kapılmış bir beden olarak özgürlüğün uzağına taşıdığına üzülerek şahit olsam da, sevgili yeğenimin kendi kararlarını kendisi almaya dair olan tutkusunu bir varoluş biçimi olarak özgürlüğün nasıl sinemizde barındığının bir göstergesi olarak yorumluyorum ve de geleceğe umutla bakıyorum.
Mevcut durumda söz konusu olan henüz cahil bir çocuğun kendi iyiliği yönünde karar verme yetisinin olmayışı ve de karar hakkını bize devretmek zorunda oluşu değil elbette. Biz yetişkinlerin de hali tam olarak bu, kendi kararlarımızı kendi başımıza alıp hayatımızı hiçbir ön koşulun şartlamadığı bir yöne doğru akıtma isteğimiz, özümüzü gür kılma yani özgürlük arzumuz, bizi hayatta hamle yapmaya itiyor itmesine ama çoğu zaman da tıpkı Badiş gibi sinsice kendi arzumuz olduğuna inandırıldığımız seçenekleri özgür seçim maskesi altında seçmeye çoktan şartlanmış oluyoruz ve en özgür olduğumuzu sandığımız anda kendimizi amansızca zincirlenmiş buluyoruz. Kendi kararımızı kendimiz veriyoruz ama oyun hileli olduğu için seçimimiz özgür olmuyor bizi özgürleştirmiyor.
Peki bütün bunların sanatla ne alakası var ya da sanat bu durumda ne yapabilir? Sanatın daha modernizm şafağından beri bıkmadan usanmadan yaptığı bizi Nutella ve türevlerinin, arzumuzu kışkırtan bütün bu leziz ve bir o kadar da zararlı “şey”lerin, bedenlerimize gayet doğalmışçasına hoş gelen rahiyalarının büyüsünden kurtarmak, bunu yapmak için de birer truva atı misali bünyemize sızmış, sinir sistemimizi hacklemiş olan bu “şey”lerin oyunlarını faş etmekten ibaret. Sanat modern dönemeçle gözünü kusursuz ve haliyle aşkın güzellikten yani göklerden tüm faniliğiyle çirkinliği bünyesinde barındıran yeryüzüne çevirdiğinden beri sadece Platon’un meşhur idealar aleminden uzaklaşmadı aynı zamanda tüm ideolojilerle de bitmeyen bir savaşa tutuştu. Güzelliği seyre dalmaya vesile olacak haz verici imgeler üretmek yerine gündelik hayatın içine bir tutam çirkinlik, bir tutam bozulma, bir tutam çürüme, bir tutam ölüm, bir tutam gerçeklik katarak bedenlerimizi canlandırıp bizi devinir kılmayı, hareketimizi kısıtlayan zincirlerden kurtarmayı kendine görev bildi. Güzellik gücünü ölümsüzlükten alıyorsa modern sanat ölümün kuvvetini ardına alır. Ölümsüzlük vaadi ile, sonsuz haz, sonsuz yaşam vaadi ile baştan çıkmış olarak hülyalar alemine dalmış kitlelerin karşısına bir doz gerçeklik, bir doz ölüm çıkarır. Unutmamak gerekir ki tüm bu gerçekleşmesi namümkün olan vaatler kapitalizmin bizi boyunduruk altına almasını sağlayan has araçlarıdır ve sanat sadece bu vaatleri ifşa etmekle kalmaz, bizi zincirlerimizden kurtaracak, özgürlüğe acısıyla tatlısıyla gerçek yaşama götürecek olan yolun kapısını da aralar. Sonsuz yaşam hülyasına bulaşan bir doz ölüm deneyimi aslında beraberinde gerçek yaşamı da getirir zira ölümün olduğu yerde yaşam da vardır, ölüm yaşamın diğer adıdır. Velhasıl kelam sanat teorik olmaktansa ziyadesi ile pratik bir uğraştır, gerçekliği mikro düzeyde de olsa değiştirmeye çalışır. Sanat bizi Nutella’yı arzulamaktan kurtaracak istisnai bir araçtır, bunu da yasaklara başvurmadan, bir disiplin aygıtını bir başkasıyla değiştirmeden yapar. Sanat Nutella’nın sunduğu sonsuz haz vaadinin yerini gerçek yaşamın keyfiyle değiştirir. Bizi özgürce karar verebileceğimiz o ana taşır.
Elbette denilebilir ki sanatın ta kendisi kapitalizm tarafından çoktan ele geçirilmiştir, hem öyle olmasa bile sanatın bir özgürlük imkanı yaratması ancak ona madden ve manen erişimi olabilen çok küçük bir azınlık içindir. Sanatın kapitalizm tarafından ele geçirildiğini kabul ediyorum ama sanatın kapitalizm içinde müstesna bir yeri olduğunu da düşünüyorum ve bu istisnai konum onun içindeki özgürlük imkanını korumasını şart koşuyor. Bu konuyu bir önceki yazımda ele almaya çalışmıştım. Öte yandan sanatın azınlık için yapıldığı fikrine ise itiraz ediyorum, günümüzde sanat özgürlüğü kendine sorun edinen herkesin öyle ya da böyle ulaşabileceği bir mesafededir. Bu da başka bir yazının konusu olsun. Benim bütün bu itirazlara ekleyeceğim bir başka itiraz ise sanatın kapitalizmin devasa makinasının karşısında gücünün ancak çok küçük ölçekli, varla yok arasında salınan mikro devrimler yapmaya yetebildiği olacaktır. Kendi kendime geliştirdiğim bu itiraza cevabım ise şudur ki kapitalizm yaşam gücümüzü daha kaynağında, mikro düzeneklerle ele geçirir, Nutella örneğinde olduğu gibi tam da bu yüzden ona karşı mücadele de ancak bu mikro düzenekler seviyesinde olabilir. Sanat mikro seviyede bir devrim sağlar. Evet gündelik hayatın sert koşulları içinde bu mikro düzeyde mücadele çok yavaş olacaktır, çoğu mücadele de aciliyet gerektirir ve ben tam da bu nokta da işte Hölderlin’in kardeşine yazdığı bir mektupta geçen şu satırlarını aktarıp yazıyı apar topar bitirerek Badiş için sokaklara düşüyorum:
“Eğer karanlıklar krallığı zor kullanarak yine de baskın yaparsa, o zaman kalemlerimizi masanın altına atalım ve Tanrının çağrısına, gözdağının en büyük ve varlığımızın en yararlı olacağı yere gidelim.”
Comments