top of page
Emel Altay

Bir diyalektik arayış: Heymimres


Sanatçı, yazar ve akademisyen Mehmet Yılmaz ile Piramid Sanat’ta açtığı Heymimres başlıklı sergisi vesilesiyle bir araya geldik. Sanatçı serginin alt başlığı da olan ‘sanatın neliği ve kimlik diyalektiği’ üzerine, sanata ve insana dair varoluşsal sorular yöneltiyor. Yılmaz’ın aynı adla bir kitapla kavramsal çerçeveyi desteklediği Heymimres, 29 Nisan’a dek görülebilir

Mehmet Yılmaz

Sanatçının kendi icadı olan Heymimres kavramı üzerine üretimleri, çoğunlukla camdan bakanların sıkışmışlık, kıstırılmışlık duygularıyla cama yaslanan bedenlerinde oluşan deformasyonu üzerine çeşitlemeler içerirken bize de camdan bakana bakma, onun sıkışmışlığını hissetme ve fiziki deformasyonunu deneyimleme imkanını sunuyor. Heymimres sergisi üzerine bir de kitap yazan Mehmet Yılmaz, resim heykel ve mimari üzerinden tümelde “Sanat nedir? Sınırları nelerdir?” sorularını soruyor.

İşlerinize ve kitaplarınıza baktığımızda, akademisyen olmanızın da etkisiyle sanata disiplinler arası yaklaşımınızın öne çıktığını görüyorum. Heymimres ile de bunun altını daha da çizdiğinizi söyleyebiliriz.

Birçok sanatçı yalnızca sanatsal disiplinler arasında değil, sosyoloji, siyaset, psikoloji gibi farklı bilimsel alanlarla da ilişkiler kuruyor. Ben de onlardan biriyim. Sanatçıların çoğu yaptığı dizilere, işlere isim verir. İsim ve cisim diyalektiği. Kavramlaştırma, anlam verme burada başlıyor. Konuşurken terimlere, kavramlara ihtiyacımız var. Tümellere ve tikellere ihtiyacımız var. Ben de bu son işlerimi yaparken, karakterlerine bakarak Heymimres diye bir isim icat ettim.

Mehmet Yılmaz, Heymimres-13 (Çokluk-4 / Düşan’dan İlhamla)

Ne zaman çıktı Heymimres kavramı?

Heymimres dizisinin ilk işini, Arkadaşlar dizisi üzerinde çalışırken 2016’da yaptım. Serginin merkezinde yer alan iş de odur: Bir Sanatçı ve Gazeteci. Çocuğun isminden önce kendisi doğdu. Sonra “Acaba bu çocuğun ismi ne olabilir?” dedim. Bu, ayakta duran bir heykeldi. Bir cama yaslanmış gibi durduğu için, yüzünün ve ellerinin bazı kısımları yassılaşmış vaziyette imgeleştirilmişti. Tuval ya da duvar gibi bir düzleme hapsolmak yerine, mekânda bağımsızca durabildiği için etrafında dolaşabiliyordum. Kafa ve eller silikondu, hassastı. Dolayısıyla nasıl taşınacağı üzerine düşünmeye başladım. En ideal yol bir kasa yapmaktı. Bu bir zorunluluktu zaten. Sonra bir şekilde kasayı da işe dahil etmeye karar verdim. O zaman da gerçek bir mekân yaratmış oldum. Mekân, mimarî bir unsur. Tüm bunlar üzerine düşünürken, marangozluk ve mimarlık kavramlarının aslında birbirine çok yakın olduklarını, daha doğrusu, ortak bir kökten geldiklerini anımsadım. Eski Yunanlılar marangoza arkitekton derlermiş; yani, ‘ağaçtan ev yapan usta’. Eski evler, tapınaklar ağaçtanmış. Tabii, yangına dayanıksız olduğundan, zamanla yapı malzemesi olarak taş öne çıkınca, arkitekton, ‘taştan ev yapan usta’ anlamına dönüşmüş. Architect, mimar. Bu da bize kavramların değişkenliğini gösteriyor. Böylelikle işimde heykel ve mimari ilişkisinin kendiliğinden kurulduğunu gördüm. Derken, kasanın içini ve dışını boyadım; yani resim girdi devreye. Ressamlık ve badanacılık, sanat ve zanaat arasındaki kurgulanmış ayrımı düşündüm. İtiraf edeyim, marangozluk ve badanacılık yaparken estetik haz aldım. Ayrıca figürün cama dokunuyormuş gibi duran yassılaşmış kısımları; yüzündeki, parmak uçlarındaki ve şapkadaki düzlemleri de bir resim gibi düşünebiliriz. Velhasıl, heykel, mimarî ve resim terimlerinden yola çıkarak Heymimres sözcüğünü uydurdum. Kütle, yüzey, düzlem, derinlik ve hacim üzerine düşünürken ister istemez dille ilgili meseleler giriyor devreye.

Serginin oluşum aşaması ve eserler hakkında detaylı bilgiler içeren Heymimres adında bir kitabınız da çıktı. Kitap fikri nasıl gelişti?

Sergi fikriyle aynı zamanda gelişti. Dizinin son altı ayında, eşzamanlı olarak yazdım. Kitabı dizinin bir parçası, bir sanatçı kitabı olarak da düşünebiliriz. Genelde sanatçılar kendi maceralarını, sanatsal meselelerini başkalarının insafına teslim ederler. Ben öyle yapmayı tercih etmiyorum. Yüksel Arslan’ı bu yüzden çok önemserim. Neredeyse her gün yazan, kendi öyküsünü anlatan, ayrıntılı bilgiler veren bir sanatçıdır. Yine Bedri Baykam, Ekrem Kahraman, Bedri Karayağmurlar da aynı şekilde… Daha eski kuşaktan Nurullah Berk, Hüseyin Gezer, Adnan Turani, Turan Erol da fırsat buldukça genel sanat konularında yazan sanatçılardandır. Ben ise Heymimres kitabında bir yandan işlerimin nasıl ortaya çıktığını, kimlerden ve nelerden etkilendiğimi, bir yandan da kavramlar ve sanatsal türler arasındaki ilişkileri anlatmaya çalıştım samimi bir dille. Merkezde kendim olmakla birlikte, zaman zaman çemberi genişletmeye, okuyucuyu bazı sorularla karşılaştırmaya, düşündürmeye çalıştım.

Mehmet Yılmaz, Camdan Bakanlar-1

Gerek dizi gerek olarak kitap olarak Heymimres’te hangi soruları soruyorsunuz, neleri dert ediyorsunuz?

Resim ve heykel arasındaki sınır nerede başlar ve nerede biter? Dahası, böyle bir sınır var mıdır? Ana meselem buydu aslında. Günlük dilde bu resimdir, bu heykeldir, bu mimaridir diyoruz. Ama gerçekten resim ile heykel arasında modernizmin tarif ettiği türden bir sınır var mı? Biz modernist bir eğitimi aldık. İsmail Tunalı’nın Felsefenin Işığında Modern Resim kitabı, Greenberg’in Modernist Resim metni, Mondrian’ın Neoplastisizm adını verdiği eğilimi, yani, tüm bunlara bakınca ortaya şöyle bir durum çıkıyordu: Resim yüzeye yapılan bir şeydir, bir düzlem sanatıdır. Yüzeye yapıldığı için yüzeyde derinlik yanılsamasına ihtiyaç yoktur. Greenberg ve Mondrian resmin soyuta kaymasının nedenini bu şekilde açıklamışlar. Birçok sanatçı da bunu önemsemiş, halen önemseyenler var. Öte yandan da bazı sanatçılar da resimsi özellikleri heykelden atmak istemişler. Örneğin, 1960’lardaki minimalistler... Çoğu resimden gelmekle birlikte resim bir yüzey sanatı olduğu için doğrudan gerçek mekan ve kütleyle çalışmayı tercih etmişler: “Resim resimdir, heykel heykeldir. Herkes kendi sınırını bilsin.” Bu, Descartes’tan Kant’a, hatta bugüne uzanan analizci bir kafadır. Bilim de böyle yapılır zaten. Fakat gerçek şu ki hayat teoriye göre akmaz. Mızrak çuvala sığmaz. Teoride bazı sanatçılar farklı sanat türleri arasında kesin sınırlar koymak isteseler bile pratikte bu mümkün olmaz. Hele de genellemek olanaksızdır. Picasso “sanatta soylu ve soysuz malzeme ayrımı yoktur” der mesela. Öncelikle bir ressamdır ama 20. yüzyıl heykeline de yön vermiştir. Picasso’da resim resimdir, heykel heykeldir düşüncesini bulamayız. Richter, Kieffer ve Baykam da aynı şekilde birçok farklı malzemeyle, yüzey ve kütle arasında gider gelirler. Ben de o tip sanatçılardanım ve kendi bağlamımda bu ilişkileri sorguluyorum.

Mehmet Yılmaz, Camdan Bakanlar-1

Sergideki bir grup işiniz üzerinden “Fotoğraf resimdir” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Sorunuzu şöyle genişletebiliriz; “Gerçek kütle ve hacimlerden oluşan Heymimres dizisinin içinde ne işi var o tuvallerin? Tuval ve boya ilişkisi öncelikle yüzey sorunlarıyla bağlantılıydı hani? Tuval dediğimiz nesnenin gerçek bir kütle olmadığı iddia edilebilir mi?” Tuvalin kendisi, ister boyalı ister boyasız olsun, bir nesnedir nihayetinde. Nesneyse bal gibi heykeldir. Kütlenin bir yüzünü boyayıp sonra da ona resim diyoruz. Çok ilginç. Bu, hem gündelik hem akademik dildir. Wittgenstein’ın dediği gibi bazı şeyleri rahatça görmezden geliyoruz, bir şekilde anlaşıyoruz. Bazı kavramlar tümeldir, bazıları tikeldir. Konuyu sorunuza bağlamaya çalışacağım: Heymimres dizisi, heykel, resim ve mimarî ilişkileri inceliyor, doğru; ancak en temelde sanatın neliğini, onun ne olduğunu sorguluyor. Kavramsal bir dizi yani. Sanat kavramı tümeldir; tuvalleri ve diğer malzemeleri, türleri kapsar. “Fotoğraf resimdir” meselesi, bu tümel tartışmanın bir parçasıdır. Fotoğraf nihayetinde “bir yüzey üzerindeki görüntü”dür. Bir yüzey üzerindeki görüntüye de biz resim diyoruz. Bu görüntüyü el, fırça ve boyayla ya da bir makineyle, bilgisayarla elde edebiliriz.

Fotoğrafa benzeyen boya-resimler için “Fotoğraf mı yoksa resim mi?” diye sorulur ya, bu yanlış bir sorudur. Bu, tıpkı “Hayvan mı yoksa köpek mi?” sorusu kadar saçmadır. Çünkü fotoğraf zaten resimdir. Bir baskı resim türüdür. Günlük dilde “Bir resim çektirmek” gibi yerleşik kullanımlara rağmen, iş meslekî tartışmaya gelince, geçince hemen cephe alınıyor; “Hayır efendim, fotoğraf kesinlikle resim değildir” deniliyor. Bazıları, resmin yalnızca boyayla yapıldığını sanıyor hâlâ. Anlamak mümkün değil. Arkadaşlar’dan önce İkizler dizisinde birbirine çok benzeyen iki imgeyi yan yana getirmiş, ikili tuvallerde iki ayrı teknik kullanmıştım. Birisi baskı, birisi boya. Arkadaşlar dizisi İkizler’in devamında çıktı. Bu dizide bir yandan resmin neliğini sorgularken, bir yandan da kimlik konusuna el attım. Bir Türk ve Bir Kürt, Bir İranlı ve Bir Arap, Bir Rus ve Bir Alman, Bir Sünnî ve Bir Katolik gibi, kasıtlı ve rasgele adlar verdim. Sergileme biçimlerine baktığımızdaysa, doğrudan Heymimres’lerle bağlantılı olduğunu görüyoruz. Bu tuvalleri aynı zamanda gerçek kütleler olarak sundum mekânda. Gerçek kütlelerle gerçek hacimler, gölgeler oluşturdum.

Mehmet Yılmaz

Zaten serginin alt başlığı da Nelik ve Kimliğin Diyalektiği. Bu soru ve diyalektik arayışta nereye varmak istediniz?

Bir yere varmaktan çok, bazı soruları yeniden gündeme getirmek istedim. Çocukça bir merak aslında. Nedir ‘sanat’ dediğimiz şey? Yukarıda değindik; bu tümel bir kavram. En eski anlamı ‘bir şeyi beceriyle, hünerle, iyi bir şekilde yapmak’ demek. Eski Yunanlılar tekhne derlermiş. Latincede ars deniyormuş. Batı dillerindeki art işte oradan geliyor. Arapçadan aldığımız sanat da aynı anlamda. Sanatın çoğulu, sanayi. Sanayi-î Nefise Mektebi’nin anlamı çıkıyor böylece. Sanatın alt başlıklarına bakalım: Resim, heykel, mimarlık, film, müzik, edebiyat, tiyatro, bale... Sonra bunların alt türleri... Hepsi, sanat dediğimiz kavramı oluşturuyor. Ben burada daha çok ilk üç kavramla ilgilendim; bir yerde de video (hareketli resim) ekledim. “Resim nedir?” sorusunun yanıtı çok basit: Bir yüzey üzerindeki sabit görüntü. O yüzeydeki görüntüyü ister fırçayla yaparız, ister kalemle, istersek makineyle. 19. yüzyıla kadar benim kazağımı annem, babam ya da dedem örüyordu. Kumaşlar elde dokunuyordu. Sonra sanayi devrimine geldik; bütün ürünlerin makineyle elde edilme süreci başladı. Zaman hızlandı, makineleşme öne çıktı. Her türlü eşyanın makineyle yapılması aşaması… Peki, sanat bundan uzak kalabilir miydi? Elbette hayır.

Sanayi devriminin sanattaki uzantısıdır kamera. Rönesans ressamlarından beri makine benzeri mekanik yollarla resim elde etme hayali hep vardı. Zaten fotoğraf makinesini ressamlar icat etti. İlk görüntüyü 1826’da elde eden Niepce bir ressamdı; arkadaşı Daguerre de öyle. İlk fotoğraf makinesini Daguerre tescil ettirdi 1939’da. Bunlar baskı ressamlarıydı. Baskı ressamları aynı kalitede standart, ucuz görüntü elde eder. İşte fotoğraf makinesi baskı resim sürecinin 19. yüzyılda doğmuş çocuğudur. Geçen sene çıkan David Hockney ve Martin Gayford’un birlikte hazırladığı Resmin Tarihi kitabının fotoğrafla ilgili kısımlarını okurken kendi kitabımı okuyorum zannettim. Ben fotoğrafı resim ailesinin bir üyesi olarak görüyorum kitabımda, onlar da aynı şeyi söylemişler. Bu fikir ortaklığı beni çok mutlu etti. Tabii David Hockney bunun çok uzun zamandır farkında olan bir sanatçı. Gerhard Richter ise, katılır ya da katılmayız, “fotoğraf en mükemmel resimdir” diyor mesela.

Sergide tekrarlanan temalardan biri de cama yaslanmış, sıkıştırılmış, cam yüzeyine değen parmakları, yüzleri, saçları deforme olmuş, yassılaşmış insanlar… Onlara bakarken, izlendiği duygusuna da kapılıyor insan.

Bakma, bakılma, seyredilme ve bakışma, birbirine çok yakın hisler. İçerde olan onlar mı, yoksa biz miyiz? Kim daha özgür? Bu imgeler, serginin en göze çarpan, en akılda kalıcı onları. Eşzamanlı olarak resmin neliği ve insanların kimliğini kurcaladığım Arkadaşlar üzerine çalışırken çok eski tarihli işlerim aklıma geldi. Yüzlerini, ellerini cama yaslamış, bir kapatılmışlık hissi veren figürler, bedenler… Doktora tezimde yaptığım, 1992 tarihli Camdan Bakanlar-1 adlı işimi bu yüzden sergiye koydum. Doğal et kütlelerinin bir cama dokunduğu zaman düzleşmesi, yassılaşması bana çok ilginç geliyor. 10 yıl kadar bu dizi üzerine çeşitlemeler yapmış, sonra bırakmıştım. Şimdi yeniden depreşti, son dizimle buluştu. Böylece, boya, baskı, kütle, düzlem, mekan, hareketli görüntü, gerçeklik ve yanılsama gibi sanatın özerk meselelerini kurcalarken, bir de baktım eşzamanlı olarak kimlik ve hapsolmuşluk hissiyle uğraşıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, gerek etnik gerek dinsel kimlik üzerinden siyaset yapmayı çağdışı buluyorum. Bu yüzden insanlar biririni incitiyor, hatta öldürüyor. Akıl alacak gibi değil, ama gerçek bu. Buradan çıkmak zorundayız.

Demek ki, salt sanatsal konularla uğraşırken, kimlik ve siyaset gibi sanat dışı konular da meşgul ediyormuş zihnimi. “Sanat dışı” ve “sanat içi” arasında bir sınır çizmek olanaksız. Gerek de yok zaten.

Mehmet Yılmaz, Heymimres-8 (İki Evlat)

Eski kapılar, camlar, kullanılmış ahşaplar gibi malzemelere de yer veriyorsunuz serginizde. Bunun için de özel bir çalışma yaptınız mı? Marangozluk işleri size mi ait?

Babam marangoz, ağaca biçim vermesini ondan öğrendim. İlk heykellerim de ağaçtandı. Babamdan geçen beceriyle, sergide yer alan işlerin marangozluk isteyen kısımlarını genelde kendim hallettim. Zaman zaman dost ellerden yardım aldım. Tek başınıza bazı ağırlıkları kaldırmak, çevirmek olanaksız. Çoğu malzemeyi Gazi Üniversitesi’nin hurdalığından buldum. Örneğin, cam kapıları görünce bir şimşek çaktı. Bazı küçük eklemelerle Marcel Duchamp’ın Büyük Cam’ına bir gönderme yaptım. Eserin adı da Büyük Cama Saygı… Duchamp’ın işinin tam ismi Bekarları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin aslında ama ismin uzunluğundan dolayı kısaca Büyük Cam deniyor. O yapıtın teması cinsellik, benim işimin de öyle… Orada da bekarlarla gelin arasında sınır vardır, benim işimde de o sınır çerçeve kanadıyla veriliyor. Büyük Cam yapmışken bir de küçük cam yapmak istedim. O isimde de bir eser var sergide. Bu iki iş, izleyici katılımına açık. İsteyen yaslanıp resim çektirebiliyor. Açılışta birçok kişi bunu denedi.

Bu serginizin performansı da içerdiği anlamına geliyor.

Heymimres-4 (Büyük Cam’a Saygı) ve Heymimres-5 (Küçük Cam) adlı işler bağlamında, evet öyle, haklısınız.

Mehmet Yılmaz, Heymimres-7 (İki Ateş Arasında Aşk)

Duchamp dışında göndermeler yaptığınız başka sanatçılar var. Ayrıca siyasi meselelere, özgürlük sorununa göndermeler yaptığınız işler var. Birkaç örnek verir misiniz?

Robert Morris’in Ben Kutusu’ndan ilhamla, Heymimres-9 (‘Ben’ Kutusu / Morris’e Saygı) ve Heymimres-10 (‘Ben’ler Kutusu / Morris’e Saygı) adlı iki iş yaptım. Mekan ve beden ilişkisini kurcalıyorum. Heymimres-9’da kendimin oynadığı bir video kullandım. Karanlık küçücük bir pencereden izleyiciye bakıyorum. İlginç olan şu ki, bir izleyici, kutunun içinde gerçekten insan var sanmış! Bu arada, kendimi gerçekten de bir hapishanede gibi hissediyorum. Bunun sebepleri malum… İçimden geldiği gibi konuşamıyorum, yazamıyorum. Özgür değiliz, hele akademisyenseniz… Heymimres-10 (‘Ben’ler Kutusu / Morris’e Saygı) adlı işteyse, insanlar kendilerini görüyorlar kutunun içinde. Bu hapsolmuşluk duygusu, heymimreslerin hepsinde var aslında. Hatta eski tarihli işlerim de buna dahil. Demek ki, öyle bir damar hep varmış işlerimde.

Heymimres-8 (İki Evlat) işimde hurdalıkta bulduğum bir kapıyla kendi yaptığım bir kapıyı birleştirdim. Bir kapıda Metin Göktepe, diğerinde Engin Çeper’in pekselvari imgeleri var. Her ikisinin de ortak özelliği gazeteci olmaları ve maalesef dövülerek öldürülmeleridir. Yine eski işlerimden Bir Yanım İçerde serisinden iki işi buraya aldım. Onlar da tarihimizin acı olaylarından hayata dönüş operasyonlarını konu alıyor. Biçim olarak yine resim ve heykel arasında bir yerde duruyorlar.

Bir işim yine hurdalıkta bulduğum parçalarla yaptığım Heymimres-7 (İki Ateş Arasında Aşk). Malzemede kurşun deliklerine benzer delikler açtım. Ben de böyle bir şeyin başıma gelecek olması korkusuyla yaşıyorum. Belki iki yıl önce Suriye’de yaşayanlar bu günleri akıllarından bile geçirmiyordu. İçte ve dışta, Orta Doğu’da cereyan eden şiddet görüntüleri çok korkunç. Bizim için yalnızca görüntü olan duruma, bazı insanlar gerçekten maruz kalıyor. Her taraf evlerini terk eden insanlarla dolu. Hepsiyle empati kurarak ve kendi aileme ait fotoğrafla kullanarak yaptığım bir iş oldu İki Ateş Arasında Aşk.

Sergi için son yaptığım iki iş ise Heymimres-12 (Çokluk-3) ve Heymimres-13 (Çokluk-4 / Düşan’dan İlhamla) adlı çalışmalar. Heymimres-12 (Çokluk-3)’ü mekana diktim. Arkalı önlü boyadığım bu işi, atık kapı ve suntalardan oluşturdum. Heymimres-13’ü ise, oğlum Düşan’ın beş yaşındayken beni ve eşimi çizdiği resimlerden yola çıkarak oluşturdum; kendi amaçlarıma uyarladım. Çocukların taze hamlıkları onlara büyük bir özgürlük sağlıyor. Bu özgürlüğe büyük hayranlık duyuyorum.

Kommentare


bottom of page