Pratiğini şekillendiren göçebe yaşamı, yasaklanan sergileri, mücadele biçimleri, kuir gece hayatı ve son zamanlarda üretim pratiğine kattığı performansları çerçevesinde Ateş Alpar’ın üretimini odağımıza aldık
Röportaj: Hüseyin Gökçe
Fotoğraf: Berk Kır
Ateş Alpar, Fotoğraf: Berk Kır
Dünyayla ilişki kurmamızın önemli uğraklarından biri de sanattır. Sanat bakışımızı ve düşüncemizi değişime uğratan, bizi kendimizden uzağa savurarak bir başka göze, kulağa, tene, koku almaya doğru evrilten ve sonra kendimize döndüren uzamdır. Bu deneyim esnasında dünya bildiğimiz, tanıdığımız, aşina olduğumuz ve belli reflekslerle hareket ettiğimiz bir yer olmaktan çıkar. Kendiliğimizin bilinci artık çokluğun sularında gezinmiştir. İşte Ateş Alpar’ın üretimleri izleyiciye bu deneyimleri yaşatarak kurulu zeminleri kaydırır ve hatta dağıtır. Yüzeyde dalgalanmalar yaratarak yeni dünyalar kurmanın olanaklarını sunar. Onur Haftalarında tekilliğin birlik oluş ısrarını, heyecanını ve arzusunu fotoğraflayarak görünür kılar; İstanbul kuir gece hayatını kayda alarak bedenlerin temasına tanıklık eder. Duyulmayanların dünyasında yaşanacak hafıza kaybının yaşamla kuracakları bağın zayıflamasına yol açacağını düşündüğünden belleği diri tutmanın önemini gözetir. Alpar’ın sanatsal üretimini, estetik ve etik hakkındaki düşüncelerini ondan dinlemek istedim. Özellikle göçebe yaşamının işlerine nasıl yansıdığını, Onur Haftalarında yasaklanan sergileri ve bununla mücadele edişi, İstanbul gece hayatı ve son zamanlarda üretim pratiğine kattığı performanslar hakkında merak ettiklerimi sordum.
Ateş Alpar, Yıkıntılara Bakmak, Taş, Kabuk ve Sessiz, 2021
Uzun süredir Mardin-Adana-İstanbul hattında yaşıyor ve üretiyorsun. Bir göçebelik halindesin. Bu bilinçli bir tercih mi ve bu süreç üretimine nasıl yansıyor?
Evet, sanat pratiğim bir göçebelik haliyle sürüyor. Bu hal, 90’lı yıllarda Nusaybin’de yaşayan ailemin siyasi sebeplerle göç etmesi ve Adana’ya yerleşmesiyle başlıyor. Mardin-Adana-İstanbul hattında üreten biriyim. Ailemle yaşıyorum ve uzun süredir hafıza, aidiyet ve bellek üzerine çalışıyorum. Genellikle Mardin’deyim ama arada sırada Adana’da da bulunuyorum. Son beş yıldır İstanbul’a çok sık gidip geldim. İzmir’de, Ankara’da, Mersin’de çeşitli sanatsal etkinliklerde yer aldım. Son beş yılda, bu zorunlu göçebelik bir tercihe, kişisel bir seçime dönüştü diyebilirim. Mardin’de ve Adana’da ailemin yanında, sakin bir ortamda okumak, yazmak, izlemelerle beslenmek, biriktirmek benim için içeriden kurulan bir güçlenme süreci oluyor. Buradan aldığım güçle dışarıya doğru hareket ediyorum. Bu anlamda daha içsel bir göçebelik halim de var. Göçebeliğimin bir başka formu ise, bu hali sürekli etkileşim biçiminde yaşayarak olumsuzdan olumluya çevirmek. Bu, iki biçimde gerçekleşiyor. Birincisi, yerler, kişiler, olaylar ya da eylemler arasında yer değiştirmeye maruz kalan biri olarak bu şeyleri birbirleriyle bir ağ kuracak biçimde birleştirmek. İkincisi ise yaratıcı bir mesafelenme. Yerleşik olanla daha mesafeli, onun içindeyken görülemeyecek şeyleri görmeme izin veren bir ilişki geliştirebildiğimi düşünüyorum. Bu sayede yerleşikle yaratıcılığa yer açtığını umduğum bir gerilim oluşuyor belki de. Göçebeliğin yaratıcılığını bu anlamda sadece farklı mekânlar ve biçimler arasında bir geçiş halinde olmak olarak değil, bu geçişler vasıtasıyla bir mesafe, farklı bakma şansı olarak da görüyorum.
“Sanat yoluyla bir söz söyleyeceksem, bunun coğrafyadan, toplumdan, toplumsal hareketlerden kopuk olması mümkün değil. Ancak estetik olanın peşini de bırakmadan söylemeye çalışıyorum sözümü. Burada estetik olanı gözetmekle, Jacques Rancière’in estetik olandan anladığı şeyi düşünüyorum daha çok: Ajitasyona düşmeden, duyulur olanın mevcut dağılımının ötesine uzanan bir bakışı kurmaya çalışmayı.”
Bu göçebelik halinin ilişkilenmelere, yeni anlamlara ve yaratıcılığa katkısı yadsınamaz bir gerçek. Bu sürede belli bir mesafe almanı önemsediğimi söyleyebilirim. Mesafe daha farklı görünümler sağlayabilir. Kuşkusuz bunun da sanat pratiğine etkileri oluyordur. Ama bu göçebelik halinin sadece bunlarla ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Her zaman bir yerlerde olman gerektiği gibi bir zorunluluk ve sorumluluk hissettiğini düşünüyorum. Son yıllardaki birçok eylemde ve sergide yer alman gibi. Onur Haftalarında iki serginin yasaklanmasını göz önünde bulundurduğumda bu sonuca varıyorum. İzmir’de Onur Haftasında valilik tarafından yasaklanan sergide bu yasağı delerek kentin farklı noktalarına fotoğraflarını astın. Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyumun yasakladığı sergideyse öğrenciler eserlerini ellerinde taşıyarak bu yasağı tanımadılar. Öncelikle son beş yılda iki defa sergisi yasaklanan birisi olarak bu süreçten bahseder misin? Ayrıca sanat senin için yaşamın tüm yönleriyle içinde olduğun politik ve estetik bir mücadele verme meselesi olduğu söylenebilir mi?
İzmir’deki sergim 2019’da yasaklanmıştı. Önceki yedi yıl boyunca Türkiye’nin farklı kentlerinde yasaklanan Onur Yürüyüşlerinden oluşan bir çalışmaydı. Yasağa rağmen sergiyi yapmaya karar verdim ve sergideki fotoğraflardan 1500 civarında baskıyı, İzmir’in sokaklarında, meydanlarında, barlarında, kafelerinde sergiledim. Diğer sergi geçen yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşecekti. Üniversiteden sergi için davet almıştım, ancak açılışa saatler kala, atanmış kayyum rektör tarafından sergi yasaklandı. Bunun üzerine üniversitedeki toplulukta yer alan öğrenciler sergideki fotoğrafları ellerine alıp üniversite içinde yürüdüler ve yasağı protesto ettiler. Normatif değerleri ve temsil kodlarını üreten iktidar, lubunlara baskı uygularken heteronormatif bir şiddet uygulamış oluyor. Sergiler, söz konusu baskıyı ve şiddeti görünür kılmaya yönelik amaç taşıyorlardı ve bu sebeple yasaklandılar. Bu anlamda yasağa karşı gelmek ve direnmek gerekiyordu. Bu direnişler, iktidar verdiği gözdağına birer cevap olmaları bakımından önemli benim için. Diğer yandan, her iki serginin de bir şekilde kamusal alana taşınmış olması, bana göre sanatın yasak tanımayacağını gösteriyor. İkinci soruna gelirsek, elbette sanat benim için politik ve estetik olarak mücadele etme yolu. Coğrafya, göç, sınır, kimlik, hafıza, toplumsal bellek, beden, kuir gibi konulara odaklanıyorum çalışırken. Hem yaşadığım coğrafyanın etkisiyle hem de üzerinde çalıştığım bu konuların ağırlığı ve yoğunluğu sebebiyle, zaten aksi düşünülemez benim için. Sanat yoluyla bir söz söyleyeceksem, bunun coğrafyadan, toplumdan, toplumsal hareketlerden kopuk olması mümkün değil. Ancak estetik olanın peşini de bırakmadan söylemeye çalışıyorum sözümü. Burada estetik olanı gözetmekle, Jacques Rancière’in estetik olandan anladığı şeyi düşünüyorum daha çok: Ajitasyona düşmeden, duyulur olanın mevcut dağılımının ötesine uzanan bir bakışı kurmaya çalışmayı. Fakat duyulur olandan dışlanmanın, görünmez kılınmanın en şiddetli yaşandığı toplumsal gruplarla çalışmak, bunu kendiliğinden garantilemiyor. Bu yüzden çalışmalarımın kendi içsel yapısına ve sözünü söyleme biçimine de özen gösteriyor ve kendi konumumu, kurmaya çalıştığım bakışı sürekli yeniden müzakere ediyorum.
Ateş Alpar, Queer Ballet, 2019
Normalin konsensüsünün dışında öyle bir gece var ki, sadece hazzın, bedenlerin ve tenlerin birbiriyle olan teması üzerine kurulu. Kuir gece hayatından bahsediyorum. Her türlü kimliğe direnen ve kimliksizleşmeyi öneren, cinsiyet etiketlerine karşı çıkan bedenler geceleri adeta bir karnavala dönüştürüyor. Bu gecelerde drag queen’ler ve butch’lar sahne alıyor. Uzun yıllardır İstanbul’da kuir gece hayatını belgeleyen bir sanatçı olarak bu geceler hakkındaki izlenimlerini merak ediyorum.
Çekim yapmaya performanstan çok önce gidiyorum. Drag queen’lerle kuliste uzun uzun konuşuruz. Türkiye gündeminden tutun da nasıl daha yaşanılabilir bir dünya kurulabileceğine kadar, birçok konuda sohbet etme imkânımız olur. Kuir gece hayatı hiçbir zaman salt eğlenceden ibaret olmamıştır. Drag queen’lerin birçoğunu uzun zamandır tanırım, yeni arkadaşlarla da tanışırız. Çalışmaya başlamadan önce mutlaka izin alırım. Fotoğraf ya da video çekimlerinin nerede, nasıl yayımlanacağını anlatırım. Önemli olan güven duymalarıdır. Mekân çok önemlidir, bir arada, dayanışma içinde olmak önemlidir. Herkes birlikteliğin güven duygusunu yaşar ve bu duygu sahnede performanslarına da yansır. Çok özel bir hafıza yaratılır kuir gece hayatında. Seyirci de verilen emeğin, akıtılan her damla terin ne kadar kıymetli olduğunu fark eder. Aslında bir yoldaşlık hikâyesi yaratılıyor ve yaşanıyor diyebilirim. Dayanışmanın ve güvenli alanda olmanın verdiği gücün ne kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz. Ben oradayken dans ediyorum, kendimi ortamdaki enerjiye kaptırıyorum. Haftalarca, aylarca çalıştıkları performanslarını sergilemek için sahneye çıkan drag queen’leri izliyorum çoğu zaman. Her hareketlerini, jestlerini, mimiklerini takip ediyorum. Başlarda amacım fotoğraf makinesinin varlığını unutturmak olurdu ama yoldaşlık ilişkisiyle ben unutmaya başladım. Daha doğrusu ilişkilerimizin bir parçası oldu diyebilirim.
Ateş Alpar, Queer Gece Hayatı, 2020
Gecenin kendine ait bir büyüsü var. Yalnızken bu büyü daha başka bir boyuta doğru yol alırken dostlarla birlikte geceyi büyütmenin neredeyse sonsuz bir karışım sunduğunu ileri sürebiliriz. Bu geceleri senin de belirttiğin gibi dayanışma ve güvenle beraber bir yoldaşlık hikâyesinin örüldüğü bir ağ gibi değerlendirebiliriz. Kuir gece hayatından aklında kalan birkaç hikâyeden bahsetmek ister misin?
Adını vermek istemediğim bir drag queen arkadaşım var, birbirimizi 17 yıldır tanıyoruz. Saçlarını örerek çıkacağı bir performanstan önce mekâna gitmiştim. Performansına çok az bir süre kalmıştı ve birlikte saçlarını örmeye başladık. Hem örüyor hem de geçmişimizi konuşuyorduk; birlikte geçirdiğimiz zamanları yad ediyorduk. Gezdiğimiz sokakları, caddeleri, yaşadığımız şehri yeniden hatırlıyorduk. Bir de baktık ki performansı kaçırmış! O günü anımsadıkça hâlâ güleriz. Elbette böylesi bir olay, anı, ancak güvenli alanın içinde, yakınlığa dayanan bir ilişki sayesinde neşeyle gerçekleşebilirdi.
“Tanıklık bir noktada hakikatle ilgili. Gündelik yaşama yayılan şiddet, ona karşı koyan bedenlerle, insanlarla ve mekânlarla birlikte karmaşık bir hakikat yaratıyor.”
Ateş Alpar, Yıkıntılara Bakmak, Taş, Kabuk ve Sessiz, 2021
Geçenlerde izlediğim Angès Varda’nın JR ile imza attığı Mekânlar ve Yüzler adlı filmde Varda ve JR Fransa’nın taşralarında insan yüzleri arıyorlardı. Birçok yere gittiler. Bir yerde maden işçilerinin artık yıkılmak üzere olan evleriyle karşılaştılar. Bir tek kadının evini terk etmediğini gördüler. Kadın “Burada bir sürü anım var. Biz neler yaşadık, kimse bunu anlayamaz,” diyordu. Burada bir hafıza kaybından bahsedebiliriz. Bu hafıza kaybı Türkiye’deki ciddi boyutlara ulaştı. Hafıza kavramının sanatının nirengi noktalarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yıkıntılara Bakmak serinde bunu bütün boyutlarıyla görebiliyoruz. Hafıza ve politik bağlamda Hasankeyf ’in sulara boğulması hakkında neler söylemek istersin?
Yıkıntılara Bakmak, 2019’da başladığım bir serinin başlığı. Hasankeyf su altında kalmadan önce yaşadığım bölgede yıkıntı, yerinden edilme, yeni dönem güvenlik politikaları, beden, taş gibi konuları işlediğim bir seri. Bu serinin ilk alt başlığı ise Taş, Kabuk ve Sessiz. Başta Hasankeyf olmak üzere Yukarı Mezopotamya bölgesinin önemli bir kültürel miras alanını sular altında bırakan bir güvenlik barajı olan Ilısu Barajı inşası, Türkiye’nin sadece enerji değil, güvenlik politikalarıyla da ilgili. Bunun ilk işaretlerine gezdiğimiz kimi köylerde rastladık. Sular altında kalan köylerin halkı eşyalarını toplarken aynı zamanda atalarının mezarlarını kazıp kemikler çıkardılar ve yerleşebilecekleri başka yerlere göç ettiler. Toprak sahibi olabilenler çok azdı ve topraksız köylüler nereye gideceklerini bilemiyorlardı.
Bu göçlere katıldım. Göç ile beraber bir süre imgesel olarak kemik, et ve suyun yolunu aradım. O insanların yaşadıklarına birebir tanık oldum ve bir hafızanın nasıl yok olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Ilısu Barajı’nın inşası coğrafyada biyopolitik bakımdan önemli kırılmalara da sebep oldu. Durumu, bin yıllardır tarımın ve verimliliğin sembolü olmuş Mezopotamya topraklarında çokça dillendirilen ve gelecekte çıkacağı varsayılan “su savaşları” ile ilişkilendirmemek mümkün değil. Yani aslında apaçık görünen bu coğrafyada iktidarın şiddetinin çırılçıplak ortada olması. Göçlerde tanık olduğum şey tam olarak buydu.
Ateş Alpar, Queer Ballet, 2019
Tanık olmak ve yüzleşmek etik sorumluluğu beraberinde getiriyor. Tam da buradan hareketle sanatsal bir üretim yaparken yani bir şeylerin duyulur ve görülür olmasını isterken bıçak sırtı bir durum beliriyor. Şiddeti estetize etmekle etmemek arasında bir noktadan bahsediyorum. Göç, sınır, beden, hafıza ve toplumsal bellek gibi konularda çalışan birisi olarak şiddeti estetize etmekten kaçabilmek için nelere dikkat ediyorsun?
Tanıklık bir noktada hakikatle ilgili. Gündelik yaşama yayılan şiddet, ona karşı koyan bedenlerle, insanlarla ve mekânlarla birlikte karmaşık bir hakikat yaratıyor. İlk dikkat etmeye çalıştığım şey, bu hakikati biliyormuş gibi yapmamak. Fotoğraf veya video gibi mecralar, biraz da örneğin resme göre dolaysız görünüşleriyle, bu mecralarla çalışanların bir hakikatin bilgisini sunuyormuş hissine kapılmasına yol açabilir. Bu yüzden, fotoğraf ve videoda yapılan şeyin bir çerçeveleme, bir şeyleri çerçeve dışında bırakma bir şeyleri çerçeve içine alma işi olduğunu daima aklımda tutuyorum.
Burada benim meselem, hakikatin otantik bilgisine erişmek değil, onunla bir soru, bir problem olarak karşılaşmaya çalışmak. Bedenler, insanlar, mekânlar, özellikle şiddetle karşı karşıya kalıp kendi yollarıyla direnmenin, bellekler üretmenin yollarını bulduklarında bize yaşama, topluma ve arzulara dair sorular sorarlar. Mümkün mertebe her işimin bu soruları aktarmasını umuyorum seyirciye. Seyircinin, benim karşılaştığım sorularla, kendi tarzınca karşılaşması için çabalıyorum. Burada aklıma yine Rancière geliyor. Seyircinin etkinliğinin mutlaka sanatçı tarafından karar verilemez bir boyutu var, ancak ben yine de bu etkinliği, bir sınırlama değil bir başlangıç noktası olarak “sorunsallaştırma” olarak anlıyorum. Dolayısıyla, konuyla ilişkimde bir problemle karşılaştığımı düşünüyorum ve çerçevemi böyle oluşturmaya çalışıyorum ki seyirci de konunun hakikatinin bilgisine eriştiğini düşünmek yerine kendi tarafında bir sorunsallaştırmayı başlatabilsin.
Ateş Alpar, Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar, Performans, 2022
Son olarak geçen aylarda seni birçok performans gerçekleştirirken gördük. Bunlardan bazıları Aramızda ve Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar adlı performansların. Uzun süredir tutuklu olan iş insanı Osman Kavala’nın bir portresini İstanbul sokaklarında dolaştırdın. Ve bir diğer performansında Hrant Dink’le ilgili bağımsız bir galerinin vitrininden sokağa ayna ve taş tuttun. Denilebilir ki performans, sanatının önemli bir ifade aracı olmaya doğru gidiyor. Öncelikle seni performans yapmaya iten nedenleri merak ediyorum. Bu sanatı icra ederken estetik bir deneyimden çok, aktivist yönünün ön plana çıktığı söylenebilir mi?
Sanatın politik olanla, tıpkı felsefe ve daha az doğrudan gözlemlenebilir olsa da bilim gibi, kopmaz bir bağı olduğuna inanıyorum. Muhtemelen kelimelere aynı anlamı vermiyoruz ancak bu durum estetik olana karşıt olarak politik olanın seçilmesi anlamına gelmiyor. Aksine, estetik deneyim, politik olanı görmek için kullanabileceğimiz merceklerden biri. Ama ne kast ettiğini anlıyorum, evet bedenin sınırlarını zorlamaktan ziyade performansta ilgimi şu an için çeken şey, seyirciliğin ve sanatçı seyirci ilişkisinin sınırları üzerine düşünme fırsatı vermesi.
Performans gereği sokaklarda dolaşmak veya bir vitrinden sokağa bakmak, sanat seyircisinin bildiğimiz anlamını, yani bir sanat mekânına bile isteye giden, seçilmiş/seçim yapmış bir kitle tanımının çizdiği sınırları kendi adıma müzakereye açıyor. Bu mecrada beni çeken bir başka imkân da bedenimle veya benliğimle içine gömülü olduğum gerçekliği daha çok kendimden hareketle sorguya açmamı sağlayabilmesi. Bu açıdan diğer mecralardaki çalışmalarımla buradakiler arasında bir tür süreklilik olduğunu düşünüyorum. Başkaları aracılığıyla temas edebildiğim sorulardan hareketle, belki bir parça daha şahsi sorular üretmeye çalışıyorum. Ama bu her durumda yine seyirciyle ilişkiden geçiyor ve umuyorum ki derhal şahsi olmaktan çıkıyorlar. Bu açıdan benim için, estetik olanın, performans mecrasına ve seyirciye dair sorular temelinde politik bağlamdan belli unsurların seçilmesi işi olduğunu ve ikisi arasında bir süreklilik bulunduğunu söyleyebilirim.
Comments