Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi, Kale Tasarım ve Sanat Merkezi (KTSM) desteği ve Galeri Nev Ankara iş birliğiyle, Deniz Artun küratörlüğünde ’nde gerçekleşen Bir Denizkestanesinin Anıları: Melike Abasıyanık Kurtiç sergisini 1 Eylül 2024 tarihine kadar sanatseverlerle buluşturuyor. Kale Grubu’nun kadın sanatçıları destekleme misyonu çerçevesinde düzenlenen ve sanatçının bugüne dek düzenlenmiş en kapsamlı retrospektif sergisini, Melike Abasıyanık Kurtiç’in derinlikli sanat pratiğine bakarak inceledik
Yazı: İbrahim Cansızoğlu
Görseller: Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nin izniyle
Melike Abasıyanık Kurtiç
Bir Denizkestanesinin Anıları: Melike Abasıyanık Kurtiç bir sanatçı atölyesinden doğan, bu atölyenin sanat tarihi içindeki koordinatlarını belirginleştiren, az bilinen taraflarını haritalandıran ve saklı hazinelerini gün ışığına çıkaran bir sergi. Ankara’nın en eski yerleşimlerinden Kale Meydanı’ndaki Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nde bulunan meşher yerinin en korunaklı köşesinde, Kurtiç’in atölyesinde biriktirdiği envai çeşit nesnenin teşhir edildiği duvar, sanatçının pratiğine dair çok katmanlı bir kesit sunuyor. Mürekkep eskizleri, çizim defterleri ve sanatçının kendi atölyesinin duvarından alınıp müzeye getirilmiş hissi uyandıran fotoğrafların yanı sıra Kurtiç’in seramik eğitimi için gittiği Danimarka’da ürettiği lacivert desenli beyaz bir fincan, tüm zarafetiyle türlü formlardaki çanak ve kürelerin yanı başında duruyor. Serginin küratörlüğünü üstlenen Deniz Artun, Kurtiç’in atölyesinin bir doğa bilimleri laboratuvarına benzediğini söylüyor. Artun, bu hissiyatı sanatçının deniz kenarından topladığı taşları, deniz kabuklarını, yosunları ve denizkestanelerini yerleştirmeye dahil ederken de korumuş; tüm bu nesneleri doğa müzelerindeki sergileme yöntemlerini andırır biçimde düzenlemiş. Sanat, tasarım, bilimsel araştırma ve kişisel tarihi iç içe geçiren bu çarpıcı yerleştirme, Kurtiç’in sanat pratiğinin belkemiğini oluşturan deneyselliği de vurguluyor. Sanatçının 1960’lı ve 70’li yıllarda seramikle yaptığı deneylerin meyvesi olan eserler, sanat tarihinin pek az bilinen bir öyküsünü anlaşılabilir ve aktarılabilir kılıyor. Artun’a göre Kurtiç’in atölyesini diğer seramik sanatçılarının atölyelerinden ayıran en önemli özellik, her eserden neredeyse yalnızca bir tane üretilmiş olması. Bu durum Kurtiç’in seramik çalışmalarını birer prototipe dönüştürüyor.
Sergiden görünüm
Küre, Melike Abasıyanık Kurtiç’in prototiplerindeki en baskın formu teşkil ediyor. Kürenin başatlığı, sanatçının matematiksel şekillere ve örüntülere duyduğu yoğun ilginin de kökenine işaret ediyor. Artun’un belirttiği gibi, atölyede bulunan eserlerin çoğunlukla yalnızca bir kopya halinde üretilmeleri, Kurtiç’in hiçbir zaman kendi seramiklerini pişireceği bir fırını olmamasından kaynaklansa dahi pratiğe dair bu kısıtlamanın ötesinde, sanatçının seramiği ele alış biçiminin de bu durumun ortaya çıkışında bir rol oynadığını düşünmek mümkün. Candeğer Furtun, sergiye eşlik etmesi için hazırlanan belgesel için verdiği röportajda Kurtiç’in seramiğe bir heykeltıraş gibi yaklaştığını belirtiyor. Belki tam da bu yaklaşım deneysellik arzusuyla birlikte düşünüldüğünde Melike Abasıyanık Kurtiç’in birbirine benzemeyen işler yapmakla ilgili tercihi açıklanabilir hale geliyor. Heykelin ayakta durmasını sağlayan fiziksel ölçüm ve hesaplamaların matematiği, Kurtiç’in seramik çalışmalarında üst üste binen katmanları, iç yüzeyin dış yüzeyle kurduğu ilişkiyi ve kesitlerin formunu neredeyse kullandığı materyalden bağımsız bir soyutluk içinde kavramasına olanak tanıyor. Seramiğin geometrik bir ifade aracı olarak ele alındığı bu araştırmaları pratikte mümkün kılan şey ise Kurtiç’in Danimarka’da geçirdiği dönemde tanıştığı stoneware [gre seramik] tekniği. Yüksek sıcaklıktaki fırında pişmiş sert seramik kütleler üzerinde yarıklar oluşturmaya izin veren bu teknik sayesinde Kurtiç, sadece sonsuzlukla sınırlanan bir evrenin kapılarını aralıyor. Sanatçının Türkiye’deki öğrencilik yıllarında etüt ettiği Hitit dönemi eserlerindeki seramik kap kacak ve heykel birlikteliğinin sonraki yıllarda geliştirdiği sanatsal yaklaşımın temelini oluşturduğunu iddia etmek mümkün.
Kurtiç’i yalnızca soyut ifadenin olanaklarını değerlendirmeye yönelen heykeltraşlardan ayıran özellik ise ilgilendiği formları doğada arıyor oluşu. Bir sahil gezisi sırasında karşılaştığı denizkestanesi, Kurtiç’in yıllar boyunca farklı ifade araçlarına başvurarak araştırmaya devam edeceği bir idée fixe’e [motif ] dönüşüyor. Bu tekrarlama, onun küre formunu yalnızca geometrik bir strüktür olarak değil, doğadaki karşılıklılarıyla birlikte organik bir form olarak ele almaktaki ısrarını gözler önüne seriyor. Kurtiç’in çalışmalarında küre, modifiye olmuş haliyle kimi zaman bir kisti, bir yumurtayı veya bir embriyonun ilk oluşum basamağını andırıyor. Denizkestanelerinin 19. yüzyıldan itibaren gelişim biyolojisi araştırmalarında model organizma olarak kullanıldığını göz önünde bulundurarak, Kurtiç’in bu primitif canlılara duyduğu yoğun ilginin aslında ne kadar derin incelemelerin sonucunda geliştiğini tahmin edebiliriz. Günümüzde embriyo gelişimi hakkında sahip olduğumuz bilgilerin çoğunu, mikroskopla kolay gözlemlenebilen ve her deniz coğrafyasında kolayca bulunan denizkestanelerine borçluyuz.
Sergiden görünüm
Sergideki denizkestaneleri, canlının küçük bir infilakı andıran dış görünüşü gibi bir form patlaması şeklinde meşher yerine saçılıyor. Büyük bezlerin üzerine işlenmiş desenlerde Kurtiç’in denizkestanesi etütlerini izliyoruz, duvar kâğıtları denizkestanesinden alınan detay görüntülerle tasarlanmış, videoda denizkestanesinin dikenleri sürekli bir devinim halinde, mürekkep işlerdeki dikenler ise ince bir fırçanın kâğıt üzerinde bıraktığı izlerle oluşturulmuş. Denizkestanesi morfolojisi, farklı sanatsal ifade araçlarıyla ışığı ve gölgeyi etüt etmek için sınırsız olasılık sunuyor; Kurtiç’in her şeyden çok bu estetik olanakların peşinden gittiğini söylemek mümkün. Bu tuhaf deniz canlısının dikenler, katmanlar ve örüntülerle bezenmiş fizyolojisinden türeyen imgeler, saklanma, savunma ve hareket gibi pek çok kavramı kapsayabilen bir ifade doygunluğu üretiyor. Jale Erzen’in sergi için hazırlanan belgeselde söylediği gibi Melike Kurtiç Abasıyanık sanat yaşamı boyunca hemen hemen tek bir konuyla ilgileniyor; sanat pratiğindeki tutarlılığın ve derinliğin sebebi de bu olsa gerek.
Dünya üzerindeki yaşamın doğduğu yer olan denizlerdeki bitkiler de Kurtiç’in çalışmalarında önemli bir yer tutuyor. Yosunlarla oluşturulmuş perdeler, sanatçının saklanma ve su yüzüne çıkma arasında gelip giden formlarında bir başka durak noktasına işaret ediyor. Çoğu insanın biriktirmeyi en çok sevdiği nesne olan deniz kabukları, Kurtiç’in sanatsal araştırmalarının aslında ne kadar gösterişsiz bir noktadan çıkıp doğanın hayranlık uyandırıcılığına dair ortak bir duyarlılığı harekete geçirmeye yöneldiğini anımsatıyor. Deniz kabuklarının okyanusun sesini içlerine hapsetmeleri gibi Kurtiç’in eserlerindeki sade ve zarif formlar da gözler önüne serdiklerinden çok daha fazlasını barındırıyor.
Melike Abasıyanık Kurtiç, 1997 yılında gerçekleşen bir söyleşisinde, kendisini bir kürenin içinde hissettiğini söylüyor. Bir dairenin içinde olduğu hissini onda uyandıran ve gökyüzünü evreni çevreleyen bir yarım küreye dönüştüren ufuk çizgisi, Kurtiç’in pirinç kâğıtlarıyla oluşturduğu katmanlı resimlerinde sanatçının görüş menzilini yeryüzünün ötesine taşıyor. Şeffaf ve renklendirilmiş kâğıtların üst üste bindirilmiş katmanlar halinde birleştiği bu resimlerde, dönüşen ışık ve iç içe geçen formlar bugünün görme biçimleriyle ele alındıklarında günbatımının ardındaki kozmosa açılan pencerelere evriliyor. 21. yüzyılda uzay görüntüleme teknolojilerinin dolaşıma soktuğu imgelerle birlikte görsellikle kurduğumuz ilişki derin bir dönüşüme uğruyor. İnsanlığın görüş alanı artık yalnızca Ay, yakın gezegenler veya Güneş ile sınırlı değil; kuasarlar, kızıl cüceler, uzak gezegenler hatta kara delikleri kapsayan bir imgelem dünyasıyla karşı karşıyayız. Kurtiç’in gün batımı resimlerde kızıla ve mora çalan tonlar, içinde yaşadığımız bu imgelem dünyasının doğuşuna dair dair hayret verici bir öngörüyü, bir sezgiyi barındırıyor.
Bir Denizkestanesinin Anıları: Melike Abasıyanık Kurtiç sergisinde, esasında bir yarım küre olan kafatasımız içinde saklanan düşünceler, o düşüncelerle keşfettiğimiz yerküre ve evren bir dizi sessiz infilak halinde, nazikçe ve olması gerektiği biçimde gözler önüne seriliveriyor.
Comments