Handan Börüteçene'nin şu ana kadarki en kapsamlı sergisi Üç İç Denizin Ülkesi 7 Kasım 2023 - 14 Nisan 2024 tarihleri arasında Salt Beyoğlu'nda gerçekleşti. Sergideki işlerin ışığında sanatçının pratiğini ele aldığımız yazının ilk bölümünü paylaşıyoruz
Yazı: Murat Alat
Handan Börüteçene, Sırça sözler masal değil, öyle dinleme!, 1991
Sarı Konaklar Sitesi izniyle
Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)
Derler ki insan, hatırlayan varlık. Değil mi ki bir dakika önce, bir gün önce, bir yıl önce, bir ömür, hatta bilmem kaç nesil önce kim olduğumuzu hatırlayarak kuruluyor benlik; insanın kendisini var olan pek çok şeyden ayırdığını iddia ettiği özelliklerinden biri, bünyesinde barındırdığı bu hatırlama yetisi. Ne var ki insan denen canlının belleği zayıf, yetersiz. Şahit olduğu her şeyi sığdıramıyor içine; sığdırdıklarını da bir ömrün ötesine taşıyamıyor. An geliyor, en önemli bilgiler bile ya unutulup gidiyor ya da ölümün karanlığında yitiyor. Böyle olmasaydı bilmesiyle övünen insan, on binlerce yıllık evrimi sonunda bu kadar cahil, bu kadar ne yapması gerektiğinden bihaber olur muydu? Şaşılası bir durum. Modern insan çoğu zaman yeni doğmuş bir bebekten bile daha bilgisiz.
İtiraf etmek gerek ki var olan canlı, cansız pek çok şey insandan çok daha iyi hatırlıyor geçmişi. Alp Dağları en az kırk, kırk beş milyon yıldır pek de büyük değişiklikler olmadan taşıyageliyorlar üzerlerinde çağların hatırasını. Hatta tüm kabalıklarıyla, karmaşık nöron ağlarına sahip olmamaları onları daha da güvenilir kılıyor bilgiye aç insanların gözünde. Ama dağlar kendi dışlarında kalan evrenle o kadar da ilgilenmiyor insanın aksine. Taşıdıkları bilgi kapladıkları alanla, yollarının kesiştikleri sayılı varlıkla kısıtlı. İnsan ise ölümsüzlüğe giden yolda her şeyi ama her şeyi hatırlamak istiyor. Ah şu kafasının içindeki en nihayetinde sınırlı olan gri madde bir izin verse tüm varoluşu içine sığdırmaya! İnsan, fıtratında olan bu acziyetin varoluşunun şafağından beri farkında. Hatta denilebilir ki biraz da bu yüzden gördüğü, duyduğu, tattığı, dokunduğu, bildiği, yaptığı şeyleri unutmamak için geliştiriyor en ilkelinden en karmaşığına teknolojiyi. İnsan denen tür, şeyleri değiştirerek, belleğinde birikenleri şeylere aşılayarak unutkanlığı aşmasa yokluğun uçurumunda bir süre debelenip sessiz sedasız yitip giderdi herhalde. Şeylere yazılmış her bilgi parçacığı bin yılları, on bin yılları aşıyor, neredeyse günümüze kadar geliyor. Her bir kazma, üzerine yazılmış, nasıl kullanılması, bu vesileyle de toprağın nasıl işlenmesi gerektiğini anlatan bilgiyi neolitik çağlardan beri, kuşaktan kuşağa aktaran bir depo değil mi?
Handan Börüteçene’nin SALT’ta açılmış Üç İç Denizin Ülkesi adlı sergisi, sanatçının zengin külliyatını derleyen, içinde türlü patikalar barındıran, zaman zaman cam göbeği, zaman zaman toprak sarısı bir coğrafya. Ben de sergi salonunda bir oraya, bir buraya gezinirken keşfettiğim, işin aslı pek de aşikâr olan bir izi sürmek istiyorum bu kısıtlı yazıda. Mütemadiyen bellek üzerine kafa patlatan, unutkanlıktan muzdarip bir fani olarak Üç İç Denizin Ülkesi’nin handiyse ciğerinden geçen hatırlamaya dair eserlerden mürekkep bir hat, daha ilk karşılaşmamızdan beri ruhumu işgal ediyor. Börüteçene’nin eserlerinde bir arkeolog edasıyla ele alınmış medeniyetler tarihi ile insan evladının bu tarihi nesillerden nesillere aktarırken ortaklık yaptığı şeylerin birbirine dolanık, baştan çıkarıcı münasebeti, içinde debelendiğimiz, belleksizlikten nemalanan alacakaranlık kuşağının da sebeplerini ve sonuçlarını sakınımsızca göz önüne seriyor. Bunun nasıl yapıldığına yazının sonunda gelmeyi umuyorum, lâkin evvela sanatçının kültür-doğa muhabbetini bellek üzerinden nasıl işlediğine eserleri vesilesiyle cüretkâr bir bakış atmak istiyorum.
Solda: Handan Börüteçene’nin Yeryüzünün Belleği (1995) serisinden bellek kasası Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt), 2023
Sağda: Handan Börüteçene, Yeryüzünün Belleği, 1995 (detay) Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt), 2023
İnsan dokunduğu her yerde önce iz bırakarak, sonra ardında bıraktığı izlere ihtimam gösterip bunları derleyip toplayarak ve elbette yeri geldiğinde bu izleri okuyarak türlü zorlu deneyimden elde ettiği azıcık bilgisini hem bedenden bedene hem kuşaklar ötesine aktarmayı beceren bir varlık. Gerçi genler her canlıda evrim boyunca aktarılabilen bir bellek yaratmaya muktedir olsa da insan, evrimin ağır ağır işleyen mekanizmasını kültürel ürünler yaratarak hızlandırmaya kadir. Evrime olan insan müdahalesi Handan Börüteçene’nin Yeryüzünün Belleği adlı bir seri eserinde iyice belirginleşiyor. Bellek Kasası olarak da adlandırılmış bu eserler raflarla bölmelenmiş, dikdörtgen prizma, demir çerçeveli cam vitrinlerden müteşekkil. Her bir katına kimi zaman toprak, dal, tiftik, yaprak kimi zaman da türlü bitkilerin tohumları, el yapımı cam küreler istiflenmiş bu depolar neredeyse tarım devriminin ilk günlerinden, belki de çok daha öncesinden, günümüze hatırı sayılır miktarda bilgi taşıyor. İlk bakışta bu depoların çoğunda, cam kürleri şimdilik bir kenara alırsak, insan eli aslen vitrinlerin geometrik formu ve yapılan tasnifin ardındaki mantıksal ilkede var gibi gözükse de biraz daha düşününce homo sapiens maharetiyle işlenmiş toprak ve ehlileştirilmiş tohumların kültürle doğa arasında sarih bir ayrım yapmaya imkân vermeyen dolanık yapısı belirginleşiyor. İnsan evladı dünyada bittiği günden beri diğer bütün varlıklar gibi ekosistemi değiştirmeye yazgılı, lâkin tarım devrimi onu yoldaşlarından ayıran radikal ve ani bir vites değişikliği. Yine de ilk önce kimin kimi baştan çıkardığı meçhul, önce bitkiler mi evrimlerini hızlandırmak, dünyanın köşe bucağına saçılmak için insanı ayarttılar yoksa insan mı vahşi hayatın cenderesinden sıyrılmak için bitkilere yanaştı tam bilmek nâmümkün. Nihayetinde eminiz ki bir arpa tanesi üzerinde on dört bin yıllık evrimin belleğini taşıyageliyor. Keza toprak da tarım için kullanılmaya başlandığından beri değişmiş, dönüşmüş, yetiştirmeye yazgılı olduğu bitkilere en uygun kıvama gelmiş durumda. Börüteçene bellek kasalarına aldığı toprakları da antik yerleşim yerlerinden seçerek medeniyetin ilk günlerinden günümüze uzanan bellek patikalarının birer kesitini alıyor. Böylesi bir kesit modern öznenin tasnif takıntısına kısa devre yaptıracak kadar çok bilgi taşıyor.
Handan Börüteçene, Yeryüzünün Belleği serisinden bellek kasası, 1995 (detay) Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)
Börtüçene’nin vitrinlerinden bahsederken başta kasıtlı olarak es geçtiğim ama hem Yeryüzünün Belleği üzerine yazarken hem de sanatçının külliyatına dair düşünürken katiyen atlanmaması gereken, sanatçının başka işlerinde de görülen ve neredeyse alamet-i farikası olan cam küreleri de ele almak lazım. Küre antik çağlardan beri mükemmelliğin, tanrısallığın formu. Aşkın bir düzen fikri üzerine bina edilmiş, bizimki de dâhil bütün medeniyetlerde bu saf matematiksel form, maddi dünyanın biçimsiz çeşitliliğine isyan eden kültürel yaratının yegâne ereği. Kumun ateşte form bulmasıyla oluşmuş söz konusu cam küreler ise dünyevi olanla uhrevi olanın, bedenle zihnin ilk başta ikilik olarak görünen ama aslında dolanık ilişkisinin bir örneği. Börüteçene, levha levha camdan oluşmuş cam kürelerini, doğayla ilişkisi ilk bakışta daha sıkı fıkı gözüken şeylerin arasına koyarak doğa-kültür diyalektiğini doğakültüre çeviriyor ve de bu metamorfozu çalışmasının merkezine yerleştiriyor. Böylece Yeryüzünün Belleği dünyalı olmaya dair maddi ve manevi ögelerin beraber kaynadığı bir kapsüle dönüşüyor.
Üç İç Denizin Ülkesi’nde seyahat edip hatırlamaya dair eserlerin izini sürerken karşıma çıkan Armenak Usta’nın Marangoz Tezgahı ve Bana Kendini Göster adlı iki yerleştirme beni bir ayrı cezbediyor. Bu yerleştirmelerin ortak noktası büyüteçlerin kurgularında özel bir yer tutması. İsmiyle müsemma Armenak Usta’nın Marangoz Tezgahı sanatçının eski bir marangoz tezgahının tepesine koyduğu büyüteçlerden, Bana Kendini Göster ise benzer büyüteçlerin yıpranmış bavulların yörüngesine yerleştirilmesinden güç alıyor. Rönesans, bir yandan bilgeliği Antik Yunan’da ararken öte yandan Arap bilgin İbnü’l Heysem’den etkilenip optik bilimine özel bir yer ayırır. Tarihçilerin sözüne inanırsak bir Rönesans insanı için görmek duyuların en hasıymış; bundan mütevellit görmenin bilimi olan optiğin el üstünde tutulmasına da şaşmamamız gerekirmiş. Böyle bir ideoloji ile temelleri atılmış medeniyetimizde de görmenin ama her şeyi en açık, en net şekilde görmenin başat bir fetiş olması doğal olsa gerek. Börüteçene bilim adına asgari olanı görmenin ilk adımı olan mercekleri yaşamın akışı içinde zamanla yıpranmış nesnelerin üzerine konumlandırarak görünürün alanını geçmişe, zaman içinde kaybolmuş olana doğru esnetiyor. Tarihçiler ve arkeologlar geçmişte anlamlı örüntüler ararken Börtüçene bu eserlerinde geçmişte yaşanmış, ortodoks bilimin ilgisini cezbetmeyen, kaza ve kadere tâbi olan alelade insanın soyutlanması imkânsız, kaotik, izan dışı deneyimlerinin izini sürüyor. Böylece geçmiş bu sefer başka bir koldan, tekinsizce sızıyor sergi salonlarına. SALT’ta bir sürü hayalet dolaşıyor. Hayaletler geçmişten gelip görünür olanla görünmez olanın arasında salınarak aklın sınırlarını mütemadiyen ihlal eden varlıklarsa, hem marangoz tezgahının ustası hem de bavulları taşıyan alelade insanlar işbu nesneler üzerinde bıraktıkları izlerle bugüne musallat oluyor. Zaman içinde elden ele geçen bu nesneler, her yeni sahiplerine bir önceki yaşamlarının deneyimlerini çaktırmadan aktaragelmişken yolun sonunda kendilerini bir sergi salonunda buluyor ve bakışa açılıyor. Nihayetinde müzelerin görevi de bu değil mi? Geçmişi korumak, saklamak, zamanın dışına çıkarmak, yeri geldiğinde de steril beyaz duvarlarının arasında bakışa açmak. Ama hayır, Armenak Usta’nın Marangoz Tezgahı ve Bana Kendini Göster insanı bakıp izlerde kaybolmaya kışkırtmanın yanında müze kurallarını ihlal etmeye ve dokunmaya da teşvik ediyor. İnsan kendinden önce yaşamış türdeşlerinin elinin değdiği bu yoldaş nesnelere dokunduğunda mistik bir deneyim yaşayacağına kani oluyor.
Yazının ikinici bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Comments