Galerist'te 8 Şubat'ta açılan True Love Leaves No Traces başlıklı grup sergisini küratör Burcu Fikretoğlu ile konuştuk
Röportaj: Ecem Ümitli
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
Yokluk, varlık, imge ve dokunsallık kavramlarıyla ilişkilenen bir araştırmanın son adımı olarak 2019'da SIGNS ile başlayan sergi dizisinin son buluşması olan True Love Leaves No Traces, 8 Şubat - 26 Mart 2022 arasında Galerist'te sergilendi. Küratörlüğünü Burcu Fikretoğlu’nun yaptığı grup sergisi, adını Leonard Cohen'in "Gerçek aşk iz bırakmaz / Sen ve ben bir olabilirsek / Sarılmalarımızdan geriye hiçbir şey kalmaz..." diyerek devam eden aynı adlı şiirinden alıyor.
"Akıl karıştıran, içerisi ve dışarısı düşüncelerini birbirine geçiren, yabancılaştıran, hem sürekli olarak bilinmezi aralayan hem de aynı yollardan yeniden geçiren bir yolculuk diyebiliriz sergi için"
Konukseverliği örf, adet, mülkiyet ve hiyerarşiyle olan ilişkisinden değil, aksine yabancıların birlik olma uğrunda gelen tüm riskleri kabul etme ihtimali üzerinden inceleyen sergi hakkında Burcu Fikretoğlu ile konuştuk.
Alfredo Jaar, Milan, 1946: Lucio Fontana visits his studio on his return from Argentina
Sergi kurgusunda öne çıkan bir eleman olan perdeler ile birbirinden ayrılan odalar aynı zamanda sundukları deneyim ve anlattıkları hikaye ile de birbirlerinden ayrışıyorlar. Sergiyi bir tür yolculuk olarak düşünebilir miyiz?
Perdelerle birlikte izleyici, odalar arası; akışkan; birbiriyle kolayca ilişkilendirerek ilerletebildiği bir algının yoksunluğunu yaşıyor. Kendi içine kapanan her bölüm, izleyicinin süreçte aktif bir rol almasıyla birbirine dokunuyor. Akıl karıştıran, içerisi ve dışarısı düşüncelerini birbirine geçiren, yabancılaştıran, hem sürekli olarak bilinmezi aralayan hem de aynı yollardan yeniden geçiren bir yolculuk diyebiliriz sergi için.
Stefania Strouza’nın sergide yer alan Pro itu et reditu başlıklı eseri, Akdeniz ve Ege bölgelerine yayılan petrosomatoglif izlerine referans ile, yolculuğu çağdaş ve popüler takunya imgesi ile birleştiriyor. Sergi geneline yayılan yolculuk ve gidiş konseptlerinin öneminden bahsedebilir misin?
Sergi için önemli olan yabancıya, izinsiz gelene açık olma düşünceleri, bilinmeyene gitme edimini de beraberinde getiriyor. Jean-Luc Nancy Gitmek/Yola Çıkış metninde insanın doğduğu andan başlayarak ömür boyu bilinmeyene gittiğinden bahseder. Doğum anı, okula başlama, taşınma, zorunlu göçler… Serginin farklı duraklarında karşımıza çıkan gitme ve yolculuk fikri, Pro itu et reditu’nun yer aldığı oda ile ağırlaşmış, taşlaşmış, batmış bir özel alana işaret ediyor. Evin dört duvarı içinde sıkışmış olmak, son iki yıldan bağımsız da düşünülemeyecek bir durum tabii…
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
Sergiyi çalıştıkça, Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu başlıklı kitabı ile benzeştirmeye ve bahsettiği örgüyü keşfetmeye başladım. Campbell, peygamberlerden mitolojik kahramanlara ve günümüz kahraman imgesinin geneline uygulanabilir bir monolith akışından bahseder. Bu kapsamda her kahraman, evini terkederek maceraya/yolculuğa çıkar ve bu süreçte çeşitli sınavlardan geçer. Aştığı engellerden edindiği değişimler ve kazançlar ile farklı birisi olarak yolculuğunun başladığı memleketine geri döner. Bu daire, Strouza’nın eserinde işlediği yolculuk öncesi ve dönüşünü sembolize eden ize oldukça bağlı. Bu görüşü genişletebilir miyiz, sen ne düşünüyorsun?
Bu daire Antik Yunan’a dayandırabileceğimiz bir gelenek. 20 yıl ardından Odysseus’un eve dönüş hikayesi edebiyat tarihinin en önemli metinlerinden biri. Yunanca’da nostos olan bu dönüş yanına keder anlamına gelen algos sözcüğünü alarak nostalji olmuştur. Yani, tatmin edilememiş bir dönüş arzusu. Az önce sözünü ettiğim insana özgü bilinmeyene gitme hali Stefania’nın işlerinde bu gidişin muhtemel dönüşlerine de referans veriyor söylediğin gibi. Çıkış noktası bir referans haline geliyor ve dönüldüğünde değişmiş olan her şeyi görmek için bir zemin sunuyor belki de.
"Kendisine ait olduğuna inandığı, bedeninin bütünlüğünün bir parçası olan kalbinin ona yabancılaşması ve doktorların yaşamına devam etmek istiyorsa bir yabancının kalbine muhtaç olduğunu söylemeleri..."
Sergide bir fragmanını izleyebildiğimiz Claire Denis’nin filmi L’Intrus bu yolculuğu oldukça somut bir biçimde işliyor.Tanımadığı çocuğu ile tanışmak ve kalp nakli için karaborsa organ arayışıyla yola çıkan kahraman, bu yolculuktaki deneyimleriyle bir değişimi üstlenir. Jean-Luc Nancy’nin aynı isimli metni ve filmin bu serginin formasyonundaki önemini anlatabilir misin?
Jean-Luc Nancy’nin bu kısa ve yoğun otobiyografik metni, kendi kalp nakli deneyimi üzerine, süreci metaforik olarak ele aldığı bir yazı. Kendisine ait olduğuna inandığı, bedeninin bütünlüğünün bir parçası olan kalbinin ona yabancılaşması ve doktorların yaşamına devam etmek istiyorsa bir yabancının kalbine muhtaç olduğunu söylemeleri bu metnin çıkış noktası. Ameliyat ardından, Nancy’nin bedeni eklenen organı kabul etmiyor ve adaptasyon için bağışıklık sistemini baskılayıcı bir tedavi süreci başlıyor. Claire Denis, Trouble Everyday’in setindeyken bir gecede okumuş metni. Zaten süregelen bir diyalogları olduğu biliniyor. Fakat bu Nancy ile ilgili olduğu için metnin filme yansıması ikili arasında oldukça çekişmeli ve ilham verici bir süreç olmuş. Hem metin, hem de film farklı sebeplerle sergi için önemliler, bu nedenle L’Intrus’a dair bir izin de sergide yer almasını istedim.
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
İtalya çökmüş, teslim olmuş haldeyken, bu boşluktan çıkmanın tek yolunun yine kültür ve sanatla mümkün olduğunu söylüyor.
Hale Tenger’in sergi için ürettiği Happens to the Heart, tam olarak tanımlayamadığımız birçok duyguyu çağrıştırıyor; sanki bu yolculuk sürecinde deneyimleyeceğimiz tüm hisler gibi. Serginin öne çıkan eserlerinden biri olan bu enstalasyonun üretim sürecinde sanatçı ile olan diyaloğunuzdan bahsedebilir misin?
Hale Tenger ile tanışmayı daha önce istemiştim ama bir araya gelememiştik bir türlü. Sergi için çalışırken onu ziyaret etmek istedim. O günlerde serginin iki önemli çıkış noktası olan Anri Sala’nın If and Only If başlıklı işi ve L’Intrus üzerine çok yoğunlaşmıştım. Bu iki durak diyaloğumuzun da belkemiği oldu. Happens to the Heart serginin ve mekanın kalbine dönüştü. Hale’nin bu süreci ele alış biçimi, metnin o kompakt, yoğun ama bir o kadar kırılgan yapısından hareketle bu işi yaratma süreci büyüleyiciydi.
Son olarak aynı kapsamda serginin girişinde yar alan Alfredo Jaar’ın Milan, 1946: Lucio Fontana visits his studio on his return from Argentina başlıklı eserinden bahsedebiliriz. Burada Fontana’nın savaş sürecinde terk ettiği stüdyosunun yıkıntılarına savaş sonrası dönüşünü görüyoruz. Jaar’ın dönem İtalyan sanatçılarına İtalya’nın kültürel gelişimi için verdiği önemi göz önüne alarak, kahraman olarak sanatçı düşüncesiyle bir okuma yapmamız mümkün olur mu?
Jaar, serginin girişinde izleyiciyi karşılayan bu fotoğrafta, yıkıntı ve kalıntıların içinde merkezde dimdik durmaya devam eden sanatçıya dikkat çekiyor. İtalya çökmüş, teslim olmuş haldeyken, bu boşluktan çıkmanın tek yolunun yine kültür ve sanatla mümkün olduğunu söylüyor. Bu fotoğrafın çekildiği yıl ve sonrasında İtalya’da sinema, edebiyat ve sanatta muazzam bir diriliş söz konusuydu. Yeniden kurulabilecek bir dünya varsa, bunun mümkün olan tek yolu da bu aslında.
True Love Leaves No Traces, Galerist'te 2 Nisan'a kadar görülebilir.
Comments