top of page
Korhan Gümüş

Başka bir alternatif olmadığına inanmak zorunda mıyız?


Nasıl doğa-kültür karşıtlığı, kapitalist modernitenin nesneleştirici bilişsel dünyasının bir ürünüyse, "kentsel dönüşüm" kavramındaki mevcudun yok sayılması, onu yaratan ve anlamlandıran emeğin işaretsizleştirilmesi ve dönüşme sonucunda ortaya çıkan yeninin kutsanması aynı nesneleştirici dünyanın bir dayatmasıdır. Çünkü mekanı, insani emeği, iktidarın dışındaki her şeyi nesneleştiren bir bakış, ne kadar bilgiye, güce sahip olursa olsun, imkansız bir işe soyunur.

Fotoğraf: Elif Simge Fettahoğlu

Nedir bu başımıza gelen? Genellikle sorulamayan soru budur, çünkü başımıza gelenle başımıza geleni bildiğimiz için bu sorunun cevabı yoktur. Bu nedenle travmatik bir şeydir nostalji. Başına geleni bilememenin yarattığı bir duygu.

Örneğin "İstanbul geçmişte ne güzeldi, şimdi bozuldu" sözü...

Yalan mı? İstanbul çok yakın bir geçmişte doğasıyla, yerleşim dokusuyla, binalarıyla harika bir yerdi. Çalışanların işlerini bildikleri, insanların birbirine saygı gösterdiği... Bugün şehir haksız kazançların, kaosun merkezi olmuş durumda. Peki ne değişti? Bu soru aynı zamanda değişimi anlamaktaki zorluğu gösterir: Kimilerine göre İstanbul bozulmuştur çünkü yöneticiler kötüdür, yanlış işler yapmıştır. İstanbul bozulmuştur çünkü nüfus artmıştır, şehre eğitimsiz insanlar gelmiştir, onlar yüzünden başıbozukluk hakim olmuştur, vesaire.

Bu yaklaşımların çoğunda şehir istenirse "bir çırpıda" düzeltilecek bir nesne gibi anlam kazanır.

Aslında bunda bir tuhaflık yoktur. Şehir bir nesne olarak tahayyül edildikçe, ki dediğim gibi bunda bir sorun yoktur herkes bunu yapar, ama birileri bunu herkes adına yapar, işte o zaman tehlike ortaya çıkar. Çünkü kamusal konumları itibarıyla herkesin, her zaman yaptığını yaparak herkesi taklit etmeye başlar. Müşterek olanı kendisine mal eder, gasp eder. Bu durumda şehrin, taşların, sokakların hakları ellerinden alınır. Victor Hugo'nun Notre-Dame de Paris adlı romanında bir keşişin ağzından dile getirdiği gibi, "temsil şehri öldürür (1)". Çünkü şehri, sokakları insanların zihinsel dünyasından koparır. Onları nesneler olarak temsilin içine hapseden bir şiddet ortaya çıkar.

Diyeceksiniz ki bu şehirde insanların katılım hakları yok. Canlıların, cansızların katılım hakkı nasıl olsun? Ancak onlar nesne olarak görüldükçe, birilerinin hayalindeki işaretlerine, izlerine başkalarının hayallerinin de katılması, yani binaların, taşların, sokakların, caddelerin katılımı mümkün olur mu? Oysa iktidarların ve onlara şehir üzerinde güç kazandıran, şehri bir "oyun çamuru"na dönüştüren bağımlı uzmanların, mimarların, plancıların yaptıkları ile eğitimle kendilerini taklide bağlayan bağları sökmeyi edinmemiş sıradan insanların türdeşliği, şiddetin kaynağıdır.

Nasıl doğa-kültür karşıtlığı, kapitalist modernitenin nesneleştirici bilişsel dünyasının bir ürünüyse, "kentsel dönüşüm" kavramındaki mevcudun yok sayılması, onu yaratan ve anlamlandıran emeğin işaretsizleştirilmesi ve dönüşme sonucunda ortaya çıkan yeninin kutsanması aynı nesneleştirici dünyanın bir dayatmasıdır. Çünkü mekanı, insani emeği, iktidarın dışındaki her şeyi nesneleştiren bir bakış, ne kadar bilgiye, güce sahip olursa olsun, imkansız bir işe soyunur.

Çünkü bu gücün mekan temsilleri ile bağlantılı her nesne kendi özerk dünyası içinde başka izler yaratır, etkileşim içinde oluşur, gelişir. Örneğin ünlü dilbilimci Ferdinand de Saussure, belki de söylediğinde anlaşılmamış ama felsefe ve dinler tarihinde epeyce kafa yorulmuş olan gösterge kavramına önemli bir farklılık getirmiştir, temsil edenin de, temsil edilenin de birer "imge" olduğunu

söyleyerek (2).

Bu nedenle bilişsel dünyanın asla temas etmediği, bilmesinin imkansız olduğu bir müşterek alan olarak şehrin kendisi, şiddet karşısında başka bir anlam düzeni içinde zorlanarak savrulur. Onu tahayyüllere, temsillere bağlayan ilişkileri müşterekleştirmediği ölçüde, gücü yetenin istediği yere savurmaya çalıştığı, kaotik, fragmante olmuş bir yer halini alır. "İstanbul çok bozuldu" sözündeki gibi uzmanların ağızlarından düşürmedikleri "çarpık şehirleşme" düsturu da bu müşterek alanla ilgili tahayyüllerin açığa çıkmasını, birbiriyle temasını engeller.

Şehrin son kamusal alanlarının, kıyılarının, hatta "endüstri mirası" adı altında sınıflandırılan mekanların durumu şiddete dayalı bu temsil rejimini su yüzüne çıkarmak için oldukça anlamlı olabilir gibi gözüküyor.

Havagazı fabrikaları, antrepolar, tersaneler, santraller... Modern kamu örgütlenmesinin şehirdeki maddi izleri olarak görülebilir. Modern yönetsel kurumsal yapıları da tıpkı şehrin kamu mekanları gibi ayrışmıştır, işlevler olarak. Müşterek alanları farklı tahayyüllere açma kabiliyeti olmayan kamu örgütlenmesi ise sanki bu örgütlenmenin maddeliğini kaybetmiş, yalnızca yetki ve güç halini almış hayaleti, kalıntısı gibidir. Bu yüzden örneğin bu mekanların fiziksel varlığını sona erdirmek için "Özelleştirme İdaresi" gibi bir örgütlenme kurulmuştur. Ama bu mekanların şehirselleştirilmesini, yeni işlevlere açılmasını sağlayacak bir "Müşterekleştirme İdaresi" kurmak kimsenin aklına gelmemiştir. Oysa görevleri şehirdeki bu mekanları korumak olan bakanlığa bağlı koruma kurulları, uzmanlık kurumları bulunur. İlgililer bu kurumsal yapıların koruma işlevinin ne kadar boş olduğunu bile bile, sanki işlevlerini yerine getiriyorlarmış gibi davranırlar. Koruma kurulları, planlama aygıtları şehrin tıpkı "endüstri mirası" adı verilen maddi varlıkları gibi işlevlerini çoktan yitirmiştir. Ama diğer kamu işlevleri, imar müdürlükleri, planlama büroları gibi işlevlerini sürdürüyormuş gibi gözükürler.

Bunlar yalnızca kamusal mekanlar değildir. Modernleşmenin ilk aşamasında, şehrin kendi kendisini resmettiği ilişkilerin üzerine kurulmuş, onu disipline eden, onu dönüştüren yapılardır. Bu yüzden varlıkları imha edilirken, kalıntıları, şehrin tahayyül dünyasını felç edici planlama, koruma teknikleri neo-liberal düzende pamuklara sarılıp, özenle korunur. Paradoks ise ancak resmin bütününe bakınca anlaşılır: Neo-liberal düzende bu kurumların varlığı aynı zamanda giderek ayrıcalıklı sermaye ile bütünleşen oligarşik siyasal yönetimlerin değirmenine su taşır. Onların varlığı ve şehrin kamusal hayatındaki sorunları perdeleme işlevi sayesinde siyasal patronaj sistemleri güçlenir. Siyasetçiler de eşitsizlikleri yaratan bu disiplinci kamu hayaletini kullanarak, halkı temsil etme iddiaları ile güç kazanırlar. Çok açıktır ki şehir planlarının hazırlanış biçimi ve katılım modeli tam da şehrin tahayyüllerinin gasp edilmesine dayanan ve onu bir nesne olarak inşa etmeye dayanan bir şiddet içerir. Şehir plancıları oturup şehrin planlarını hazırlarlar. Kendi başlarına şehir için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildiklerini iddia ederler. Eğitimsiz insanların bile bildiği bir şeyi bilmiyormuş gibi yaparlar.

Bu şiddetin karşısında ise gene bir semptom olarak halkı temsil iddiası yer alır. Böylece şehir tahayyüllerin müşterekleştirilebildiği değil, sembolik şiddet üreten tarafların kamu gücüyle kendi iktidarını tesis etmeye çalıştığı bir alan haline gelir. Oysa kapitalist modernite, felaketlerle karşı karşıya kalarak, şehirlerin, müşterek alanların bir "oyun çamuru" gibi güç sahiplerinin şekil verebileceği bir nesne olmadığını -elbette ki yalnızca kendi iradesiyle değil, korkunç felaketler yaşayarak- öğrenmeye çalışmıştır. Sembolik alanı şiddetten arındırmak için kapitalizm-dışı kurumlarla, üniversitelerle, sanat kuruluşlarıyla bunun maddi pratiklerini geliştirmeye çalışarak ayakta kalmayı başarmıştır.

Fotoğraf: Elif Simge Fettahoğlu

Şehrin katılım hakkı yoksa şehir de yok

Bu sorgulanmamış temsil rejimi sonuçta felaketlere gebe. Şehir yalnızca "doğayı korumak" adına ihale ile diktirilmiş ağaçlar, ya da "kültürel mirası korumak" adına şehrin kalan son yeşil alanlarında ihya edilen binalar ve restore edildiği söylenen replikalardan, bir kaç adet anıttan ibaret değil. Bu temsil rejimi ile şehrin geçmişinin güzelliklerinden söz edilip, şimdiki zamanı ıskalanmış ve perdelenmiş oluyor. Bir müşterek alanlar nesneleştirici temsil deneyimi ile birer boşluğa dönüşerek, güç sahipleri tarafından yutulacak hale getiriliyor.

Tarihi mirası korumak adına bu süslü yapıların dışında kalan ve onlardan çok daha değerli, sağlam, kolayca korunabilecek bir çok bina güncellenmek yerine yıkılıyor. Yerlerine süslü binalar, tarihi mirası korumak adına yeşil alanlara da ihyalar yapılıyor. Eşsiz kültürel miras örnekleri olarak Topkapı Sarayı gibi anıt yapılarda bile giderek bakım-onarım işlerinin zorlaştığını görülüyor. Çünkü spekülatörlerin elinde ve müteahhitlerle gerçekleşen koruma pratiği asla mevcudu keşfetmeye girişmiyor, sürece katamıyor. Şehrin nasıl bir müşterek alan deneyimi olarak katılım hakkı nasıl yok sayılıyorsa, ayrıcalık yaratan bu şiddetten beslenen uzmanlar, ayrıcalık sahipleri de insanlarla alay eder gibi sürekli "işte İstanbul'u koruyoruz, planını, projelerini bile yapıyoruz. Şu kadar tarihi bina yaptık, bu kadar ağaç diktik" diyorlar.

Bir arkadaşım oturdukları apartmanı bir müteahhite verdiklerini söyledi, ancak "belediye fazla kat vermediği için" sorun yaşıyorlarmış. Ben de "neden önce bir mimarla görüşmediniz," diye sordum. "Evin neresinden memnun değilsiniz, banyosundan, mutfağından mı, bu güzel binayı neden yıktırmak istiyorsunuz," diye ekledim. Daire sahibi oldukları apartman Nişantaşı'ndaki güzel binalardan biri. Bana bir mimarla konuşmanın akıllarına şimdi geldiğini ve genellikle mimarların müteahhitlerle çalıştığını söyledi. Zannedersem müteahhit denince akla yıkım geliyor. Nitekim onlar da öyle düşünmüşler, müteahhit olarak çürük raporu almış, sonra aralarında pazarlık başlamış. Oysa bazı şeyleri eğer değiştirmeyi çok istiyorlarsa kendi aralarında biraz para toplayıp, binanın bazı bölümlerini güncellemek akıllarına gelmemiş.

İstanbul’daki hiç şüphesiz en değerli bir yapı kapitalinin, Sedad Hakkı Eldem’in Salıpazarı’ndaki binalarının yıkımı esnasında gene İstanbul’da, bu binaları yıkan sermaye kuruluşunun sanat kuruluşunda, pişmemiş toprağı samanla karıştırarak barınaklar yapan mimarların eserlerinin filminin gösterilmesi çarpıcı bir paradoksu sergiliyordu.

Floransa’da bir restorasyonla ilgili toplantıda belediye başkanı ile karşılaştık. Yolda yürürken yerdeki kaplamasını bana gösterdi ve sonra “İstiklal’e de böyle taşlar döşesek,” dedi. Ben de dayanamadım, “o taşlar en az dört yüz senelik,” dedim. O sırada Beyoğlu'nda ilk modern belediyenin, 6. Daire'nin döşetmiş olduğu, yüzlerce sene dayanabilecek, suyu geçiren, tamir edilebilir kabiliyetteki sağlam granit taşlarını moloz olarak atıyorlardı.

İstiklal Caddesi’nde döner bıçakla kesilmiş granitler kırıldılar, çünkü "Çin malı"ydılar. Onları sanki Çinliler döşemişti İstiklal’e. Projesi bile olmayan bu uygulamayı yapanlar başlangıçta burunlarından kıl aldırmıyorlardı. Mimarların gönüllü destek önerilerini burunlarını kıvırıp geri çevirdiler. Sonra, sanki hiç bir şey olmamış gibi yerlerine "Türk malı" granitler yerleştirildi, ama gene ortada bir keşfe dayanan bir yaklaşım yoktu. Bunlar da kırılınca, başka bir günah keçisi bulundu. İstiklal’in altında bir Bizans tüneli bulunuyordu ve bu yüzden granitler kırılmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 20 sene önce, büyük bir tantanayla kendi inşa ettirdiği tüneli unutmuştu ve Bizans döneminde bölgenin bir yerleşim alanı olduğunu zannediyordu. Oysa cadde yayalaştırılırken bu tünel inşa edildiğinde, aynı belediye içine insan girebilecek yükseklikte olan bu tünelin yapımının bir daha asla kazı yapılmasını gerektirmeyecek şekilde yapıldığını açıklamıştı.

Memleketin, şehirlerin ne hale geldiğini anlamak için Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne bakmak yeter. Belediye her dönem bizim cebimizden kendi müteahhitlerine iş çıkarmak ve para aktarmak gibi “masum” bir iş yapmaya kalktıkça, aslında iktidarın sırrını faş ediyor: Şehrin, insanların bir eşya gibi tasarlanabileceğini zannettiğini…

Dünyanın hiç bir yerinde hayatta kalmamış bu "koruma" ve günümüzde kimsenin ciddiye bile almadığı bu "planlama" modelini kabul etmek, başka bir alternatif olmadığına inanmak zorunda mıyız? Planlama, koruma, kavramı şehri nesneleştirmek üzerine kuruldukça, istediğimiz kadar değerlerin farkına varmış gibi yapalım, sonuçta şiddetin, haksızlığın, yıkımın, kaosun bitmesi mümkün değil.

İşte bu yüzden bu yazı şehrin katılım hakkının olduğunu (ve bunu dikkate almadığımız, keşfetmeye soyunmadığımız sürece) şehrin de olamayacağını tartışmayı amaçlıyor.

Notlar:

1. Victor Hugo, Notre-Dame de Paris, Sosyal Yayınları, 1999

2. Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, TDK yayınları, 1976

Comments


bottom of page