Gösteri sanatları editörümüz ve yazarımız Ayşe Draz bir süredir yaşadığı Berlin'in çok kültürlü strüktürünün devingen gündemi ve şehrin sahnelerinde izledikleri üzerine gözlemlerini aktarıyor
Yazı: Ayşe Draz

Constanza Macras'ın yönetmenliğini ve koreografisini üstlendiği The Hunger, Fotoğraf: Thomas Aurin
Bir yandan İstanbul’da çalışmalarıma devam edip İstanbul sahnelerini yakından takip ederken öte yandan temmuz sonundan beri taşınmış olduğumuz Berlin’e nihayet ikinci evim diyebilmeye başladım. Bunu sağlayan unsur ise sonbahar itibariyle hem Almanya’da da işler üretmeye girişmiş hem de Berlin sahnelerini de takibe alabilmiş olmam. Görmek istediklerim arasından henüz sadece bir kısmını izleyebildim ancak bu işlere dair izlenimlerimi paylaşmadan önce, biraz da ikinci evim Berlin’e dair gözlemlerimi paylaşarak yazıma başlamak istiyorum.
Multikulti ve fakir ama seksi bir şehir (mi?)
New York Times’ta, yanılmıyorsam 2000’lerin başında okuduğum bir makale¹, kendini Almanya’nın en uluslararası ve hoşgörülü şehri olarak tanıtan Berlin’in gerçekte ne kadar multikulti ² olduğunu tartışıyordu. II. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi arada yaşanan büyük kesintilere rağmen Berlin’in tarihsel olarak göçmenleri kendine çekmiş olduğunu ve de özellikle 17. yüzyılda buraya sığınan Fransız Huguenotlar ve Yahudilerin şehrin ekonomik, bilimsel ve kültürel yapısını şekillendirdiğini tespit eden makale, 2001’de yapılan bir araştırma sonucu o dönem Berlin’de, çoğunlukla da Kreuzberg ve Neukölln’de yoğunlaşmış bir biçimde yaşayan 132.000 Türk’ün %42’sinin işsiz olduğundan bahsediyor, Türklerle beraber çoğu Rus, Yunan ve Yugoslav göçmenlerden oluşan diğer büyük etnik grupların, genellikle restoranlar ve belirli mahallelerle sınırlı bir varlık gösterdiğini söylüyordu. Ancak üçüncü kuşak Türklerin bu izolasyonu kırmaya başladıklarından söz ediyor ve onların iş dünyası ile başta müzik olmak üzere kültür sanat dünyasında daha görünür hale geldiklerini tespit ediyordu. Aradan geçen yirmi küsur yıl içinde ise hem Almanya, hem de küresel ölçekte dünya gerek politik, gerek ekonomik, gerek toplumsal, gerek ahlâki, gerek bilimsel, gerek teknolojik, gerek kültürel ve gerek sanatsal açılardan çok büyük değişimler geçirdi ancak benim Berlin’in multikulti olup olmadığına dair hissiyatımın aşağı yukarı hâlâ makalenin bıraktığı düzeyde olduğunu söyleyebilirim.

Bugün Berlin’de yaşayan Türk asıllı toplulukların bir kısmını özellikle ekonomik ve politik sebeplerle -veya bizim gibi hele de kız ise çocuklarının gelecekleri için kaygılandıklarından- 2010’lardan sonra Berlin’e gelen eğitimli ve şehirli yeni dalga göçmenler oluşturuyor ve bu da farklı profillere sahip Türk kökenli grupların şehrin çok kültürlü yapısına, biri diğerinden daha olumlu veya olumsuz olarak değil ancak farklı biçimlerde entegre olmaları anlamına geliyor. Bugün artık Almanya’daki Türk Gastarbeiter’ların hikâyeleri çok katmanlı olarak farklı boyutlarıyla ele alınıyor; birçok edebiyat ödülüne sahip ve Türk olmasına rağmen romanlarını Almanca kaleme alan, Çağdaş Alman Edebiyatı'nın en önemli isimlerinden birisi olarak kabul edilen (ve de aslen sanat kariyerine tiyatro ile başlamış olan) Emine Sevgi Özdamar’ın Haliçli Köprü romanında veya Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm³ belgeselinde olduğu gibi... Bugün Berlin’in "çok" kültürlülüğünü oluşturan farklı etnik gruplar yirmi sene öncesine göre farklılık gösteriyor; hem kimlerden oluştukları hem de bu şehre geliş, göçüş nedenleri açısından.
Dünyanın dört bir yanında sürüp gitmekte olan ve “büyük güçlerin vekalet savaşları”⁴ olarak tanımlanabilecek, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da cereyan eden savaşlardan kaçan sığınmacılar, otoriterleşen Doğu Avrupa’nın ve Balkanların gerileyen demokrasilerinden görece çok daha özgür Almanya’ya sığınan Avrupalılar, Rusya-Ukrayna savaşından Almanya’ya kaçan Ukraynalılar ve iklim krizinin artık yaşanılmaz kıldığı ülkelerinden kaçmak zorunda kalan göçmenler… Berlin’e geldiğimizden beri, geliş sebepleri her ne olursa olsun birçok farklı kökenden gelen insanı bir arada görmek, farklı karakterlere sahip mahallelerin arasında (sanırım elimde değil hep İstanbul ile kıyaslıyorum) hep uyumlu olmasa da çok daha geçişken bir akış gözlemlemek bana Berlin’in gerçekten multikulti bir şehir olduğu hissini veriyor. Gerçi bugün bazılarının çok demode bularak kullanmayı tercih etmediği multikulti’yi hâlâ Berlin’e yakıştırarak kullansam da, hem zaman maalesef bize politik doğruculuk veya "çok kültürlülük" gibi kavramların nasıl mevcut siyasi, ekonomik, kültürel ve teknolojik hegemonyalar tarafından riyakâr biçimlerde kullanılıp kendi pozisyonlarını pekiştirmek için birer araç haline getirilebileceğini gösterdiğinden, hem de kültürel ve muhafazakar sağın nasıl karşı kutuplarında konumlandırdıkları "çok kültürlülüğü" kendilerini besleyen bir söyleme dönüştürülebildiğini deneyimlediğimizden, artık bu sıfatın içinde barındırdığı ironinin çok daha farkında olarak onu kullandığımı söyleyebilirim.
Ben İstanbul’un günden güne artan enflasyonu ve ona rağmen pompalanan tüketim manyaklığı ile kıyasladığım için olsa gerek, Berlin benim için hâlâ "fakir" ve belki de henüz şehre yeni olduğum için ulaştığım sanatsal aktivitelerin çeşitliliği, gerek zamansal (trafik ve toplu taşımanın kazandırdığı zaman mesela), gerek finansal erişilebilirlikleri açısından da hâlâ "seksi"...
Birkaç ay önce, Berlin’in önemli tiyatrolarından biri olan ve göçmenlik deneyimi ile göçmen toplumların farklı kültürler, kimlikler ve entegrasyon sorunlarını, özellikle de Türk-Alman kimlik meselelerini ele alan Gorki Tiyatrosu'nda oyunları da sahnelenen, benim henüz ara sıra The Guardian’da yayınlanan yazıları vesilesiyle tanıdığım, Berlin’de yaşayan Alman yazar ve gazeteci Fatma Aydemir’in bir yazısını⁵ okudum. Aydemir yazısında eski Belediye Başkanı Klaus Wowereit’in Berlin’i “fakir ama seksi” (poor but sexy) olarak tanımladığından, 2003 yılında Soğuk Savaş sonrası kültürel patlamanın ortasında, finansal olarak borç yükü altında uyanan Berlin’in gene de düşük yaşam maliyetleri ve gelişen sanat ortamıyla dünya çapında genç yaratıcıları uzun bir süre kendine çektiğinden söz ediyor. Ancak 2025 yılı için planlanan kültür bütçesindeki 130 Milyon Avroluk kesintinin sanat dünyasında çok haklı olarak büyük bir endişe yarattığını (ki neredeyse Berlinli tüm sanatçı arkadaşlarım son aylarda bu konuda sık sık gerçekleştirilen protestolara katıldılar), devlet desteğine bağımlı olan birçok sanat kurumu ve sanatçının, şehrin kültürel dinamizmini yaratan bağımsız sanat grupları ve küçük tiyatrolar gibi oluşumların iflas tehdidiyle karşı karşıya kaldığını tespit eden Aydemir, muhafazakâr politikacıların sanatın piyasa kurallarına göre şekillenmesi gerektiğini savunduğunu ancak eleştirel ve kapsayıcı kültürel projelerin bu yaklaşımdan büyük zarar göreceğini belirtiyor ve de yazısını, kültürel özgürlüğe ve özgünlüğe alan açan kimliğinin bu koşullar altında tehlikede olduğu Berlin’in artık ne eskisi kadar yoksul ne de eskisi kadar cazip olmadığını söyleyerek noktalıyor. Ben İstanbul’un günden güne artan enflasyonu ve ona rağmen pompalanan tüketim manyaklığı ile kıyasladığım için olsa gerek, Berlin benim için hâlâ "fakir" ve belki de henüz şehre yeni olduğum için ulaştığım sanatsal aktivitelerin çeşitliliği, gerek zamansal (trafik ve toplu taşımanın kazandırdığı zaman mesela), gerek finansal erişilebilirlikleri açısından da hâlâ "seksi" ama Aydemir’in çok haklı argümanını da göz önüne aldığımda şehrin benim için de daha ne kadar bir süre fakir ama seksi kalacağını merak ediyorum…

Constanza Macras'ın yönetmenliğini ve koreografisini üstlendiği The Hunger, Fotoğraf: Thomas Aurin
Volksbühne ve Volksbühne sahnesinden izlenimler
Berlin’de ne izlemek istediğime karar vermek için programını incelediğim mekânların/tiyatroların başında Radialsystem, HAU ve 1890 sonlarında “sanat, halk içindir” anlayışıyla şekillenmiş olan, Berlin’in en ikonik tiyatro mekânlarından biri olarak am Rosa-Luxemburg-Platz’da yer alan Volksbühne (Türkçeye "halk sahnesi" olarak da tercüme edebiliriz) geliyor. 1914’te Oskar Kaufmann’ın tasarladığı bugünkü binasına kavuşan ve Weimar Cumhuriyeti döneminde deneysel ve politik tiyatronun öncüsü haline gelen Volksbühne, 1933’te Nazi rejimi tarafından ele geçirilerek propaganda amaçlı kullanılıyor ve II. Dünya Savaşı’nda ağır hasar alıyor. Savaş ertesinde, Doğu Berlin’de yer alması nedeniyle Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR) kontrolüne geçerek sosyalist sanat anlayışıyla şekillenen Volksbühne, 1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, Frank Castorf’un 1992’de sanat yönetmeni olmasıyla Avrupa’nın en radikal sahnelerinden biri haline geliyor.
Castorf’un cesur sahnelemeleriyle ve ön plana çıkardığı politik ve deneysel işlerle Berlin’de sadece bir tiyatro sahnesi değil adeta düşünsel bir tartışma alanı olarak işlev görmeye başlayan Volksbühne, 2017 yılında Castorf’un ayrılmasıyla yönetiminde büyük krizler yaşıyor; ilk önce, Castorf’un ardından başa getirilen eski Tate Modern Direktörü Chris Dercon uluslararası prodüksiyonlara odaklandığı için tiyatronun politik köklerine ve Berlin’in kendine has kültürüne ihanet ediyor olarak değerlendirilerek ciddi eleştirilere ve protestolara maruz kalıyor – hatta onu protesto eden aktivistler son noktayı Dercon’un ofisinin önüne dışkı bırakarak noktalıyorlar. Dercon’u takiben başa getirilen Klaus Dörr ise kısa bir zaman içinde cinsel taciz suçlamaları sebebiyle istifa ediyor; Dörr’ün ardından başa getirilen René Pollesch hem Castorf’un mirasını benimsediği hem de Florentina Holzinger gibi yenilikçi sanatçılarla iş birliği yaptığı için Volksbühne’ye yeniden geniş bir izleyici kitlesi kazandırıyor ancak Pollesch’in 2024 Şubat’ındaki ani ölümü gene Volksbühne’yi bir krizin ortasında bırakıyor. Ancak bu kriz bu sefer çok kısa bir sürede çözüldü ve 2026 yılında Volksbühne’nin başına hem daha önce Volksbühne’de Castorf ile dramaturg olarak çalışmış, hem de HAU gibi bir diğer önemli Berlin kurumunda sanat yönetmenliği yapmış, deneysel, disiplinlerarası ve katılımcı yaklaşımı ile ön plana çıkan bir diğer önemli Alman yönetmen Matthias Lilienthal’in geçeceği açıklandı. Lilienthal ise yeni dönemde, Florentina Holzinger ve Marlene Monteiro Freitas gibi koreograflardan danışmanlık alarak özellikle dans performanslarını çoğaltmayı ve uluslararası yönetmenlerin eserlerine daha fazla yer vermeyi planladığını açıkladı ve bu planı, Almanya'daki yükselen milliyetçilik karşısında "bilinçli bir direniş" olarak tanımladı.

Constanza Macras'ın yönetmenliğini ve koreografisini üstlendiği The Hunger, Fotoğraf: Thomas Aurin
Ben Volksbühne’de sezonu, herhangi bir eserini ilk defa canlı izlediğim Arjantin doğumlu koreograf ve yönetmen Constanza Macras’ın The Hunger (Açlık) adlı işi ile açtım. Arjantinli yazar Juan José Saer’in The Witness adlı romanından esinlenerek 16. yüzyılın başlarında Güney Amerika’daki Rio de la Plata bölgesinde geçen bir hikâyeyi ele alan eserde, yerlilerin saldırısına uğrayan İspanyol sömürgecilerin arasından sağ kalan ve bir kabileye katılan bir sömürgecinin başından geçenleri parçalı ve hareketli tablolar halinde, kitsch olarak tanımlayabileceğim bir estetik içinde, geçmiş ve günümüz arasında gidip gelen bir seyirde ve absürt bir mizahla sahneye taşıyan Macras’ın The Hunger’ında gayet eğlendiğimi söyleyebilirim. Eserin tanıtımında kullanıldığı gibi “The Hunger aşırılık kavramını tarihsel olaylardan yola çıkarak inceleyen bir performans… The Hunger’da yamyam ritüelleri, sömürgecilik ve günümüz kapitalist toplumlarındaki tüketim çılgınlığından, sosyal medyada sonsuz bir 'şimdi'nin aşırı üretimine kadar farklı açgözlülük biçimleriyle” örtüşüyor ve bunu da gerçekten çok iyi ve teatral becerileri de gayet yüksek performansçıların sahnede yarattıklarını izliyoruz (ki aralarından en dikkat çekenlerinden biri de İstanbul sahnelerinde varlığını çok özlediğimiz ancak uzun zamandır artık Berlin’e yerleşmiş olan Candaş Baş) ancak The Hunger’ın ele aldığı konuda damakta gerçekten -en azından broşüründe iddia ettiği gibi- eleştirel bir tat bıraktığını düşünmüyorum. Karnım doymuş, yediklerimden memnun olduğum için de bunun illa bir zorunluluk olup olmadığını da tekrar kendime soruyorum.
Susanne Kennedy ve Markus Selg'in ortak üretimi The Work, Fotoğraflar: Moritz Haase
Volksbühne’de izlediğim bir diğer iş, gene daha önce hiçbir eserini canlı izleyememiş olduğum ancak yaptıklarını yakından takip etmeye çalıştığım Susanne Kennedy’nin medya sanatçısı ve sahne tasarımcısı Markus Selg ile birlikte ortak projeleri The Work oldu. Kennedy, yeni medya ve teknolojiyi sahnede kullanımı, sahne üzerinde oyuncularına giydirdiği maskeleri ve performansçıların seslerine dijital manipülasyonla mekanik ve yapay tonlar ekleyerek adeta yabancılaştırıcı bir unsur gibi kullanması ve özellikle kimlik ve bedeni sorgulayan işleri ile ön plana çıkan bir yönetmen. Kennedy’nin The Work adlı eseri, daha sonradan ölüm döşeğinde olduğunu anladığımız Xenia adındaki bir sanatçının önce sanat ve hayatı ironik bir biçimde ele aldığı ve bizlerin de seyirci olarak konumlandırıldığı bir talk-show’la açılıyor. Daha sonra Xenia’nın ölümünün hemen öncesinde hala sanat yapmakta, bir proje için cast yapmakta ve hayatının çeşitli anılarından sahneler ortaya çıkmakta olduğunu anlıyoruz. Derken sahne içinin kendisi kocaman bir yerleştirmeye dönüşüyor ve seyirciler olarak bu mekânda, Xenia’nın hayatından anılarını canlandırmaları için seçtiği (hepsi maskeli) performansçılar arasında istediğimiz gibi gezinmeye davet ediliyoruz. Yerleştirmenin içindeki hikâye fazla parçalı, takip etmesi veya bir araya getirip bir bütüne yerleştirmesi zor, belli bir duyguya veya duygulara tercümesi pek mümkün değil ancak sahneleme fikirleri, seyirciyi konumlandırma şekli ve maskelerle sesin yarattığı gerilim gene de eserin seyrini ve gezintisini takip ettiriyor. Bu arada sahnedeki yerleştirmenin arasında gezinirken gözümün sık sık seyircilerin/gezinenlerin arasında bulunan Meg Stuart’a, hele zamanında pek hayran olduğum Berlin’de yaşayan Amerikalı koreografa kaydığını itiraf etmeliyim çünkü benim için Berlin’in seksapeli sanırım biraz da bu ve benzer karşılaşmalarda yatıyor.
Philippe Quesne yönetmenliğindeki The Garden of Earthly Delights, Fotoğraflar: © Martin Argyroglo
Berliner Festspiele ve Philippe Quesne’nin bahçesi
Berlin’in bir diğer "seksi" kurumu ise, 1951 yılında kurulmuş olan, şehrin sanat festivalleri ve gösteri sanatları etkinlikleri ile tanınan Berliner Festspiele. Hem uluslararası hem Avangard sanatçıları bir araya getirerek, çağdaş tiyatro, dans, müzik ve görsel sanatlar alanlarında yenilikçi projelere yer veren Berliner Festspiele’nin en bilinen etkinliklerinden biri ise, her yıl Almanca konuşulan ülkelerden en iyi tiyatro yapımlarını bir araya getiren Theatertreffen⁶. Bunun yanı sıra, Berliner Festspiele MaerzMusik Çağdaş Müzik Festivali'ne ve Immersion gibi disiplinlerarası performanslara da ev sahipliği yapıyor. Theatertreffen dışında da Berliner Festspiele ekim ve ocak ayları arasında gerçekleşen Gösteri Sanatları Sezonunda hem dans hem tiyatro alanından çok güzel ve çoğunlukla uluslararası bir seçkiye yer veriyor. Benim bu sezonki seçkide izlediğim iş ise, prömiyerini 2023 yılında Avignon Festivali'nde eski taş ocağından dönüştürülmüş açık hava tiyatrosunda izlediğim, Fransız yönetmen ve sahne tasarımcısı Philippe Quesne'in Hieronymus Bosch'un meşhur triptiğinden ilham alarak tasarladığı The Garden of Earthly Delights (Dünyevi Zevkler Bahçesi) adlı eseri oldu. Quesne’nin sahne üzerinde kurduğu düşsel dünya ve yarattığı o dünyanın kendine has karakterleri benim için onu tiyatronun David Lynch’i olarak nitelemem sebep verdi diyebilirim. Quesne’nin bahçesi, ilham adlığı orijinal yapıt gibi insanlık ve doğa arasındaki ilişkiyi, kültür ve doğanın karıştığı bir dünyayı ele alırken adeta Lynch-vari⁷ bir bilim kurgu tadında ilerleyerek hem bir yandan hepimizin bir çölde, doğanın ve uzayın içindeki kaybolmuş halimizi ve zavallılığımızı mizahi bir dil ve estetikle gözler önüne seriyor, hem de öte yandan adeta Amerikan New Agers’larla dalga geçiyordu. Eserlerinde ekosistem kavramına odaklanan Quesne’nin kurduğu Vivarium Studio performansçıları ile hem hareket, hem oyunculuk hem de ses ve enstrüman kullanımları ile kendilerine beni ikinci kez hayran bıraktılar. Kolay anlaşılır veya sabit anlamlı tek bir hikâye sunmak yerine takibi kolay bir akış içinde farklı sahnelerin içindeki anların, ses tasarımının ve müziğin ön plana çıktığı The Garden of Earthly Delights’ı izlemek açık hava da olduğu kadar kapalı bir sahnede de keyifliydi.

Ohad Naharin'in koreografisini üstlendiği Minus 16, Fotoğraf: Admill Kuyler
Staatsballett Berlin ve Naharin ile Eyal
Dans tutkunları için bir mabet niteliğinde olduğunu bildiğim Staatsballett Berlin ise dans izlemek üzere, bir sonraki durağım oldu ve aynı gecede hem bir Sharon Eyal hem de bir Ohad Naharin koreografisi izledim. Yanlış hesaplamadıysam ikisi aynı topluluktan olmak üzere (NDT) üçüncü kez izlediğim ve Naharin'in Gaga metodunun sahnede enerjik ve coşkulu bir beden bulması olarak da tanımlanabilecek Minus 16’yı bu sefer de Staatsballet, yani devlet balesinin teknik açıdan neredeyse mükemmele yakın ve zamanlamaları ile insan üstü bir beceri sergileyen dansçılarından izlemek ayrıca etkileyiciydi.

Sharon Eyal'in koreografisini üstlendiği SAABA, Fotoğraf: Admill Kuyler
Yine İsrailli bir koreograf olan Sharon Eyal’in eseri SAABA ise, bu seferki ses tasarımına pop müziği de entegre eden besteci Ori Lichtik’in kompozisyonu eşliğinde gene her zamanki gibi hipnotik bir etkiye sahipti. Benim ilk önce hoşuma giden ve bana "seksi" gelen ama sevgili dostlarım (dansı çok yakından takip eden ve fikrine pek güvendiğim) Kerem Özel ve (koreograf) Gizem Bilgen ile üzerine konuştuktan sonra fikrimi değiştirdiğim bir şey ise, fuayede iki gösteri arasında Staatsballett Berlin’in bir sonraki gösteride yer almayacak dansçılarının program kitapçıklarını ve topluluk broşürlerini imzalamalarıydı. İmzalattım mı? Evet ama ben de bir rahatsızlık sezmiş olmalıyım ki kendim utandığımı söyleyerek kocama broşürümü verip imzalattım…

Tempelhof Havalimanı’nda Messiah
Arada başka işler de izlemiş ve izlemeye de devam ediyor olsam da değinmeden geçmek istemediğim bir diğer eser ise Komische Oper’den hem de Tempelhof Havalimanı’nda eski bir hangardan dönüştürdükleri sahnede izlediğim Messiah. Öncelikle Komische Oper’in Türk kültürüne özel olarak ilgi gösterdiğini keşfedince, Türk asıllı Berlinliler için programlarını çekici kılmak üzere hem Türkçeyi tanıtımlarında çok aktif olarak kullandıklarını ve Selam Opera! ⁸, Komşu Dolmuş⁹, Üçüncü Mevki ¹⁰ gibi özel projeler tasarladıklarını görünce şaşırdığımı itiraf etmem lazım. Geçen hafta ise Türk sanatçı Gaye Su Akyol’un Consistent Fantasy is Reality (İstikrarlı Hayal Hakikattir) adlı pop-psikedelik operası Komische Oper’de prömiyerini gerçekleştirdi. Komische Oper’den izlediğim Georg Friedrich Händel’in Messiah’sının en dikkat çeken ve etkileyici tarafı ise eski bir uçak hangarından dönüştürülmüş devasa sahnedeki basit ama renkli sahne ve kostüm tasarımı eşliğinde, çoğu Berlin’in amatör korolarının üyelerinden oluşan 350 kişilik koroyu, koro bireylerinin farklılıkları ve çeşitliliklerinin verdiği haz ile izlemekti. Ayrıca uyarlamanın hikâyesini sahnede takip etmekte zorlansam da, İsa’nın hayatını ele alan operanın bir kadının yakalandığı ölümcül hastalık sonucunda verdiği ötenazi kararını irdeleyen çağdaş bir uyarlamaya dönüşmüş olmasını da yeterince cesur buldum. Anlaşılacağı üzere Berlin hâlâ ve henüz benim için pek seksi…
Notlar:
Comments