top of page
Yazarın fotoğrafıSelin Çiftci

“Belirsizlik”ten "sonsuz olasılıklar evreni”ne geçiş

Çevrimiçi medya sanatı festivali Web Bienali, uzun bir aradan sonra “Apeiron” temasıyla yeniden izleyiciyle buluşuyor. 25 Aralık 2020 tarihine kadar devam edecek olan festivalin, bu yılki küratörü İpek Yeğinsü ile bienali, medya sanatını ve sanatın dijitalleşen mekânını konuştuk


Röportaj: Selin Çiftçi


Marcantonio Lunardi, 45th Day Pandemic Era (video görüntüsü), 2020



Bir önceki 2014 yılında düzenlenen Web Bienali, uzun bir aradan sonra bu sene sizin küratörlüğünüzde yedinci edisyonuyla, yerli ve yabancı pek çok sanatçının katılımıyla hayata geçiyor. Bu yolculuk yeniden nasıl başladı, hazırlık ve seçim süreci nasıl gelişti?

Bienalin kurucusu Genco Gülan etkinliği devam ettirmeyi şimdilik düşünmezken, pandemiyle birlikte bu yapının yeniden işlerlik kazanmasının gerekli olduğuna karar verip, yedinci edisyonun küratörlüğünü bana teklif etti; ben de seve seve kabul ettim. Son derece yoğun ve hızlı bir çalışmayla hem uluslararası bir açık çağrı yayınladık, hem de ben bienalin teması için uygun bulduğum sanatçılarla iletişime geçmeye ve işlerini derlemeye başladım. Ne mutlu ki davet ettiğim sanatçıların hemen hepsi projeyi heyecan verici buldu ve katılmayı kabul etti. Bu arada açık çağrı ile gelen önerilerden de bir seçki oluşturdum.


İpek Yeğinsü Genco Gülan


2020 Web Bienali’nin konsepti, sözlük anlamı olarak hem “belirsizliği hem de sonsuzluğu” tarifleyen Apeiron terimi üzerinden şekilleniyor. Temanın hikayesi nasıl gelişti ve pandemi süreciyle nasıl bir ilişki kuruyor?

Fazla spesifik bir temanın, bu kadar geniş çaplı bir etkinlik için uygun olmadığı konusunda hemfikirdik. Birlikte düşünürken Genco’nun önerdiği Apeiron kavramı beni hemen cezbetti. Antik filozof Anaksimandros’un tanımladığı bu kavram hem pandeminin yarattığı yoğun belirsizliğe, hem de zorunlu kıldığı yeni yaşam biçimlerinin barındırdığı sonsuz olasılıklar evrenine aynı anda işaret ediyor. Üstelik Apeiron’un tarifi, dijital mecranın kendisini de çok fazla andırıyor. Dijitalin yalnızca akışkanlığı değil; gerçeklik alanında 0 ve 1’lere dayalı zıtlıklar üzerinden belirmesi de Apeiron’la şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyor. Anaksimandros dijital teknolojiyi hayal etmiş sanki. Ne ilginçtir ki, bugün evrenin bir simülasyon olduğunu iddia eden bilim insanları mevcut. Her şey yine dönüp dolaşıp, o sonsuz ve belirsiz özü anlama ihtiyacımızda birleştiriyor bizleri. O ihtiyaç, çağdan ve coğrafyadan bağımsız olarak bizi hem yaşamda tutmaya, hem de evrimsel serüvenimizi biçimlendirmeye devam ediyor.

Kurt Hentschlager, ORT (video görüntüsü), 2017


Bu seneki Web Bienali, The Experience (Deneyim), The Experiment (Deney), The Survey (İnceleme) ve The Action (Eylem) başlıklı çevrimiçi dört ana galeriden oluşuyor. Bu galerilerin içeriklerinden bahseder misiniz?

Aslında bunları keskin ayrımlar yerine "medya sanatları"nın temel meselelerini özetleyen bir dizi başlık olarak görebiliriz. Buradaki yaklaşımım, her bir galeride hangi kavramın görece daha baskın olduğuna dayanıyor. Örneğin Deneyim, daha çok dijital teknolojinin sunduğu farklı enstrümanlarla yaratılmış çeşitli algı deneyimlerini içeriyor. Deney, bu teknolojileri ya da onların kabul görmüş görsel dilini alışılmışın dışında yerlere çeken ve onları daha deneysel bir yaklaşımla kullanan işlere ağırlık veriyor. İnceleme, dijital ortamın veri toplamak ve bilgi üretmek gibi alanlarda sunduğu olanaklara odaklanıyor. Son olarak Eylem, izleyiciyi etkin bir katılımcı olmaya davet eden, hatta ancak onun katılımıyla gerçekleşen işleri barındırıyor.


Küratörlük pratiğinizde mekana özgü, çoğulcu/katılımcı bir yaklaşım belirliyorsunuz. Geçtiğimiz yıl Kare Sanat’ta gerçekleşen, küratörlüğünü üstlendiğiniz Spekülatif Mekanlar sergisine de referansla, “dijital mekan”da bir eserin/yapıtın “mekana özgü olma hali” nasıl işliyor? Bu ilişki kurulabiliyor mu?

Bu çok güzel bir soru. Spekülatif Mekanlar sergisinin çıkış noktası, mekânın güncel sanatta birbirinden çok farklı yaklaşımlarla gündeme gelen ve tanımlanmaya direnç gösteren karakteriydi. Ancak orada dijital mekân kavramına da değinilmekle birlikte, özellikle fiziksel mekânlara yüklenen anlam katmanları, mimari müdahalelerin kentlerin kimliğine ve belleğine etkisi gibi sosyopolitik konular ön plandaydı. Web Bienali ise çok daha geniş bir tematik repertuara sahip; öte yandan yalnızca dijital ortamda ve/veya dijital ortamda deneyimlenmek üzere üretilmiş, ya da web temelli sanat pratiklerine odaklanmasıyla da, o sergiye göre teknik olarak daha spesifik bir alanı tarıyor. Mekâna özgülük konusundan ise bence dijital ortamda da rahatlıkla söz edebiliriz. Bir küratör önceden tanımlanmış ve belli teknik sınırlar içinde kurgulanmış çevrimiçi bir mekanla ya da arayüzle çalışmak durumunda kalabilir ve orada da değiştiremeyeceği hem teknik, hem estetik bazı özellikler olabilir. Ya da sanatçının o sergiye dahil etmek istediği işi farklı bir teknolojik altyapıya göre kurgulanmış olabilir ve ondan o işi elindeki ortama uyarlamasını isteyebilir. Açıkçası bu açıdan bakıldığında, mekana özgülük açısından fiziksel mekânla çalışmaktan pek de farkı yok.


Luciano Rodriguez Arredondo, Infinity (2018) & Apocalypse (2020)


Fiziksel olanı dijitale birebir uygulayan/yansıtan sergileri nasıl değerlendiriyorsunuz? O “aura”nın dijitale tercümesi sizce daha iyi nasıl olabilir? Olabilir mi? Bu tür uygulamaları içinde bulunduğumuz durumda gerekli ve yararlı; normal koşullarda da sergi deneyimini zenginleştiren alternatifler olarak görüyorum. Sanat etkinliklerini takip etmek isteyen, ancak coğrafi olarak bu imkana sahip olmayan izleyiciler için de hayati bir öneme sahip. Ancak fiziksel mekanda gerçekleşen bir serginin sanal replikasını fiziksel deneyimin muadili olarak görmenin ya da sunmanın çok büyük bir yanılgı olduğu kanısındayım. Fiziksel deneyim beş duyuyu, bedensel olarak yer değiştirmeyi ve kontrolümüz altında olmayan daha birçok değişkeni barındırıyor; sergi mekanına gitmek üzere hazırlanmak, yolculuk sırasında başımızdan geçenler, gittiğimiz yerde etkileşim kurduğumuz insanlar, aldığımız kokular, havanın sıcaklığı… O kadar çok boyutu var ki! Bu zenginliği ekran başında yakalamak, en azından bugün sahip olduğumuz teknolojiyle, bana göre kesinlikle olanaksız. Belki bir gün teknoloji öyle bir noktaya gelecek ki, o aura bize beynimizde bazı bölgeler uyarılarak doğrudan verilecek; bedensel duyumlarımızın yarattığı sinyalleri bire bir taklit eden sistemler ortaya çıkacak. Zaten haptik teknolojilerin hızlanan gelişimi buna doğru bir yönelim olduğunu gösteriyor. O düzeye gelmesi için ise daha uzunca bir zaman var.


Can Büyükberber, Metafold 3 (video görüntüsü)


En “başarılı” çalışmanın en beğenilen, en çok tıklanan, en çok paylaşılan ölçütler üzerinden tanımlandığı dijital kültür statükosu, özgürleşme/demokratikleşme gibi söylemlerin tersine sizce sanatçı üzerinde, sınırlayıcı, baskılayıcı, hatta belki üretimi tek tipleştiren, şekilci bir patrona dönüşüyor olabilir mi?

Kesinlikle; sadece sanatçının mı? Bence bireyler olarak her birimizin üzerinde tahakküm kurmuş durumda. Herkes hem aykırı olmak, hem de kabul görmek istiyor. Ancak çarklar öyle bir şekilde kurulmuş ki, her aykırılık hızlıca popülerleşiyor ve aykırı olmaktan çıkıyor. Kapitalist sistem hemen bunu kazanç kapısına dönüştürecek yeni stratejiler geliştiriyor ve bu kez o aykırılık üzerinden aynılaşma ve kitlesel tüketim başlıyor. Sanat piyasası ve sanatçı da bu isterik gidişattan nasibini alıyor. Sadece bu konu üzerine saatlerce konuşabiliriz.


Elena Stelzer, Passage, 2018


Sizce dijital sanat yeni yollar açmak yerine, dijitalin ayak izlerinden mi yürüyor? O ayrımı nasıl yapıyorsunuz?

İkisiyle de karşılaşıyoruz. Bu sadece dijital için değil, tüm güncel sanat alanı için geçerli. Bazı sanatçılar piyasa dinamiklerinden ya da ana akım sanat pratiklerinden daha bağımsız hareket etmeyi seçiyor ve risk almaya, deneysel sularda yüzmeye diğerlerinden daha açık.

Son olarak, teknolojiyi de yakından takip eden biri olarak, medya sanatında sergileme, kürate etme, yayma, izleme eylemlerine dair ne tür gelişmelerin gerçekleşebileceğini ön görüyorsunuz?

Günümüzde özellikle dokunma ve koku duyularını dijital deneyime dahil etme adına birçok çalışma yapılıyor. Az önce de sözünü ettiğim haptik teknolojilerin gelişmesiyle, bir gün beden algımızı dönüştüren, belki de zihnimizi dört kolumuz, beş bacağımız olduğuna inandıran işler yapılacak! Bu gelişmeler çok hızlı olursa, görsel ve işitsel algıya dayalı sanal gerçekliğin ömrü blu ray’inki kadar kısa olacaktır. Ayrıca bazı bilim insanları zihinden zihne doğrudan iletişimin ya da düşünceleri görüntülemenin yollarını arayan çalışmalar yürütüyor. Bunlar bir gün gerçek olursa, sanatın tanımı neye evrilir; bunu düşünmeden edemiyorum.


Comments


bottom of page