Berlin’deki SAVVY Contemporary’nin kurucusu ve sanat yönetmeni olan Bonaventure Soh Bejeng Ndikung 13 Haziran’da Arşivden Sonra? konuğu olarak Studio-X İstanbul’da Apoptotik Arşiv başlıklı bir konuşma yapacak. Öncesinde Ndikung’la bir araya geldik
Bonaventure Soh Bejeng Ndikung
Berlin’de yönetmekte olduğunuz iki sanat merkezinden biri olan (ve kuruculuğunu da üstlendiğiniz) SAVVY Contemporary hakkında size bir soru sorarak başlamak istiyorum. SAVVY’nin web sitesinde -bana Charles Webster Leadbeater’ın “düşünce-biçimlerini” hatırlatan- bu mekân için kullandığınız “biçim-düşünce laboratuvarı” [the laboratory of form-ideas] alt başlığını gördüm. Bu tanımın çıkış noktası nedir?
SAVVY Contemporary’yi bir “merkez”den çok, birçok sanat formunun dahil olabildiği bir mekân olarak gördüğümü söyleyerek başlayabilirim… SAVVY olsa olsa bir anti-merkez olabilir. “Merkez” her zaman problemli bulduğum bir kavram.
Sorunuza gelince, bu tanımın çıkış noktası biçimler, bedenler ve düşüncelerin -özellikle Batı felsefesinde şeylerin ve düşüncelerin arasında yapılan pek de inandırıcı bulmadığım ayrımda olduğu gibi- ayrıştırılmasına olan ilgim. Benim ilgimi çeken düşüncelere bir “şey” ve “şeylere” de birer düşünce olarak bakabilmekti. “Biçim-düşünce” sözcüğündeki tire buradan geliyor; ama bu “düşünce-biçim” şeklinde de yazılabilirdi. Asıl olan bu tirenin iki sözcüğün arasına (hangi sırayla olursa olsun) giriyor olması. Burada bedenleri ve bedenlerde yerleşik bilgi birikimlerini imleyen düşünceyi biçimden ayırmanın imkânsızlığı söz konusu.
"SAVVY olsa olsa bir anti-merkez olabilir."
Bonaventure Soh Bejeng Ndikung
Bilginin “yerleşikliliği” SAVVY’de devam etmekte olan The Invention of Science [Bilimin İcadı] adlı bir sene sürecek projeyle de oldukça ilişkili; çünkü bu proje modern bilimin Batı-merkezli doktrinlerinin sebep olduğu epistemolojik şiddeti sorguluyor. Biyoteknoloji eğitiminizin bu projeyi nasıl şekillendirdiğinden ve projenin farklı ayaklarından bahsedebilir misiniz?
Bilim üzerine çoğu zaman fazla düşünmeyip, onu doğrudan hakikat olarak kabul ediyoruz. Bilim tarihçilerinin bile bilimin bu noktaya varması için yapılmış fedakârlıkları, verilmiş kurbanları ya da bilimsel düşüncenin zamanla nasıl evrildiğini sorgulamaya pek vakit bulamadığı oluyor. Düşünürseniz, bilime “katkıda bulunması” için çok fazla insan ötekileştirildi. Madun [subaltern] bireylerin hayatları birer deney alanı hâline geldi; işte bu da bizim için bir başlangıç noktasıydı. Bilimsel süreçler için siyahi bedenler ya da ötekileştirilmiş diğer herkes nasıl birer kobay olarak araçsallaştırıldı?
Bir bilim insanı olarak ben de bilim tarihini farklı bakış açıları üzerinden mesele edinmek istedim. Teknoloji sözcüğünün köküne baktığımızda, tekhné “el işi, zanaat” anlamına geliyor ya da bir şey yapma olasılığını imliyor; logia ise bu eylemin etrafındaki söylem. Dolayısıyla ana soru da şuna dönüşüyor: Nasıl oldu da tekhné, Batı’nın epistemolojik yapıları tarafından gasp edildi ve çerçeveye alındı?
Projeyi derinlik ve kapsam kazandırabilmek için üzerinde uzun süre çalışabileceğimiz beş bölüme ayırdık. Birincisi Elena Agudio’nun küratörlüğünü üstlendiği Soil is an inscribed body: On Sovereignty, Agropoetics and Struggles for Liberations [Toprak iz barındıran bir bedendir: Egemenlik, Agropoetika ve Bağımsızlık Mücadeleleri] ve tarımın siyasetle ilişkisine tarım ekonomisi, ilgili diğer bilim dalları ve kimin ne tür toprağa sahip olduğu gibi sorular üzerinden irdeliyor. Bu yaklaşım aynı zamanda Amílcar Cabral’ın yeni bir devrim felsefesi geliştirmek için toprak ve tarım kavramlarını kullanıyor oluşu ve benzer diğer felsefeler tarafından şekillendi.
Öbür tarafta, Antonia Alampi’nin küratörlüğünü üstlendiği The Long Term You Cannot Afford. On the Distribution of the Toxic [Gücünüzün Yetmeyeceği Bir Uzun Vade: Toksik Olanın Dağılımı Hakkında] aracılığıyla toksisiteyi ve atık yönetimini inceliyoruz. Batı’nın dışındaki her yer Batı’nın toksik atıklarını yığdığı çöplükler hâline geldi… Bir ölçüde bu hep böyleydi. Batı’da bile toplumun daha az varlıklı kesimlerinin yaşadığı yerler aynı görevi görebiliyor, örneğin eski Batı Almanya’nın Doğu Almanya’da toksik atıklarını depolamasında olduğu gibi. Projenin bu ayağının bir hedefi de “atılabilir” bedenler yaratan toksisite anlayışına meydan okumak. Bu konuyu internetin güncel durumuna ve sosyal medyada “toksik” materyalin artışına bakarak da incelemek istiyoruz.
Üçüncü bölümün başlığı Ultrasanity. On Madness, Sanitation, Antipsychiatry and Resistance [“Akıllı-ötesi”. Delilik, Temizlik, Antipsikiyatri ve Direniş Hakkında] ve ultrasanity adını verdiğimiz, deliliği “akılsızlıkla” [insanity] eş anlamlı kabul etmeyen kavram üzerine odaklanıyor. Deli olan kişi “akılsız” [insane], yani “akıllının” [sane] zıttı olarak kabul edilir. Biz bu terimi yeniden konumlandırmaya çalışıp, söz konusu kişinin “akıllı-ötesi” olduğunu söylemeyeçabalıyoruz, yani “akıllılık” normlarının ötesinde. İngilizcede in ve sane arasına bir tire yerleştirilirse (in-sane) anlam tamamen değişiyor; kişi birden “akıl kapsamına” giriyor. Dolayısıyla, delilik akıllılığın zıttı (akılsızlık) değil ve hatta akıllılığın bir uzantısı olarak görülebilir. Önemli bir başka nokta ise akıl sağlığı [sanity] ve temizlik [sanitation] arasındaki ilişki. Sömürgeci düzen, sömürgecileri “temiz” ya da “akıllı,” sömürgeleştirilen halkları ise “pis” ya da “akılsız” olarak göstererek temiz olmamak ve delilik arasında bir bağ kurdu ve bu kurgusal bağlantı tabii ki sömürgeciler için temel araçlardan biri hâline geldi. Bu anlayışın yansımalarını Almanya’dan Fas ve Kongo’ya farklı uzamlarda araştırmaya çalışıyoruz.
Dördüncü bölüm 19 ve erken 20. yüzyılın sözde bilimlerini konu alan A Brief History from Anthropometry to Biometry [Antropometriden Biyometriye Kısa Bir Tarih]. Bunlara bilgi üretebilmek için bazı demografik grupların kafataslarının ölçümlerini alan “bilimler” dahil. Bu meseleyi günümüze taşıyabilmek için bugün üretmekte olduğumuz algoritmalara bakıyoruz. Algoritmaların kendilerini tanımlayan bireyler kadar ırkçı olduğu kimseyi şaşırtmamalı. Biyometrinin antropometriyle aynı şecereye sahip olduğu belli.
Beşinci bölümü fraktallar hakkında düşünmeye ayırdık. Farklı toplumların fraktallarının bilişimde nasıl bir rol oynadığı temel araştırma konularından biri ve üzerine çalışmaya devam ediyoruz.
Ürettiğiniz programlar -documenta 14 için oluşturduğunuz radyo programı Every Time A Ear di Sun olsun, Marakeş Bienali uydu programı If You Are So Smart, Why Ain’t You Rich? [Bu Kadar Akıllıysan, Neden Zengin Değilsin?] olsun- sıklıkla bir mecra olarak sese odaklanıyor. Städelschule’de yalnızca Küratoryal Çalışmalar yapmıyorsunuz, aynı zamanda Ses Sanatı [Sound Art] profesörüsünüz. Seste ne gibi bir potansiyel görüyorsunuz ve bu mecrayla nasıl çalışıyorsunuz?
Görsel olan bugün fazlasıyla ön planda, bunun dışına çıkabilme olasılığı sesi benim için çekici kılıyor ve ayrıca daha bütüncül deneyimler sunan duyuları araştırmayı tercih ediyorum. Dinlemek de bunlardan biri. Bir şeyi görmeden, onu duyabilirsiniz. Renkler bazı şeylerin görülemiyor oluşuna karşın belli “duyumlar” oluşturabilir. Benim bu ilgim, doğal ya da üretilmiş olsun, her türlü sesten bir şeyler öğrenme arzuma dayanıyor - Pauline Oliveros’un önerdiği şekliyle “derin dinlemeyi” [deep listening] öğrenme arzuma. documenta radyosu ile yapmaya çalıştığım boşlukta (yani fiziksel bir mekânda gerçekleşmeyen) bir sergi düzenlemekti; ancak oluşan ses-mekân fiziksel mevcudiyete öykünmüyor olmalıydı.
Duymayı kulağın ötesine taşımakla, vücudun tamamını duyan bir organ olarak yeniden tanımlamakla çok ilgiliyim. “Bedensel okuryazarlık” [corpoliteracy] diye bahsettiğim kavramın en önemli öğelerinden birinin dinlemek olduğuna eminim. Bu, SAVVY’de Kamila Metwaly, Beya Othmani ve Jasmina Al-Qaisi’nin küratörlüğünü üstlendiği, Untraining the Ear [Kulak Eğitimini Bozmak] başlıklı dinleme oturumları aracılığıyla üzerine çalışmayı sürdürdüğümüz kapsamlı bir araştırma alanı. Yakın zamanda Long Night of Ideas için yaptığımız Today, I Broke Your Solar System. On Partition and Partitura [Bugün Güneş Sistemini Kırdım. Parçalanma ve Partitura Hakkında] başlıklı projede sesin Hindistan ve Pakistan’ın ve daha sonra Bangladeş’in birbirinden ayrılmasında oynadığı rol ve bu ayrışmanın seslere etkisi ilgimi çekiyordu - özellikle de “çapraz dinleme” [cross listening] olarak tanımlayabileceğimiz eylem, yani yasak olanı dinlemek. Bir başkaldırı ve direnme aracı olarak dinlemek. “Düşmanı” dinlemek.
Arşivden Sonra için yapacağınız konuşma öncesinde SAVVY Contemporary’nin arşivler etrafında şekillenen Colonial Neighbors [Kolonyal Komşular] ya da Savvy.Doc gibi inisiyatiflerine değinmek isterim. Bu inisiyatifler nasıl meydana geldi?
Bütün bu “arşiv hummasından” [archive fever] ya da obje fetişinden kuşkulanıyorum. Dikkatimizi başka türlü arşivlere çevirmeliyiz: kişisel olarak bir arşiv olarak beden benim daha çok ilgimi çekiyor, ya da birer arşiv olarak sokaklar. Maalesef İstanbul’da araştırma yapmaya vaktim olmayacak; ancak bu şehre sokaklarını birer arşiv olarak ele alarak bakmak isterdim. İstanbul’daki konuşma “apoptopik arşiv” olarak tanımladığım kavram üzerine yoğunlaşacak. “Apoptosis” bir hücrenin programlanmış ölümünü tanımlıyor ve “nekrosis”in, yani bir hücrenin dış etkenler tarafından ortadan kaldırılmasının, zıttını teşkil ediyor. Bazı hücreler vücudun geri kalanı gelişebilsin diye apoptosis eylemini gerçekleştiriyor ve kendilerini öldürüyor. Dolayısıyla soru şu: Hangi süreçler aracılığıyla bilgi birikiminin mümkün olduğu mekânlar oluşturabilir ve bu mekânları ulaşılabilir kılabiliriz? Söz konusu olan her şeyi biriktirmek değil, bir şeylerin olabilmesi için yer açmak. Tahrip etmeden nasıl yeni mekânlar yaratabilir ve arşivleri nasıl daha geçişken hâle getirebiliriz?
"İstanbul’daki konuşma “apoptopik arşiv” olarak tanımladığım kavram üzerine yoğunlaşacak. “Apoptosis” bir hücrenin programlanmış ölümünü tanımlıyor ve “nekrosis”in, yani bir hücrenin dış etkenler tarafından ortadan kaldırılmasının, zıttını teşkil ediyor. Bazı hücreler vücudun geri kalanı gelişebilsin diye apoptosis eylemini gerçekleştiriyor ve kendilerini öldürüyor. Dolayısıyla soru şu: Hangi süreçler aracılığıyla bilgi birikiminin mümkün olduğu mekânlar oluşturabilir ve bu mekânları ulaşılabilir kılabiliriz?"
Bu az önce bir sanat ve program mecrası olarak ses hakkında söylediklerinizle de örtüşüyor. Fiziksel mekânları taklit etmeden, farklı bir sergi pratiği düşlemekten bahsettiniz. Arşivlere bakış açınız da bu yaklaşımın bir yansıması diyebiliriz; çünkü her şeyi olduğu gibi korumak ve onları birer değişmez olarak fetişize etmekle ilgilenmiyorsunuz. Arşiv kavramına bu şekilde taze bir değişkenlik ve esneklik getiriyorsunuz.
Biraz hızlı bir konu değişikliği olacaksa da, önümüzdeki Bamako Buluşmaları [Bamako Encounters] için ne planladığınızı öğrenmeyi çok isterim.
12. Bamako Buluşmaları için çıkış noktası, aslen 1890’da William James’in önerdiği şekliyle psikoloji biliminden gelen, “bilinç akışı” adlı edebi teknik. Bu teknik - birkaç önemli örnek vermek gerekirse - Virginia Woolf, James Joyce ve Marcel Proust’un aralarında bulunduğu pek çok yazarın külliyatıyla ilişkilendirilen bir teknik ve bir şey görüp onu yazıya aktarmayı, tetiklenen bir bilincin akışını tarifliyor. Bamako özelinde, ben bu tekniği sanatla, özellikle de fotoğraf sanatıyla ilişkilendirmek istedim. Bu teknik fotoğrafa nasıl uygulanabilir? Akinbode Akinbiyi gibi bir fotoğraf sanatçısının işlerinde bilinç akışları görebiliriz. Bilinç akışı sanatçının bir şeyi görüp, onun fotoğrafını çektiği anla noktalanmıyor. Bu fotoğrafı gören izleyicinin zihninde akış devam ediyor. Bu akışı psikolojik bir açıdan ele almayı ya da kültürel psikolojisini irdelemeyi öneriyorum. Hazırlamakta olduğum öneri bu.
Başka bir çıkış noktası ise Abdullah İbrahim ve Max Roach’un Streams of Consciousness [Bilinç Akışları] adlı albümü. Bu albüm görünür olanın ardında neyin mevcut olduğunu merak ettiren etkileyici bir ses işi. Fotoğraf “ışıkla yazmak” anlamına geliyor: Photo ışıksa, grafia ise yazmaksa, bilinç akışlarını nasıl düşüncelerle yapılan bir yazma eylemi olarak konumlandırabiliriz? Ayrıca, ışıkla yazım mümkünse, fotoğraf sanatını karanlıkla yapılan bir yazma biçimi olarak da düşünebilir miyiz? Bahsettiğim albüm yapmak istediğim pek çok şeyi özetleyen bir anekdot görevi görüyor; çünkü “sesli bilinçli akışları” üretiyor. Bir bilinç akışı yaratmanın yanı sıra, kıtadan bir Afrikalının ve diasporadan bir Afrikalının buluşma noktası. Bilinç akışını bu açıdan da değerlendirmek istedim. Ayrıca medeniyetleri taşıyan nehirlere dönerek, “akışı” [stream, İngilizce’de aynı zamanda “akıntı”] bir metafor olarak da kullanmayı planlıyorum. Medeniyetlerin su kütleleri etrafında şekillenmesi burada önemli bir nokta; örneğin Nil’e bakarsanız, kültürler bir ucundan diğer ucuna doğru yayılıyor.
Fotoğraf “ışıkla yazmak” anlamına geliyor: Photo ışıksa, grafia ise yazmaksa, bilinç akışlarını nasıl düşüncelerle yapılan bir yazma eylemi olarak konumlandırabiliriz? Ayrıca, ışıkla yazım mümkünse, fotoğraf sanatını karanlıkla yapılan bir yazma biçimi olarak da düşünebilir miyiz?
Akıntılardan bahsettiniz, çizdiğiniz kavramsal çerçeve Bamako’nun coğrafya da peyzajıyla bir şekilde ilişkileniyor mu? Yoksa daha mecazi bir kullanım mı söz konusu?
Akıntıyı daha çok bir metafor olarak kullandığımı söyleyebiliriz. Bildiğiniz gibi, Nijer Nehri Bamako’dan geçiyor ve şehri bir şekilde tanımlıyor. Bu nehrin Mali, Nijer ve pek çok diğer Afrika ülkesinden geçiyor oluşuyla da ilgileniyorum. Nehrin etrafındaki hayat ve kültürler ulus-devletin sınırlarından bağımsız olarak varlığını sürdürüyor; nehrin kendi ait bir hayatı var. Yalnız Bamako’nun peyzajının serginin ev sahipliğini de üstlendiğini belirteyim; çünkü serginin önemli bir bölümü geleneksel sergi mekânlarının dışında gerçekleşecek.
Sohbet kapsamımızın biraz dışında olsa da, son bir sorum olacaktı. Sizinle yapılan bir söyleşide şunu söylemişsiniz: “Sanat dünyasının çeşitlenmesi sadece üç p ile mümkün: bunlar, projeler [projects], izleyiciler [public] ve personel [personnel].” Pek çok kurum, özellikle de kültürel alanda uzun süre varlık göstermiş kurumlar, dahaçok projelere odaklanıyor gibi gözüküyor. Bana kalırsa izleyicileri çeşitlendirmek ana akım kurumlar için en zor olanı. Tabii ki SAVVY bazı özellikleriyle bu hedef için bir model teşkil ediyor; ama hazır konuşuyorken bu konuda ilerleme kaydedebilmek için proje konularını genişletmek/revize etmek dışında ne yapılabilir, size onu sormak istiyordum. Yaptığımız programlarla nasıl daha çoğulcu olabilir, daha fazla farklı profilde izleyiciye hitap edebilir?
İki önerim olacak. Birincisi, projeleri yapan insanlar önemli. Kültürel temellük hakkında bir tartışmaya saplanıp kalmak istemiyorum; ama izleyiciler bazı konular metalaştırıldığında ve zorla bir kuruma getirildiklerinde bunun farkındalar… Kimse aptal değil. Bu kurumlar sadece çeşitli izleyici kitleleri etrafında kendi projelerini gerçekleştirmek konusunda hassaslar; bu topluluklara herhangi bir adanmışlıkları yok.
İşaret etmek istediğim iki soruya dönersek: Kim projeleri yapıyor? Ve adanmışlıkları ne düzeyde? Eğer siz, bir kurum olarak, on yılda bir Türkiye’den sanat hakkında bir sergi düzenlerseniz, izleyiciler kendilerine bir oyun oynadığınızın farkında olacak. Kurumlar daha fazla adanmışlık göstermeli. Türkiye kökenli bireyler zaten toplumun bir parçasıysa, birçok projenin de doğal olarak birer parçası olmalılar. Bunun için özel bir Türkiye mevsimine ihtiyaç olmamalı. Bazı bilgi sistemleri tamamen kavranamayabiliyor: Donna Haraway ve diğer pek çok kişinin geliştirdiği ve kullandığı “yerleşik bilgi” kavramını kullanmak gerekirse, bilgi kimin bedeninde yerleşik? Yerleşik bilgileri aktarabilecek insanlara ihtiyacımız var. Bir yandan Ayşe Güleç ve Natascha Sadr Haghighian gibi pek çok kişinin “yerleşik göçmen bilgisi” olarak tanımladığı hadiseden de bahsediyorum. Söz konusu kişiler kadınlar, beyaz olmayan insanlar, farklı coğrafi ve kültürel koordinatlardan gelen bireyler. Bu insanlar müzelerde alışkın olduğumuz üzere sadece güvenlik görevlisi olarak değil, küratör veya direktör olarak da çalışıyor olmalı. Bu konu 80 ve 90’larda da konuşuluyordu ve bu gruplardan yönetici pozisyonlarına gelenler oldu. Ancak bu hususta ısrar etmek zorundayız; çünkü bugünçoğu kurum hâlâ beyaz erkekler tarafından yönetiliyor. Sormamız gereken sorular o zaman yine şunlar: Kim projeleri yapıyor? Ve biz onlarla ne düzeyde ilişkilenebiliyoruz?
Son zamanlarda birkaç kurumun birden “outreach” programları yapmaya başladığını görüyoruz; genelde “komüniteden” biri - örneğin Türkiye kökenli bir birey - “outreach” direktörü olmakla görevlendiriliyor. Bu kişinin tek işi kendi komünitesinden birilerini müzeye getirmek oluyor ve programların niteliğini değiştirmekle bir alakası olmuyor. Burada bir kopukluk söz konusu - olacak iş değil. Bu kişi kendi komünitesine gidip, onları müzeye davet ettiğinde, tabii ki insanlar şunu soracak: “Orada bizi ilgilendiren ne var?” Bu kadar basit. Şunu da söyleyecekler: “Bu kurumun bize ait olduğunu biliyoruz; çünkü verdiğimiz vergilerle çarkları dönüyor. Ama içinde bizde gelme isteği uyandıran hiçbir şey yok. Bu kurum bizi yansıtmıyor.”
Apoptotik Arşiv başlıklı konuşma hakkında ayrıntılı bilgi almak için:
#Berlin #SAVVYContemporary #BonaventureSohBejengNdikung #StudioX #ApoptotikArşiv #CharlesWebsterLeadbeater #ElenaAgudio #AmílcarCabral #AntoniaAlampi #documenta14 #PaulineOliveros #KamilaMetwalyBeyaOthmani #BamakoBuluşmaları #AkinbodeAkinbiyi #Abdullahİbrahim #Nijer #Bamako #AyşeGüleçNataschaSadrHaghighian
Comments