top of page
Eda Yiğit

Binbir kuir gece masalları

Son beş senedir fotoğraf aracılığıyla hikâye anlatıcılığı üzerine çalışan Barınak/Kafes, Mülksüzler, Benim Kayıp Anavatanım Pontus ve İskandil serileri odağında 23 yaşındaki Cansu Yıldıran ile bir araya geldik. Yıldıran’ın İskandil hikâyesi 4 Aralık-3 Ocak tarihleri arasında bir TAPA (Transformative Art Project for Activists) projesi olarak SAHA’nın desteğiyle Barın Han’da sergilenecek


Röportaj: Eda Yiğit





Fotoğraf ve video üreten, kendini fotoğrafçı olarak tanımlamak istemeyen “masal dünyasının içinde yaşayan bir hikâye anlatıcısı” olmak isteyen -ama sadece masal kelimesini kısıtlayıcı bulan- çağdaş belgesel fotoğraflar ürettiğini düşünürken belgesel ceketini giymek istemediğini fark eden ve aslında zamanla her şeyin değişmesi gibi kendinin de değişeceğinden şimdiden emin olan, kalıplara sığmayan, genç bir isim Cansu Yıldıran. Son 2-3 yıldır fotoğraf kitaplarına ilgi duyuyor. Kâğıt ve materyalle oynama hevesiyle Pontus ve İskandil’i fotoğraf kitabı formatında göstermeyi istemiş; Pontus’un hikâyesi, ailesinin köklerini kazdığı ve köklerine ulaşmaya çalıştığı masalsı bir dil… “Şimdilerde daha çok masalsı bir dille hikayeler anlatmak istiyorum,” diyen Yıldıran ile üretimi üzerine konuştuk.





“Çağdaş belgesel fotoğraflar” ürettiğini düşünürken “belgesel” ceketini giymek istemediğinden bahsettin. Ceket soyutlamasını daha önce de sıkıştırıldığın ve özgürce hareket edemediğin zamanlar için kullanmıştın. Bize bu ceket metaforuyla ne kastettiğini biraz tarif edebilir misin?

Okulda öğrendiklerim ya da bir geleneksel fotoğrafçı rol modeli olmak gerektiğini telkin eden, bilgiyi yücelten, tekniği her şeyden öne koyan bir davranış var. Bu üzerimize giydirilmeye çalışılan bir ceket. Yukarıda ürettiğim hikâyeler bu ceketten kurtulma arayışımın ürünleri. O ceketten kaçarak çocukken giydiğim kıyafetlere kaçıyorum. Herkesin sorunlarından ya da sorumluluklarından kaçma şekli birbirinden farklı olabilir. Ben de belgesel fotoğrafçılık ile büyük hikâyeler anlatmakla sorumlu ve yükümlü kılındığımız alandan kaçmayı, öznel hikayelerin anlatıldığı masalsı bir dili mümkün kılarak gerçekleştiriyorum.


Beş senedir buradayım. Fotoğraf okuyorum. Okulu şimdilik bıraktım ama özellikle ilk kazandığım sene Cerattepe Direnişi, ardından patlamalar, her değişime dönüşüme tanık olmak istiyordum. Gündelik bir haber fotoğrafı gibi değil. Seneler sonra baktığımda bana o anın hissini hatırlatacak görseller biriktirmeye çalışıyordum. Fotoğraflar belgeleme niteliği taşıyordu. Klasik bir belgeleme olarak üretmiyordum. Gazetede yer bulacak bir manşet fotoğrafı gibi değil. Küçücük detayların olduğu fotoğraflar olabiliyordu. Mesela Hrant Dink anmasında alana doğru giderken yerde ölü bir kuş gördüm. Kafası yoktu. Bilmiyorum birisi mi yaptı yoksa o öyle miydi? Şans mıydı, talihsizlik miydi? Anma lolipopunu yerdeki kuş ile öylece çekmek bana, her zaman o anmadaki birlikteliği hatırlatacak.


Karadenizli olduğum için Cerattepe’ye 2016’da memleket duygusuyla gittim. Büyük bir direnişti. Belki Karadeniz’de gerçekleşen son direnişti. Belgelemekten öte orada olmak istedim. Orada çektiğim fotoğraf, en sevdiğim fotoğraflarımdan biridir. Bana ezilenleri hatırlatıyor. O kalabalıkta sadece erkeklerin olması, çok az sayıda kadın olması da beni etkiliyor. Bütün erkeklerin yüzlerinin birbirine karışması…


Bu fotoğraflarımı seviyorum. Bir taraftan anlatma zorunluluğu var. Diğer taraftan ‘istediğim şey gerçekten bu mu?’ diye düşündüm. Binlerce kez aşınmış yollardan, herkesin geçtiği o yollardan geçerek derdimi anlatmak istemedim. Kendi yoluma doğru gitmek istedim. Sanırım sanat serüvenim burada başlıyor.

TAPA’da (Aktivistler için Dönüştürücü Sanat Projesi) sanatçı rezidansına katılmak pandemi sürecinde kararsızlıklarla doluyken büyük bir şans oldu. ‘Sorumlu olduğum şeyi değil, istediğim şeyi yapacağım’ dedim. O yüzden uzun süredir kurtulmak, üzerimden çıkarmak istediğim o ceketi çıkardım, şehirdeki evime astım ve oraya öyle çıplak gittim. Başka zaman olur, durum gerektirir belki yine giyerim ama ceket benim bir parçam olsun, tenime yapışsın istemiyorum. Bu bana ait bir gerçeklik değil. Ben sinematografik görüntülerden etkileniyorum. Örneğin sinemadan, kurmacadan çok haz alıyorum ama belgesel izlemeyi ya da üretmeyi çok da sevmiyorum. Sanki kurmaca sinemayla belgeselden daha katmanlı bir mesele anlatabilirmişiz gibi geliyor. Derdim dert anlatmamak değil, dilimi değiştirmek. Bu derdi anlatacağım. Bu benim derdim ama nasıl anlatacağım? Direkt bir anlatı istemiyorum. Sanat ve belgesel fotoğraf için de böyle düşünüyorum işte.





Çağdaş belgeselden güncel sanat alanına kayışın, belgesel fotoğrafın politik dilini sanat alanında araç edinmen kendi öznelliğinle kurduğun ilişkinin de dönüşmesi anlamına geliyor mu? Fotoğrafla ilişkin bu bağlamda nasıl değişti? Senin fotoğrafının niteliklerinden söz edebilir misin?

Fotoğrafımın, sadece gazetede çıkan bir fotoğraf ya da salt belge niteliği taşıyan bir fotoğraf olmasını istemiyorum. Hızla tüketilen, bir daha baktığında aynı hissi belki hiç yaşamadığın, pas geçtiğin, alıştığın bir şey olmamalı. Bana ya da bir başkasına o anın duygusunu taşıyan ve benim anlatmak istediğim hissi farklı yöntemlerle aktarabilen bir fotoğraf olmalı. Farklı duyguların içinden süzülmesine imkân tanıyan bir fotoğraf diyebilirim. TAPA’da fotoğraflarım hakkında varlık ve yokluk arasında bir belirsizlik halinin olduğunu ve bende daha önce çektiklerimde görmedikleri bir şey olduğunu söylediler. Kaybetmediğimiz ama unuttuğumuz bir yer var içimizde. Bu yerin üstüne ve altına bilgiler yığılıyor. Hikâyelerimin, unutulmaya yüz tutmuş duygularımızı yansıtabilmesini, insanların duygularına dokunabilmesini arzu ediyorum. Bilgi vermekten çok duygu aktarımını gerçekleştirmek… Duygunun içinde de bilgi var zaten. Ama salt duygu değil salt bilgi de değil ve açıkçası benim için duygular öncelikli. Karşındakinin duygularını dürtüklemek… Benim aldığım bu bilgiyi onda duyguya nasıl çevirebilirim?


Okul hayatını bırakmaya nasıl karar verdin?

Aşkla fotoğraf çekiyordum. Hayatımın o dönemi içimde yaşadığım dönüşüm, ülkenin sürekli bir kaos içinde olması, şimdi olmayan o tüm protestolar benim büyüme zamanım ile örtüştü. Okulda derslere katılmak yerine sahada olmayı istedim. İnsanlarla harmanlanmak istedim. Oraya yakın hissettim. Sokakta kadın protestosu varken derste olmak istemedim. Cerattepe’ye, orada ve içinde olmayı, fotoğrafımla tanık olmayı tercih ettim. Bu bana daha iyi geldi. Okulun birinci yılıydı ve derslerden bu sebeple kaldım. Çünkü, 3-4 gün okula gitmeyince kalıyorsun. Eğer orada olmayacaksam ne için okuyorum diye düşündüm. Büyük bir direniş ki benim için güçlendiriciydi. Örneğin kadın protestolarından Emine Bulut (2019) eyleminde kadınlar ağlıyordu. Fotoğraf çekerken ben de ağlıyorum. O duyguyu onlarla yaşıyorsun. O dertten sen de mustaripsin çünkü. Fotoğraf makinesi araya girdiğinde, mekanik bir etki yarattığı ve insanlarla fotoğrafçı arasında bir mesafeye yol açtığı söylenir. Bazen ise öyle olmaz. Burnunu sızlatan o anda, o atmosferde olmayı seviyorum. Üstelik ben hep örgütlü olmayı hayal ettim. Sanatta da hep örgütlü olmayı istiyorum ama tutunabileceğim bir yer var mı? Nereden nasıl başlamalı? Bireysel olmayı istemiyorum kolektif olmayı ortak hareket edebilmeyi ortak işler üretmeyi sadece iş değil söz söyleyebilmeyi istiyorum.



Beşiktaş patlaması protestosu 2016



Kuir üzerine çalıştığını biliyorum. Kuir sanatçı olarak kendini tanımlarken bu tanımı temkinli kullandığını da biliyorum. Dert edindiğin kavramları ve onları düşünme biçimlerini biraz paylaşabilir misin?

Evet kuir odağında bazı hayatların sürekli ötekileştirilmesiyle ilgilendim. Kuir mücadele benim için Karadeniz’de yaşanan direnişten bağımsız değildi. Sadece kuirlik ile ilgilenmiyorum. Tarih ve kimlik üzerine çalışmayı seviyorum. Örneğin Pontus. Geçen sene bu zamanlar, Rumi takvimin ilk ayı olan, Rumların yeni yılı Kalandar Festivali, hala sürdürülen bir festival. Kültürel açıdan geçmiş ama Türk geleneği varsayılarak sürdürülüyor. Sadece cinsiyet üzerine çalışmıyorum. Bazen insanların kafasını çevirip bakmayacağı hikayelere çok güçlü hikayeler olduklarını düşünerek bakıyorum. Anlatılmaya, görmeye değer olabilir ama temel olarak cinsiyet ayrımı, sınıfsal ayrım ve kültürel ayrımlar üzerine çalıştığımı söyleyebilirim. Temel olarak ucundan bile olsa bana dokunan, kendimle ilgili olan konular üzerine çalışıyorum. Başka coğrafyalarda çalışmadım çünkü orada yaşamadım, havasını solumadım. O coğrafyada anlatmak istediğim ‘dert mi, güzellik mi’ bunu keşfetmedim. Dışarıdan yorum yapmak sahte geliyor. Kuir dünyasının fotoğraflarını orada olduğum ve yaşadığım için çekebildim. Benim gerçekliğimdi. Onu çekmek için oraya gitmek değildi. Parçalarımı keşfettikçe merak ettiğim kökü, asimile edilmiş kimliğimi de araştırdım. Kimliğimi merak ediyorum ve onun konuşulamayan bir şey olmasını kendime yediremiyorum.


Sanatçılar dönem dönem belli konular üzerine daha çok yoğunlaşıyor. Özellikle toplumsal anlamda yakıcılığı artan konulara rağbet olduğunu gözlemliyoruz. Bu dönemde de kuir kavramının ilgi gösterilen konulardan birine dönüştüğü görülüyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Bu yüzden kuir kavramı üzerine konuşmaktan uzaklaşmaya çalışıyorum. Özellikle Avrupa merkezli oryantalist bir bakışla kuşatılmış bir dilden hoşlanmıyorum. Bu durum Barınak/Kafes hikayesinde var. Bunun sahiciliğini ve hakikatini sorguladım. Bazen güçlü göstermek ve güçlü olmak gerekiyor. Neden hepimiz Avrupa’ya çalışıyormuş gibi hep bir acıyı anlatmaya hazırız? O hikayede, oryantalist bakışa istemeden de olsa yaklaştığımı düşündüm. Bir yandan bu benim acımdı ve anlatabilirdim ama neden bu acı, onların bu kadar hoşlarına gitti ki! Fotoğraflar Avrupa’da gösteriliyor ve belki burada yer bulamadığımız için buna mecbur bırakılıyoruz. Burada yer bulmak oradan çok daha zor. Statüler ve sınıflar devreye giriyor. Yalnızmışım gibi geliyor.


Barınak/Kafes hikayenden kısaca bahsedebilir misin? Huzurun alanı olarak gördüğümüz yuva ya da barınağın sınırlarında neler yaşanıyor? Sen bu tartışmayı fotoğraf ile nasıl çözümlüyorsun?

Barınak/Kafes hikayesinden kısaca bahsetmem gerekirse, kendimize güvenli alanlar kurup bir süre sonra bunları kafesimiz haline dönüştürüyoruz. Örneğin bir kurtarılmış bölge olarak Mis Sokak. Eğer Mis sokağın bir alt ya da üst sokağında şiddet görüyorsam, korkuyorsam ya da korktuğum için kendimi değiştirmek zorunda kalıyorsam demek ki orası benim sadece kurtarılmış bölgem değil, aynı zamanda kafesim. Devlet "tamam siz bu oyun alanında oynayın ama bu alandan çıkarsanız topunuzu patlatırım" diyor. Ondan uzak olman için sana bir yer veriyor ve onun dışına da seni almıyor. Senin var olmanı istemiyor. Kadıköy’ün sanatçı fanusuna dönüşmesi de bir örnek olarak verilebilir. Evet tabii güvenli alana da ihtiyacımız var biliyorum. Muhafazakâr kesim ile aramızdaki geçirgenlik zaman içinde azaldı. Kutuplaşma büyüdü. Başka birinin alanına girmek, farklı insanlarla karşılaşmak imkansızlaştı. Benim için fotoğrafın işlevi soru işaretleri yaratmaktır. Bu da öyle bir konu. Mülksüzleşme serisinde aktarmak istediğim bir şey vardı. Kadınların yaylada mülk sahibi olma hakkı neden yok? Yayla heyeti yaşlı erkeklerden oluşan bir heyet, İnönü zamanında yaylanın tapusunu devletten satın alıyorlar ve bir kural koyuyorlar. Kadınlar ev yapamaz. Kadınların kendine ait alanı yok. Ev sadece içinde yaşadığımız bir yer değil ki! Mülkiyetçi değilim ama bunun bir tercih olmasını isterdim. Cinsiyet temelli olan bu mülksüzleşmeye ailem üzerinden baktım. Oradan Pontus halkına yapılan mülksüzleştirmeyi anlatmaya koyuldum. Mülksüzler hikayemde kendi annemin ve benim hikayemin ardından kadınlar üzerinden mülksüzlüğü anlatmak için bir kazı çalışması yaptım. Kazdıkça fark ettim. Mülksüzlük çok daha genel bir durum. Karadeniz’de bir halk üzerinden mülksüzleştirme politikası yürütülmüş. Pontus, biraz da böyle doğdu.

Kuir tartışmasını yenilginin ve mağduriyetin alanına hapsetmek, dramatikleştirmek ya da yeraltına sıkıştırmak yerine gündelik hayatın sıradan bir parçası, yaşamın her halini taşıyan bir alan olarak düşünmek nasıl mümkün olur?

Kuir sadece bir cinsiyet ve beden meselesi değil… Mevcut durum ya da gelecek kötü olsa bile kuir bireylerin hayatını tanımlayan şey sadece o zorlukları yaşamaları değil. Mutlu ve mücadeleci anlar var. Bunu kurgusal olmadan fotoğraflamayı tercih ederdim. Güç göstermeyi seviyorum ama mağduriyete sıkıştırmaktan ve LGBTİ+ bireylerinin bu mağduriyete alışmasına sebep olmaktan vazgeçmek gerektiğine inanıyorum. Güç sadece gülünce de olmaz. Kırılganlık içinde ağlarken de güçlü olabilirsin. Kırılganlığını, yaranı gösterebilmek de güçtür bana göre. Gerçi güç dayatması da korkunç bir şey. Güçlü olmak zorunda da değiliz. Bir şey olmak zorunda değiliz. İşte hep anlamlar yükleniyor, o ceket ağırlaşıyor.


Nasıl bir ağlamaktan söz ediyordun? Aciz, öfkeyle ya da mutlulukla ağlamak mı? Kuir bedenlerin temsil edilme biçimlerini sorunsallaştırdığını görüyorum. Sana, duyguların birbirine karıştığı yeri göstermek daha doğru bir "temsil" biçimi olarak mı görünüyor? Sadece farklı ve renkli olana odaklanıp mücadele gücünün nerede, nasıl inşa edildiğine bakmamanın ötekileştirmeyi başka türlü yeniden gerçekleştirmek anlamına mı geldiğini düşünür müsün?

Eğer portre çekiyorsan ya da başkalarının hikâyelerinden söz ediyorsan, ne çekersen çek bir noktada karşındaki insanı az-çok sömürüyorsun. Her noktada çaldığın bir şey var gibi geliyor bana. Ama bir masal kurarsak öyle olmaz belki de. O insanla çiçek eker gibi beraber bir şey kurarsam olur. Onun çiçeğinden biraz koparıp, götürüp kendi evime ekmemek, o çiçeği beraber ekmek ve sulamak… Kurgu belgesel gerçeklikten daha az sömürüyormuş gibi geliyor. Bu fikirle 5-6 yıl çarpıştım; insan öğreniyor. Samimiyetsiz (başkalarının acılarından çalan) ceketi üzerime giymek yerine sanat üretmek (kendimden söz ederek üretmek) istedim. İçimden, derimden geçerek bir şeyleri nasıl gösteririm?


Fotoğrafta yer alan özneyle senin öznelliğinin bir araya gelip birlikte üretime dönüştüğünü konuşmuştuk. Senin için “birlikte yapılan bir fotoğraf” ne demek? Karşıdakinin kendi öznelliğini inşa etmesi için özgür bir alan açmaktan ve fotoğrafın karar süreçlerini ortaklaştırmaktan konuşalım mı?

Nasıl fotoğraf çektiğimi soruyorlar. Sessiz kalarak, susarak, önce karşımdakinin kendini oluşturmasına izin vererek, domine etmeden hareket ediyorum. Bununla beraber sessizi anlatıyorum. Yazıda olduğu gibi fotoğrafta da sessizin payı var (1). Benim kendilerini dışarı çıkarmama izin verdiğimi söyleyenler oldu. Kendimi görünmez kılmıyorum. Fotoğrafını çektiğim kişinin nasıl bir poz vereceği, kendini nasıl ifade edebileceğini izliyorum, o anı kaydediyorum.





İskandil işini biraz anlatır mısın? En yeni üretimin olduğu ve şu anda etkisi altında olduğunu hissettiğim için merak ediyorum. Bir hikâye anlatıcısı olarak masalsı bir alemi yaratmak için kurduğun sahneyi seninle paylaşanlar ile kolektif bir öznelliği ördüğünüzü anlıyorum. Bu öznelerin kimlikleri bu masalın içinde erimiyor mu, varoluşlarına zeval gelmiyor mu?

Kocaeli’de bu yıl ilk kez gerçekleşen TAPA’ya başvurdum ve kazandım. Orada mekânsız bedenler, yaratıksı, var olmayan karakterlerden oluşan görseller üretmeye çalıştım. Anlama oturmayan garip bir mutantlık yaratma fikrim vardı. Madem ötekiyiz al sana öteki! Var olmayan bedenler... Kolektif olarak fotoğrafların nasıl olması gerektiği konusunda fikir üretimini fark etmeden geliştirdik. Kimlik konusuna gelecek olursak 45 gün içinde İskandil ortaya çıktı. Kimliksizleştirme değil de gizlenen, saklanmak zorunda kalınan ya da bastırılan, çocukluktan unutulan ve altta kalanları açığa çıkarmaya çalışıyorum. İskandil’in İngilizce adı Fathom. İskandil, gemicilerin denizin derinliğini ölçmek için içine attıkları bir derinlik ölçer. İnsanların derinliğine bir olta atıyorsun ama o derinliğe kadar inip, vurgun yiyip çıkmıyorsun. Herkesin kendi suyu çok derin. Giremezsin. Kim kimin içini öyle görebilmiş ki? Konuşarak, dinleyerek, kaydederek yapıyorsun. Farklı mekânlarda, iki ya da üç kişi bir yolda yürüyorsun. Örneğin, göle gidiyoruz. Yoldaki konuşmalarda kalabalıktan sıyrılarak başka bir deneyim paylaşımı gerçekleşiyor. İskandil bunu çağrıştırıyor. Karşıdakinin derinliğini bir nebze anlattığı ya da gözlemlediğin kadar bilebilmek. O derinliği içinde hissediyorsun ama teninde soğuk deniz sularını görerek değil bir tık daha uzak bir şekilde yaşıyorsun. Belki kendi derinliğini o kişiye bakınca görebiliyorsun. Bizim lubunyalık ilk görünen yüzey. Onu geçmek, yüzeyde değil daha derinlere inmek gerekiyor ve tek varoluşumuz lubunyalık değil.


Ben bir masal oluşturmak istediğimi biliyordum. Bu masalın karakterleri ve nasıl bir masal olacağını bilemiyordum. Bunun oradaki masalın karakterleriyle ve benim karakterimle çarpışarak oluşacağını zaten biliyordum. O çarpışmadan çıkan tozlar bu fotoğraflar. Ben tanımadığım insanların fotoğraflarını çekmeyi sevmiyorum. Benim makinemden haberi olmayan insanların anlarını çalmaktansa, bilerek birlikte oluşturulan, orada olduğumu farkında olarak çalışmayı tercih ediyorum. TAPA’da ilk 15 gün fotoğraf çekmedim. Hem çekemezdim (istediğim yakınlığı göremez ve gösteremezdim) hem de çekmek istemedim. Önce insanları tanımak istedim. Beşer beşer oturduğumuz masalar vardı. Birbirimize travmalarımızı, hikayelerimizi anlattık. Farklı yerlerde biriken acılarımızı açtık. Birhan Keskin'in (Eski Avluda şiirinden bir parça) bir sözü var: "İçimi açtım sana içini açmak için" diyor. Bunun gibi. Böyle böyle o özel anlardan sonra o fotoğrafları oluşturduk. O insanın nasıl bir insan olduğunu kavramak, az buçuk travmalarını dinlemek, gerçekten var olduğunu hissettiği anları konuşmak… Karakterlerin içsel yolculuklarını göstermek için onları tanımam gerekliydi. Örneğin buz gibi bir mağarada bir cadıyı çektim. O cadı rolüne girmedi o zaten içinde bir yerde yaşayan cadıydı. O içimize gizlenmiş cadılık rolünü dışarı çıkardık.





Farkındaysan fotoğraftan çok onu nasıl icra ettiğinizi konuştuk. Bu benim için epey ilgi çekici. Fotoğraf ve performans ilişkisi bir yana fotoğrafı icra edilen bir şey olarak düşünmek…

Fotoğraf çekimini gerçekleştirmeden önce bazı şeyleri düşünüyorum. Hangi mekâna gideceğiz? Mağaraya gideceğiz. Kırmızı sis kullanacağım. Pembe ışık tutacağım. Falan filan gibi. O an geldiğinde o anın içinde elbette değişikliğe uğruyor. Fotoğrafta görünen, bir role giriyorsa ben de bir role giriyorum. Teatral, doğaçlama bir hava oluşuyor. Mekâna girdiğinde teknik konular unutuluyor. Doğal olmamaktan çekindiğimden en fazla üç kişi oluyoruz. İlk fotoğraflar genelde anlatamıyor. Alışma süreci geçince, birbirine açıldıktan sonra akıyor. Rahat hissettiğimizde birbirimize güvendiğimizde duygularımızı ortaya çıkarıyoruz. Ve bu fotoğrafa yansıyor. Fotoğraftaki imgelerse kime ne çağrıştırıyorsa öyle akıp gidiyor.



Sahnelerin yerleşeceği mekânlara nasıl karar verdin?

O insanlar hangi mekanlarda var olmalı? Bu seçimde insanların karakterleri, yaraları, mutlulukları, kimlikleri, her birinin etkisi var. Örneğin Lilith, Musevilik ve Hristiyanlık apokrif inançlarında Âdem'in ilk eşidir ve Adem’e ilk karşı çıkan kadın diye söylenir. Lilith, bir drag queen personası. Cennetten kovulmuş (bazı kaynaklara göre cehenneme değil Kızıldeniz’e gönderilmiş) ya da cennetten çıkıp gitmiş. Ötekinin de ötekisi bir karakter. Toplumsal anlamıyla kadınlık normunu da kıran bir kadın. Protestolarda gördüğümüz fişek ile


kurguladım. Aslında o insanın nasıl Lilith oluşuyla ilgili. Lilith’e kadınlık normlarının dayatılması ile ilgili. Elindeki meşale direkt bir imge değil; bizim için ortak olan imgeler seçmeye çalıştım. Karakterleri tanıdıkça masalın sahneleri kuruldu. Sadece cümlelerini benim kurduğum bir masal değil, beraber cümlelerini yazdığımız bir masal. Bir tür bilinçaltı bilmecesi gibi. Toplumsal normlara nanik yaptığımız bir masal.


Bu karşılıklı roller performans olarak nasıl gerçekleşiyor? Bu rollere soyunmak nasıl ilişkiler kurmayı sağlıyor?

Karşılıklı olarak içimizden çıkan o duygular yerinde duruyor. Yeniden yapılan bir konuşmayla yeniden hortluyor. Çıplaklıktan hoşlanmadığını söyleyen bir karakterim bana açıldı. Benim için değerliydi, güvendi ve umduğumdan fazlasını gösterdi. Sadece fiziksel olarak değil duygusal olarak da mahremdi ve benim için rolüne girdi. Atmosfer, ışık, samimiyet hepsi birbirini tetikliyor. Kendi duygularının dökülmesine izin verdi. O duygu orada, benim fotoğraf çekerken taşıdığım his de hâlâ bende duruyor.

Cansu, içten sohbetin için çok teşekkür ederim. Seninle konuşmak büyük bir zevkti. Seni ilgiyle takibe devam edeceğim.



(1) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı kitabında sorar: “Sessizin – henüz konuşmayanın, konuşma imkânı olmayanın, artık konuşamayacak olanın– el konulmuş payını geri alabilir mi yazı? İkincisi: Yazarlar konuşamayanlar adına da konuştuklarına inanmak ister. Ama yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan var olabilir mi yazı?”. Yazının yerine fotoğrafı koyabilirsiniz.

Kommentare


bottom of page