Temeli 2018'de atılan ve İzmir Büyükşehir Belediyesi, Fahrettin Altay-Narlıdere metro hattı altyapı çalışmasını belgeleyen mimarlık fotoğrafçısı Orhan Kolukısa, kitap tasarımını Umut Altıntaş ve çalışmanın editörlüğünü üstlenen Hasan Cenk Dereli ile geçtiğimiz yüzyılla beraber kent ve kamusal politikalara bağlı olarak kent ekonomilerinin gelişiminde en önemli rollerden birini üstlenen alt yapı projelerinin belgelenme sürecini ve İzmir Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile hayata geçen Metro kitabını konuştuk
Röportaj: Semah Akdoğan & Elif Simge Fettahoğlu
Genellikle, sadece belgelemek amacıyla yapılan bir şantiye güncesinin dışında, görünmez olan bir “inşai” eylemi, yerin altında bir altyapı projesini göz önüne çıkartan bir çalışma yaptınız. Metro çalışmasının ilk başlangıç ve diğer safhaları nasıl olgunlaştı?
Orhan Kolukısa: 2019’da Cenk’le bu konuyu ilk konuştuğumuzda, aklımda sadece yapım sürecini belgelemek vardı. Mimarlık fotoğrafları bazen yapının yapılabildiğinin bir belgesi, adeta doğum sertifikası olarak görülebiliyor. Oysa yapım süreçlerinin kendine has bir estetiği; bu süreçlerden fotoğrafların belge niteliğinin ötesinde bir değeri olduğunu düşünüyorum. Aklımda bu düşünceler ve bina inşaatlarına alışkın olmanın verdiği önyargılarla metroya girdim. Kitap fikri ise süreç boyunca kendi aramızda konuşurken oluştu; çekim için yer altına indiğimiz ilk günde ise zihnimizde görünür oldu.
Çekimleri 2020’nin bahar aylarında birkaç farklı aşamada yapmayı planlamıştık. Ama pandemi tüm planlarımız gibi bunu da bozdu. Haziran ayı gelip “normalleşme” süreci başladığında, hazır vaka sayıları düşmüşken çekimleri yapmaya karar verdik. Aylarca evlerde kapalı kalmanın ardından, kendimi birden dev bir yapı çalışmasının içinde buldum. Bu zıtlık, böylesi sayısız uyaranla dolu bir ortamda işime odaklanmayı daha da güçleştirdi. Neyse ki ilk günün şaşkınlığını üstümüzden atmamız uzun sürmedi.
Hasan Cenk Dereli: Bu altyapı projesi, kentin kendi kaynakları ile gerçekleştirdiği en büyük projelerden bir tanesi. Bu yüzden, Belediye yönetiminin sosyal medyada paylaşımlarında sıklıkla söz ediliyordu. Twitter’da gördüğüm bazı fotoğraflar “bu süreç keşke yapılan çalışmayı sadece inşa faaliyeti olarak görmeyen bir bakışla belgelense” dedirtmişti. Kentin en önemli altyapı projelerinden biri sürerken, aslında tarihe not düşülüyordu. Bu tarihsel süreci var eden emek yeraltı, gözden uzak olması yüzünden bu notun içine sızamıyordu. Sonra sürpriz bir şekilde, az önce bahsettiğim bakış açısıyla bu anları belgeleme ve kitaba dönüştürme fırsatı doğdu. Bu imkânın doğuşunda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ilgili birimlerinde çalışan herkesin özellikle de başkan Tunç Soyer’in yaratıcı üretimler konu olduğunda ortaya koyduğu kolaylaştırıcı rol çok belirleyiciydi.
Kayıt sürecinizde çalışma ve üretim biçminizi değiştiren anlar nelerdi? Süreç içerisinde keşfettiğiniz olgulardan bahsedebilir misiniz?
Orhan Kolukısa: Mimarlık fotoğrafı, pre ve post-process’i (öncül ve ardıl süreçleri) olan yoğun bir iş. Çekim öncesinde yapıyı tanımak, hava ve ışık koşullarına göre bir çekim planı yapmak şart. Çekim sonrasında ise fotoğraf düzenleme aşaması zahmetli ve emek-yoğun bir süreç olabiliyor. Tüm bu hazırlıklar nedeniyle, çekimin kendisi çoğunlukla sakin ve sürprizsiz oluyor. Metro’da, bu alışkanlıkların ve bir anlamda konfor bölgemin dışına çıkmak zorunda kaldım. Bu ölçekte bir altyapı çalışmasını mimarlık, mühendislik dilinden anlasanız bile kavramak ve zamana bağlı bir çekim planı oluşturmak çok zor. Yer üstünde çalıştığım gibi bir çekim-zaman cetveli hazırlamak yerine, yapım sürecinin aşamalarına odaklandık. Yeni açılan tünellerden, raylı sistem haricinde neredeyse tamamen bitmiş bölümlere kadar her aşamanın aynı anda gerçekleştiği uzun bir hat boyunca günler geçirdik.
Her çekimden önce aklımda bazı öngörüler, imgeler oluyor. Az önce söz ettiğim önyargılardan dolayı, zihnimdeki görüntüler makine estetiği yönündeydi. Aşağı indiğimizde ise -her ne kadar yüksek teknoloji ve dev makineler kullanılsa da- bunun hâlâ yoğun insan emeğiyle işleyen bir süreç olduğunu gördüm. Yer altında geçen ilk günün ardından fotoğrafların ve kitabın yapısı tamamen değişti.
Karanlığa doğru uzayıp giden boşlukla tanımlı hale gelen uzun bir yapı; onun içinde ve çevresinde çalışan iş makineleri ve işçiler arasında farklı ölçeklerde aralıksız bir faaliyet sürüyor. Bu, bir süre sonra bana bütünleşik bir iş makinesi gibi görünmeye başladı. Bu görüş, fotoğraflarda insan ve makinenin farklı ölçeklerde girişimi olarak kendini gösterdi: İşçiler bu dev iş makinesini çalıştıran hayaletler gibi; karanlıkta belli-belirsiz lekelere ve gölgelere dönüştüler.
Bir kentlinin gözünden, kentsel altyapıların kentin dönüşüm sürecindeki rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Gündelik hayatımızda gözlemleyemediğimiz kısmına yaptığınız tanıklıkla beraber “metro”nun anlamı sizin için nasıl evrildi?
Hasan Cenk Dereli: Sıradan bir kentlinin kendi hayat telaşından sıyrılıp yavaşlayarak kentin dönüşümünü izlemeye başlaması çok kolay olmuyor. “İnşaat izlemek” esprisi yapılan bir seyirlik olsa da milyonların kullanacağı bir projenin farklı aşamalarını bütünlüklü olarak takip edebilmek imkânsız. Hele bu faaliyet koruma duvarlarının, ardında gerçekleşiyor, yerin altında sürüyorsa. Belki İzmirliler’in karakterinden dolayı bilmiyorum ama uzun süren, mevcut alışkanlıkları bozan, engel, gürültü ve toz olarak hayata yansıyan ulaşım projeleri hep tepki görmüştür. Süreç boyunca şikâyet eksik olmaz, ancak işler tamamlanınca çağdaş ulaşım imkânları severek kullanılır. Kişinin hayatına müdahale eden inşa faaliyetin nasıl gerçekleştiğini bilmemek, inşaatı yapan insanların emeğine ve çabasına şahit olmamak sıradan kentlinin süreçlere daha da yabancılaşmasına sebep oluyor bence. Ama dediğim gibi çalışmalar tamamlanınca artan yaşam konforu da olumlu karşılığını hemen buluyor. Eskiden İzmir’de arabayla bir saatlik yolculukla varılan Foça gibi yazlık yerlere artık metro konforundaki banliyö sistemiyle kolayca ulaşabiliyorsunuz. Kent merkezinde denize hazır kıyafetleri ve deniz çantalarıyla insanların trene bindiğini görebiliyorsunuz. Bu hattın önümüzdeki yıllarda uzaması ile tarih boyunca bulundukları coğrafyanın en önemli kentleri olan Efes ve Bergama ilk kez birbirlerine doğrudan bağlanacak, kentin kuzeydeki en uç sınırı ile güneydeki en uç sınırı buluşacak. Kent merkezinde doğu-batı, kuzey-güney doğrultularını bağlayan metro ve tramvay hatlarının da getirdiği pek çok kolaylık var. Belgelediğimiz bu hat mesela, kent merkezini Karaburun Yarımadası’na doğru yaklaştırıyor. Kıyı semtlerini kesintisiz geçecek raylı sistemlerle birleşmesi ile kentin gündelik hayatı denize, kırsala daha rahat varacak. Şimdi anlatınca tam anlaşılamamış olabilir ama bu pandemi sürecinin kent merkezlerinde yaşayanlar üzerinde yarattığı sıkışmışlık baskısı düşünüldüğünde bir kentin sunabileceği büyük bir lüks bu. Kırsal kentsel dokusu denge içinde yaşayan yaygın bir kentin oluşumu için de bir imkân…
Bütün bunları belgelediğimize benzer projeler mümkün kılıyor. Ancak projelerin inşa süreçlerine tanık olmadığımız için ne işin ölçeğini ne de sarf edilen emeği algılayabiliyoruz. Yakın bir gelecekte metro istasyonunda çevremizi savan duvarlara bakarken, o duvarın katmanları altında gizli her bir demirin, belki bizimle o an metroyu bekleyen bir kişi tarafından yıllarca yer altında çalışılarak tek tek halı dokur gibi örüldüğünü düşünemiyoruz.
Metinde kuvvetli bir deneyim anlatısı var, bir yandan hisler ve deneyimler, bir yandan teknik araçlara bir yandan da emeğe dair gözlemler. Fotoğraflarda malzemenin ham/işlenmiş doğası, karanlık ve yapay ışık, suyun sızıntısı ve hareketi, betonun nitelikleri, alıştığımız dökümantasyon fotoğraflarından çok daha çarpıcı gözüküyor. Bu noktada hem fotoğrafçının bakışınının hem de aracın -yani fotoğraf makinesinin- sağladığı imkânları ve anlattıklarını özetleyebilir misiniz?
Orhan Kolukısa: Gerçekten öyle. Üzerine aylarca düşünüp plan yaptıktan sonra, bir gün içinde fotoğrafların ve kitabın dilini değiştiren şey de bu deneyimler oldu. Mimarlık dolayısıyla yapı işlerine yakın olduğum için, bu inşaatın doğasına dair de bazı önyargılarım vardı. Zihnimdeki fotoğraflar, makinelerle yaratılan bir sürecin tektonik estetiğine odaklanmıştı. İlk çekim gününde onlarca metrelik bir şafttan aşağı; karanlığın, tozun ve çamurun içine girdiğimizde yapının gerçekliği tüm önyargılarımı ve beklentilerimi değiştirdi. Yapım sürecini belgelemek düşüncesiyle başladığımız proje, görünmeyen emeğin fotoğraflanmasına dönüştü. Beklentiler ve deneyim arasındaki bu farkın kitabın fotografik dilini oluşturan öğelerden biri olduğunu düşünüyorum.
Böyle yapı ve altyapı çalışmaları belgelenirken genellikle işin belli aşamalarına, varsa bazı özel uygulamalara, yöntemlere, araçlara ve bazen de emekçilere ayrı ayrı odaklanılıyor. Bu deneyimin bütünü değil, parçaları kayda geçiyor. Yapının doğasına dair beklentilerim farklı olsa da başından beri hedefim daha bütünsel bir görsel dil oluşturmaktı. Aşağıda zaman geçirdikçe, işçilerin eylemleri makinelerin hareketleriyle iç içe geçti. İnşaatın kendisi, ışıktan ve dolayısıyla zamandan bağımsız bu tünel içinde bir bütünleşik varlığa dönüştü. Üretim ve emeği anlatırken, anlardan ziyade süreçlere, akışlara odaklanmaya çalıştım. Fotoğrafların durağan çerçeveler değil, az önce ve az sonrasını duyumsatan; bu hisle çerçevenin dışındaki dünyayı da betimleyen bir anlatı kurmasını istedim.
Kontrol dışı öğelerin fazlalığını da göz önüne alırsak, bir mega strüktürün belgelenme sürecinde karşılaşılan güçlükler nelerdir?
Orhan Kolukısa: Yeraltı fotoğraf için zor bir ortam. İnşaatın ve makinelerin aydınlatma donanımları dışında ışık kaynağı yok. Hareket kabiliyetiniz çok sınırlı, tamamlanmış tüneller haricinde bazı yerlerde düz yürümek hatta ayakta durmak bile gayret gerektiriyor. İş makineleri homurtuları, sürekli pompalanan havanın yapay rüzgar sesi, içinden geçilen berrak bir yeraltı nehrinin sakin akıntısı, spotların sıcağı ve karanlığın soğuğu hiç alışkın olmadığımız bir doğa tanımlıyor. Çamura, suya battığımız, saplanıp kaldığımız da oldu. Biz tüm bu güçlüklerle mücadele ederken, inşaat kilometrelerce uzayan tüneller boyunca ahenk içinde sürüyor. Bu halde iş güvenliği ve akışına engel olmamak, görünmez gözlemciler olabilmek için büyük çaba harcadık.
Ekipman konusu da kendi başına bir sorundu: Aşağıda, kazı veya inşaatın sürdüğü bölümlerde toz, çamur ve su nedeniyle sık objektif değiştiremeyecektim ve çantamı hafif tutmam gerekiyordu. Bu nedenlerle diğer zamanların aksine, alışkın olduğum sabit odaklı objektifler yerine yanıma sadece biri geniş açılı, iki zoom objektif aldım. Çoğu zaman yer altına indiğim objektifle çekimi tamamlamak zorunda kaldım. Başlangıçta beni kaygılandıran bu kısıtların yaratıcılığımı tetiklediğini ve sonuca olumlu yansıdığını düşünüyorum.
Konunun ve malzemenin doğası kitabın tasarımına nasıl yansıdı, bu kurgudan bahsedebilir misiniz?
Hasan Cenk Dereli: Ben kitabı, biçiminden malzemesinden bağımsız olarak şöyle tarif ediyorum: Merakla rafları arasında gezindiğiniz bir kütüphanede önünüze çıktığında, içeriğini hemen açık etmemesi ile dikkatinizi çekecek; boyutu ve ağırlığı ile ayak üstü bakılmaktan öte bedeninizi ve zamanınızı kendisine odaklamanızı sağlayacak; kitap içinde gezinirken kendini yavaş yavaş size açacak bir kitap…
Bilmediğiniz bir yere girerken tüm duyularınızın o anda odaklanması, yere, duvara, seslere, ışıklara daha çok dikkat etmemiz gibi; bizim belgeleme sürecinde ilk defa şahit olduğumuz koşullarla karşılaşmamız gibi…
Bir de tabi tüm bunlardan bağımsız kitabın fotoğrafları, Türkçe – İngilizce metni ile belgelemenin deneyimini de yansıtan, İzmir’e dair yaratıcı bir üretim örneği olmasını da ummuştum. Bunu başardığımızı düşünüyorum.
Umut Altıntaş: Orhan’ın fotoğrafları ve Cenk’in metni (tıpkı metro yapım süreci ve iki yönlü hat gibi), kitap boyunca birbirine eşlik edercesine eş zamanlı ilerliyor. Kitabın başını ve sonunu, bu hattın güzergâhı gibi düşünebiliriz. Bu anlamda kitap, iki yönlü hattın birbirine bağlanan tünellerini fotografik ve yazınsal iki ifade biçimiyle, kitap nesnesinin kendi doğrusal sayfa akışı içerisinde hiç kesintiye uğratmadan aktarıyor.
Kitabın ana yapısında “bir uçtan diğer uca” ve “soldan sağa-sağdan sola” olan mekânsal hareketin devamlılığını sağlamak adına fotoğraflar, karşılıklı sayfanın sunduğu sınırlı ölçüyle sabitlenmeksizin önceki ve sonraki sayfalara taşıyor; bir sonraki fotoğrafa bağlanıp veya onu ittirip, okuma yönünde bir görsel hareketlilik sunuyor. Yani fotoğraflar, kitabın ölçüsünü hiçe sayarak sayfalardan taşıyor, kitap boyunca peşi sıra yatay bir akış halinde ilerliyor.
Kitabın kavramsal metni, fotoğrafların anıtsal yapısıyla denge kurmak adına, dikey bir fotoğrafın kapladığı alan gibi tam sayfa, soldan sağa yaslanmış ve paragraf bölünmesi yapılmadan kesintisiz devam ediyor. Yeni paragrafın başladığı cümleler “>” işareti ile ayrılıyor. Türkçe ve İngilizce yazılan metnin okunma kurgusu, kitabı seyir kurgusuyla koşut ilerliyor.
İnşanın mekânsal büyüklüğünü vurgulamak adına fotoğraflar çerçevesiz, tam sayfa yer alıyor. Ön ve arka sayfaya taşan durumlarda ise bazı fotoğraflarda iki mekânı (fotoğrafı) ayırmak için sayfanın kendi rengi (beyaz) devreye giriyor.
Aynı yerde çalışan işçilerin veya makinelerin farklı hareketleri gibi odaklanılmış bir durumu belgeleyen fotoğraflar ise hem süreci pekiştirmek hem de genel bir ritim yakalamak adına sayfada daha küçük ve yan yana yer alıyor.
Metro inşasının bitmemiş, ham halini kitabın tasarımında da temsil etmek adına kapakta 3mm ham mukavva üzeri “beton” görünümlü bir kaplama kâğıdı kullandık. İnşanın ölçeği kitabın boyutuna ve ağırlığına da yansıdı. Kitap büyük, ağır ve sert. Dolayısıyla tam sayfa açıldığında fotoğrafların kaydettiği (hatta bazen yok ettiği) o “devasa” ölçeği hissedebiliyorsunuz. Ayrıca hem sayfaların tam açılabilmesi için hem de bitmemişliği göstermek adına kitabın iplik dikişli sırtını açık bıraktık.
Son olarak kitabın ana adı olan Metro yazısı, içerideki devamlılığı okuyucuya hissettirmek adına kapağa sığmayıp, kitabın arkasına dönüyor. Dolayısıyla kitabı, konusu, içeriği, malzemesi, görsel-yazınsal kaydı ve tasarımı ile birbirinden ayrılmaz, bütüncül bir nesne olarak değerlendirmek gerekiyor.
Metro işlevsel hale geçtikten, yani gündelik hayata eklemlendikten sonra bu çalışmayı bir de kullanıcılarıyla, oluşan mekânlarıyla, belki yer üstü/yer altı ilişkileriyle de belgelemeyi düşünüyor musunuz?
Orhan Kolukısa: Aslında başlangıçta bu düşünceye mesafeliydim. Yani, fotoğraflar ve kitabın bu haliyle amaçladığını başardığını, bitmiş bir proje olduğunu düşünüyorum. Fakat sonradan, dediğiniz gibi bir “öncesi-sonrası” çekimi yapmak; yapım sürecinin devamı olarak yaşayan mekanı gözlemlemek, belgelemek fikri çekici gelmeye başladı. Belki kitap olarak değil ama bir dijital ek olarak... Yapım sürecinde beni çok etkileyen bazı hacimleri yine aynı açılardan çalışmak belki mümkün olabilir.
Hasan Cenk Dereli: Keşke yapabilsek. Keşke açılışın üzerinden birkaç on yıl geçtikten sonra da yapsak. Ya da birileri yapsa. Kitap içindeki metin aslında şahit olmadıkları, kolay kolay olamayacakları bir sürece dair bellek inşa etmeye çalışıyor okuyanlarda. Kitabın tasarımı ve fotoğraflar da bu belleği sağlamlaştıran mühürler. Bellek biriktirdikçe, hatırlama ve paylaşma ihtimali oldukça yaşayan bir şey. O yüzden yaşam sürdükçe, olan biten şeyleri, dönüşümleri yaşandıkça kaydetmek gerek. Gündelik hayatın dudak büktüğümüz ve “sıradan” olarak bahsettiğimiz karakteri şu coğrafyada belki de hayata coşku veren en önemli şey. Görünsün diye çabalayanların; illa görülsün diye işaret edilenlerin bombardımanı altında görünmez olanı belgelenmiş hali, gelecekten geçmişe bakan birine güç, gelecekten geleceğe bakan birine de umut verecektir.
Comments