Bu sene Ali Akay küratörlüğünde Daha Uzaklara başlığı altında gerçekleşen 6. Mardin Bienali bugün sona eriyor. Tozun taşıdıkları, üstünü örttükleri ve sakladıklarının arasından gösterinin imasına, sezgisine ve tercümesine yaklaşıyoruz
Yazı: Şefik Özcan
Mardin
I. Mardin
Sonsuza uzanıyormuş gibi görünen bir ovanın çevrelediği -bir ufuk oluşturduğunu da söyleyebiliriz- görkemli denilebilecek bir tepenin üzerine kurulu hâyali ve gerçek kentler de vardır ve tarih onların dokularıdır. Büyüleyici oldukları dillendirilir sürekli ve bu büyüleyici olma talihsizlikleri onların uğursuzluklarının da bir parçasını oluşturur. Böylesi kentlerin hissettirdikleri her zaman olağanüstüdür ama düşündürttükleri şeyler konusunda hiçbir zaman emin olamayacağınız şeyler de barınırlar bünyelerinde. Yağmurları zamansızdır. Yazları olabildiğine amansız. Ama en temel özelliklerini tozda barındırırlar. O toz ki neredeyse çekip çevirir her şeyi böylesi kentlerde. Şeylerin üzerini örtmek konusunda onun üstüne yoktur. O yüzden de bu kentlerin opaklıkları söz konusu edilmelidir. Toz bulutlarının ziyaretinin belli bir mevsimi olmaz. Her anın ziyaretçisi olabilirler ve böylesi kentleri sarıp sarmalayabilirler. Toz, ölüleri taşıyor diye düşünüyorum. Toz, ölüleri de taşır diyorum. Görkemli bir aşkın kapılıp gittiği -yağmurlara engel- bir toz bulutunun John Fante’sini hatırlıyorum. Toz bulutlarına kapılıp giden daha nice şeyler de vardı diyorum. Toz ve kent. Toz bulutlarının sarıp sarmaladığı kentler. Calvino’nun beni uyarmak istediği o başka şeyi düşünüyorum: “Geleceğin tüm Bereniceleri* şu anda zaten varlar: İç içe, sıkışık ve kalabalık, kördüğüm olmuşlar” ve üzerleri tozla kaplı.
Aslı Çavuşoğlu, Kasten Gömülmüştür, 2024, Seramik, el dokuma hasır, halat
II. Ve Bienal (Kaçıncı olduğunun bir önemi yok)
Tamam, izninizle söyleyeyim.
Sizlere, şu iki yılda bir olan “şeyden”, “o şeyden” bahsedeceğim. Yani bienal denilen “o şeyden”. Ama, şunu öncelikle belirtmem gerekirse; bu doğrudan, bir bienal hakkında konuşmak olmayacak. Hele de onu eleştirmek asla olmayacak. Zaten burada, bu bakışta, eleştiri; zamanı geçmiş bir iddiadır. Faydasızdır. Faydasız olduğu kadar da anlamsızdır. Artık sahip olduğumuz, iki yılda bir tecrübe ettiğimiz “o şey”i ima ederek – ki elimizde ima etmekten başka bir çare yok- başka şeylerden söz etmeye çalışacağım.
İzninizle söyleyeyim.
Öncelikle, bienal denilen “o şey”, söz konusu ettiği şeyler hakkında hiç bir şey söylemez. O sadece belli bir düzeyde ve anlam çerçevesinde bilgi verir, verebilir. Ve, bu bir şey söylemek değildir. Asla. Thomas Bernhard, “konuşulan her şey her zaman ölüm hakkındadır” demişti bir yerde. Düşünüyorum. Bu iki yılda bir olan şey hakkında konuşmak, beni ne dereceye kadar ölüm hakkında konuşmaya yaklaştırabilir. Düşünüyorum. Tekrar ediyorum: Burada, bu metnin içinde, bir bienal eleştirisi yapmak için bulunmuyorum. Bana göre kepazelik olurdu bu. Ve hüzün verici aynı zamanda. Genel kasvetli havamın gölgesinin bu yazı üzerine tarafımdan düşürülmüş olmasına rağmen ve bu şeye hiç saygı da duymadığım hâlde, bu iki yılda bir olan şeyi, göz kamaştırıcı buluyorum. İfadenin en temel anlamıyla gözlerim kamaşıyor. Ancak bu yazınsal konuşmada, gözlerin kamaşmasının görüşü bulanıklaştırmasına izin yok. Burada olmaz. Anlıyor musunuz?
Bakın. Dikkat edilirse görülecektir. İnsanlardan ve kazanımlardan konuşuluyor hep. Kentlerden ve onların kazanımlarından, belediyelerden ve onların yönetimsel kazanımlarından, devletlerden ve onların kazanımlarından konuşmayı seviyoruz. Kazanımlardan konuşmak hoşumuza gidiyor. İki yılda bir olan “şey”den bahsetmek hoşumuza gidiyor. İki yılda bir olan şeylerin kazanımlarından söz etmek bizi büyülüyor. Ve artık bugünlerde kamusal kazanım denilen şey hak getire. Anlıyor musunuz? Toz her şeyin üzerini örtüyor. Ve sizlere güzel manzaraların nasıl harap edildiğinden söz etmeyeceğim. O zevksizlikten ölenlerce ve paragöz olmaktan başka hiçbir özellikleri olmayanlarca manzaranın nasıl canına kıyıldığından söz etmeyeceğim. O görkemli tepelere kurulu kentlerin etrafını biteviye saran çirkinlik ve korkunçluk abidesi binalardan söz etmeyeceğim. Her şeyin nasıl harap ve bitap düşürüldüğünden. Korkak zekâmızdan söz etmeliyim belki de. Anlaşılıyor mu? Aslında gayet memnunuz. Ve toz memnuniyetimizin de üstünü örtüyor.
"Şu iki yılda bir olan şey, şu arzu nesnesi, şu bienal denilen … alçak gönüllü dallar yaratmaya, bir takım tıkanmış geçitleri açmaya, birbirinden uzak tutulan gerçeklik katmanlarını birbiriyle temasa geçirmeye çalıştığını iddia ediyor. Belki de o da sadece ima edebiliyor."
Size şu iki yılda bir olan şeyden söz edecektim. Şu arzu nesnesinden. Şu gösteriden. Ancak gelin görün ki; “O” ancak ima edilebilir. Hatta belki de parmakla gösterilebilir demeliyim. Ya da tamam, adıyla çağırayım; Bienal diyorum. Ve onun hâlihazırdaki aracılığıyla sanat nesnelerinden söz etmeliyim. Ve aracılığıyla… sanattan, felsefeden, şiirsellikten, post-kolonyalizmden, egemenin bakışından, öteki olandan söz etmeliyim. Ve tüketimcilikten, hele de kültürden, rezaletten ve cahilce olan her şeyden. Tüm bunlardan söz edebilirim. Ama bu saçmadır. Ancak ima edilebilir bunlar ve bunların dolayımında ancak ölümden söz edilebilir. Ve size “Kentler ve Bienaller” başlığı altında, Neo-liberal ekonomi, kültürcülük, sanat-siyaset, sömürgecilik, yanılsamalı özgürlük, ben ve öteki, politik doğruculuk, siyasal islam, devlet, parlementer demokrasi ve bunun gibi daha nice konudan söz edebilirdim. Artık bir gösteri alanı olan siyasetten söz edebilirdim. Siyasetin artık olmayışından. Sanat gibi. Artık sanat da yok. Gösterinin parçaları olan, göstermekten başka yapabileceği bir şey olmayan sanattan. Kendi yokluğunu kutlayan ve kutsayan sanattan. Ve artık olmayan siyasetten. Ancak bunların sözünü etmeyeceğim. Bunun sizi mutlu edeceğini ya da etmeyeceğini bilmiyorum. Tüm bunları söz konusu ederek ancak ölümden söz edebilirim.
Bakınız; kocaman bir ağız hayal edin. Her şeyi yiyen. Bir ağız. Nefes bile almadan. Salt ağızdan ibaret bir canavar. Tozdan görünmüyor. Sadece iki yüzlülükler hakkında imada bulunuyorum. Kimsenin korkması gerekmiyor. Düşünüyorum. O tepeye kurulu, önünde ufuklar serili kenti düşünüyorum. Sıra gecelerini. Kendini dışardan gelenleri eğlendirmeye vakfetmiş kenti. Binbir türlü hikâye ile, dinsel-mitolojik, sosyolojik, politik bir de. Dışarıdan gelenler ovadan ufuklara-uzaklara-daha uzaklara bakıyor. Kentin o sakinleri, gelen gidene bakıyor. Ötekine bakış değildir bu. Bir bakış bile değildir. Nedir bilemedim şimdi. Burada birçok şeyin astarı yüzünü geçmiş. Masal anlatabilirim size. Bakın bundan çok hoşlanacağızdan eminim. İnsanlar masal dinlemeyi severler. Yalan da söyleyebilirim. Gülünçlükten ve düşüncesizlik denilen her ne varsa hepsinden söz edebilirim. Şu iki yılda bir olan “şey”ler, her şeyi ima edilebilir kılıyor. Ama günün birinde, çok da belirlenmesi mümkün olmayan bir “an”da, pat diye, kafa üstü ölüme düşüyoruz. Ancak söz edebildiğim şeyde ısrar ediyorum size. Yani ölümden bahsediyorum. O çok güncel eblehliğimiz, hayat ve sanat denilen şeyi uzun zamandır ölümlü kıldı. Bıktığınızı fark ediyorum.
Ayşe Erkmen, Mardin Ovası'ndaki yerleştirme çalışması, 2024
III. Daha uzaklardan bakmak
Toz her şeyin üstünü örtüyor. Görüşü bulanıklaştırıyor. Toza Sor. O grotesk bir uğursuzluktan söz ediyor. Toza Sor. Uyruk belgesi yok. Ne vatan sevgisinden haberi var ne de alçak tarafsızlıktan. İyimserlik ölümcüldür. Ve her şey bir yanlış anlamadır. İletişim dediğimiz şey bir yanlış anlamadır. Yazı ve konuşma bir yanlış anlamadır. Ve artık sanat bir yanlış anlamadır. Onun ima ettiği şeyleri tecrübe ediyoruz. Ve o iki yılda bir olan şey, ölümcül bir gösteriden başka bir şey değildir. Söz konusu ettiği her şey sadece bir yanlış anlamadır.
"O büyülü kentte, o grotesk ve uğursuz kentte, o iki yılda bir gerçekleşen gösteri için insanlar iki yıl boyunca hazırlanarak delicesine, fanatikçe gösteriye çıktılar. Sonsuza dek var olmaya, kendini görünür kılmaya, sergiletmeye, kendine inandırmaya, değer verdirmeye mahkum, sırrından yoksunlukla. Toz her şeyin üstünü örtüyor. Anlıyor musunuz? "
Ne söylemem bekleniyor burada? Guy Debord, haklılığınla övünebilirsin. Uzaklara bakma yeteneğin olağanüstüydü. Bakın ne diyordu: “…gösteri, somut yaşamın ters yüz edilişi olarak, canlı olmayanın özerk devinimidir”. Gösteri ölümdür. Ölümün devinimidir. Bakın ne diyordu: “Gösteri, kendini hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar. Gösteri, toplumun bir parçası olarak, özellikle, bütün bakış ve bilinçleri bir araya getiren sektördür. Bu sektör ayrı olduğundan, aldatılmış bakışın ve yanlış bilincin yeridir; ve gerçekleştirdiği birleşme genelleştirilmiş ayrılığın resmi dilinden başka bir şey değildir”. Bakın ne diyordu: “Gösteri, gerçek toplumun gerçekdışılığının can alıcı noktasıdır ve bütün özel biçimleriyle gösteri, toplumsal olarak hakim olan yaşamın mevcut modelini oluşturmaktadır”. Bakın ne diyordu: “Gösteri, kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez”. Bakın ne diyordu: “ Gösteri, (…) ileri bir iktisadi söktör olarak güncel toplumun esas üretimidir”. Ve şunu da dedi: “ Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür”. O şey, O iki yılda bir olan şey, O arzu nesnesi, şimdi ifade edelim; gösteriden başka nedir? Canlı olmayanın, yaşamsal kılınmayanın özerk devinimi olarak bienal denilen şey nedir? O erişilmez devasa olumluluk olarak sunulan şey.
Bunları bir ima olarak kabul edelim. Bir şeyler söylemiş olduğum su götürür. Alçakça ayaklar altına alınmış, gösteriye kurban edilmiş grotesk büyüselliği olan o tozlu kenti düşünüyorum. Alçakça gösterilere kurban edilmiş diyorum. Toz her şeyin üstünü örtüyor. Anlıyor musunuz?
Mevcut verili kimliklerden sıyrılıp, uzaklara bakarak başka türlü oluşların olabilir kılınması mümkün değildir. Anlıyor musunuz? Gösteri, kimliklerin ve öteki-liğin dahi yeniden üretildiği bir çark. Her şeyi bir üretim nesnesine dönüştüren bir çark. Bu çark farklılıklar üretiyor. Bunu yaparken de içeriyi ve dışarıyı denetliyor. Afedersiniz ölümden söz edecektim. Tüm bu şeyleri ima ederken, aslında ölümden söz edecektim. Ve aslında hâlâ ölümden söz ediyorum. Yanlış anlıyoruz. Şu iki yılda bir olan şey, şu arzu nesnesi, şu bienal denilen…alçak gönüllü dallar yaratmaya, bir takım tıkanmış geçitleri açmaya, birbirinden uzak tutulan gerçeklik katmanlarını birbiriyle temasa geçirmeye çalıştığını iddia ediyor. Belki de o da sadece ima edebiliyor. Verili kimliklerimizden sıyrılıp, uzağa bakmaya davet ediliyoruz. Başka türlü oluş olasılıklarıyla birbirimizi yeniden anlayabileceğimiz, temas kurabileceğimiz vs. vs. Bu mümkün değildir. İddialar ve imalar bir varsayımdan öte bir şey değildir. Gerçeklik gösterinin kendisidir. Gerçeklik gösteriye katılmak için gösterilen o ölümcül çabadır. Anlıyor musunuz? Gerçeklik sürekli kendi ötenize geçip başka bir şeye dönüşememeye yazgılı olmanızdır. Anlıyor musunuz?
Elektronik müziğin öncüsü Karlheinz Stockhausen’e 11 Eylül saldırılarıyla ilgili fikri sorulduğunda “kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri” olduğunu belirtmişti. Ve devamında “müzikte hâyal bile edemeyeceğimiz bir şeyi, tek perdede gerçekleştirdiklerini, insanların, bütünüyle fanatik bir biçimde, delicesine, on yıl prova yaptıktan sonra, konsere çıkıp öldüklerini” söylemişti. Stockhausen’i ilgilendiren imajlar değildi, bir bütün olarak eylemin kendisiydi. Bunu neden hatırlıyorum. Bir analoji kurmak adına olabilir, diyorum. O büyülü kentte, o grotesk ve uğursuz kentte, o iki yılda bir gerçekleşen gösteri için insanlar iki yıl boyunca hazırlanarak delicesine, fanatikçe gösteriye çıktılar. Sonsuza dek var olmaya, kendini görünür kılmaya, sergiletmeye, kendine inandırmaya, değer verdirmeye mahkum, sırrından yoksunlukla. Toz her şeyin üstünü örtüyor. Anlıyor musunuz? Ah! o seher tanrıçası, ah! o renkli ışımalar. Ah! Aurora.* Anlıyor musunuz?
Comments