top of page
Zekican Sarısoy

Bir eldivenin içinden bakmak

Cansu Yıldıran’ın ilk kişisel sergisi Vargit Çiçekleri, Hara’da 18 Aralık'a kadar devam ediyor. Serginin yerleştiği sacayağını doğum, düğüm ve yarık başlıklarında inceliyoruz


Yazı: Zekican Sarısoy


Cansu Yıldıran, Mayısa Uzaklar mı Sana Bakıyor Sen mi Uzaklara?, 2019


İstanbul’da bulunan Hara, 7 Eylül - 18 Aralık tarihleri arasında fotoğraf sanatçısı Cansu Yıldıran’ın ilk kişisel sergisine, Vargit Çiçekleri’ne ev sahipliği yapıyor. Serginin küratörlüğünü Onur Hamilton Karaoğlu ve Serkan Kaptan üstlenirken, sergi danışmanlığını ise İnönü Bayramoğlu yürüttü. Vargit Çiçekleri ulus devlet, mülk ve aidiyet meselesini irdeliyor. Sanatçı meselesini keskin bir hat üzerinde ele almaktan geri duruyor. Yıldıran mümkün olduğunca satır aralarında ve kıvrımlı köşelerde dolaşıyor. Tarihsel olanı bilinen bir yerden ele alıyor. Erkekler tarafından kontrol edilen bir güç ilişkisine karşı kadın dayanışmasına, mevcut kutsal rollere karşı başkaldıran rollere ve yönetmek yerine üretmeye kafa yoruyor. Kayıp bir zamanın izini sürerken aradaki boşlukları doldurmak için yeniden doğmanın ve dolaşımda olmanın yanına oturuyor. Bir yayla kültürünün doğası gereği serpiştirdiği her şeyi Yıldıran bir avantaj olarak görüyor gibi. Sürekliliği olan bir doğuşu bu defa sınırları ortadan kaldırarak kurguluyor. Yakınlaştıkça yakınlaşıyor öznelerine. Onlarla burun buruna geliyor. Göz mesafesine iniyor. Belgeleyen birisi olmak için değil hikâyenin kendisi olmak için adımlarını atıyor. Bu makale Cansu Yıldıran’ın ilk kişisel sergisini üç ayrı başlıkta ele alıyor. İlk başlık doğum, babalık miti yerine anneden kopuş için yine annenin içinden geçmenin olasılığına bakıyor. İkinci başlık düğüm, fotoğrafın çerçevelediği şeyin otorite ve iktidar dinamikleriyle ilişkisine uyum ve icra pratikleri üzerinden eğiliyor. Son olarak üçüncü başlık yarık, sanatçının özneleri ve izleyicileriyle kurduğu ilişkiyi uzaklık-yakınlık perspektifinden inceliyor. 


Cansu Yıldıran, Kız Kardeşler, 2023

doğum

Vargit Çiçekleri hepimizi ilkokul sınıflarımıza geri götürüyor. Önümüzde yükselen, yetişmekte zorlandığımız, boyumuzu aşan, duvarda asılı ve nereden geldiğini bilmediğimiz bir haritanın olduğu ana yuvarlıyor. Kafanızı her kaldırdığınızda gördüğünüz, sınırları net bir harita. Varlığına aşina olduğumuz kadar büyüklüğüne aşina olamayız. Onunla birlikte büyüyemeyiz, büyüklüğüne her daim şaşarız. Biz küçük olduğumuzdan değil hangi köşesinde emeklediğimizi bilmediğimizdendir belki de. Doğmak, emeklemek, yürümek. Doğrusal akışı ters yüz eden bir zemin. Şaşkınlığımız ve nerede duracağımızı bilemediğimiz mesafelenme halimiz bundandır; bu haritada kapladığımız alan gibi nereden onun kovuğuna düştüğümüz belirsizdir. Öyle olagelmiştir. Üzerine düşünmek yasak. Onu sahiplen ve muhafaza et. Bir uzvun gibi ama o uzuvdan çok daha fazlası. Dikkat et. Mesafene dikkat et. Seni silkeler ve bir çarşafın üzerinden seken toz zerreciği gibi kalakalırsın. Sektiğimiz yerden Yıldıran’ın işlerine uzanıyoruz. Sanatçının işleri hafızamızda dönüp duruyor. En karanlık alanlardan en aydınlık alanlara, ışığın geldiği yerden kaybolduğu yere kadar hepsini hafızamızda tutuyoruz. Orada değildim ama oradayım diyebiliyoruz. Sanatçının koşup kovaladığı anların ancıklarını kovalıyoruz. Onun çerçevelediği bir A4 haritadan kendimize daha küçük ölçekli haritacıklar hazırlıyoruz. Bir kadının baktığı yerden soluklanıyoruz. Bir saniye belki daha az, tekrarlı bir rüzgarın ya da sisin içinde o anın misafiri oluyoruz. Bir kadının ateşini hissediyoruz yanaklarımızda. Işığa düşen ellere dokunmak istemiyoruz. Kurtlarla oynarken koyun sürülerinin arasında kaybolmak istiyoruz. Bir buzağının göz bebeğinde kalıyoruz. Yoldayız ama değiliz. O anın kendisinden başka hiçbir şeyiz. Bir toz zerreciğiyiz. Belki de sadece yanıp sönen bir gölgenin çeperindeyiz. Bir duman. Bacasına aşık. Kendini gökyüzüne sığdırmaya yemin etmiş ama sise karıştığını bilmemiş. Bir anne. Halının köşesini izliyor. Biz de onun sırtını sıvazlayan çerçeveleri. Hepsinin hayatından geçmiş bir kadın diye düşünüyoruz. Acaba kadın hayatından vazgeçmiş midir? Duvarda hiç yer kalmamış diyoruz. Konuşmanın yasak olduğunu hatırlıyoruz. Bizler anın içinden fışkıramayız. Yıldıran’ın ördüğü kozmozun içinde bir kozmozuz. Bizler izleyiciyiz. Salt değiliz. Değiliz çünkü bir süvari gibi bilmediğimiz şeylere gebeyiz. Ama o şeylerle bir amaca koşuyoruz. Atın bizleri sırtından atacağı anı yokluyoruz. Düşeceğimizi biliyoruz. Zeminle buluşacağımız anı bekliyoruz. Derken uyanıyoruz. Aslında düşmüşüz. Bir yol kenarına. O yolun da sınırları olduğunu, çizildiğini görüyoruz. Düştüğümüz yerin annemizin eteği olacağına ne çok inanmışımız! Anan o senin. Annen değil.


Cansu Yıldıran, Mülksüzler II, 2016

düğüm

Anıların, ailenin, mirasın karmakarışık olduğu bir coğrafyada kendi kimliği ve anaerkil göbek bağının siyaseti ve tarihine dair imgelerle yol alıyor sanatçı Cansu Yıldıran. Kendi ailesinin izlerini sürmeye başladığı ve 2015 yılına uzanan Mülksüzler serisinden yola çıkıyor bu sergi. Karadeniz’in yemyeşil ormanları ve vadileri arasından kendine bir patika çizmeye çalışıyor. Dağlar aşılacak bir şey olmaktan çıkıyor bu işlerde. Bir mesafe haline geliyor. İçinde dolaşmanız gereken bir mesafe. Bir çatlak var ama o çatlağın sadece sesi var. Size bulmanız için yardım etmiyor. Fotoğrafın kendisini bir ikame aracı olarak kullanırken sizi de bu ikameler arasında köprü olarak konumlandırıyor. Yıldıran sizi olduğunuz köprünün başında karşılıyor. Doğduğunuz ya da doğurduğunuz cinsiyet kıyafetinizi alıyor ve bir askıya bırakıyor. Çıkışsız mutlağın korkusunu içinize bıraksa da doğanın içinde size sahip olma ya da olmama üzerine bir dünya vadediyor. Fasulyelerin arasından çıkan bir kadının çevresine serpiştirilen işler bir bir araya getirme hamlesi işlevi görüyor. İktidarın özneleri hem kurduğu hem de düzenlediği, onların nerede ve nasıl olması gerektiği işlevine karar verdiği bir senfoni icra ediyor. Bir topluluğun yanında kesitler görüyoruz. Genelde bunlar bedeninden kısmen koparılmış uzuvlar. İktidarın özneleştirme prensipleri çoğu zaman öznelerin koparıldıkları ya da koşullu yakınlaştıkları kimliklerine bağlılıklarını kapsar. Bunları harekete geçirme ya da gerçekleştirmeleri kısmidir. İktidarın kontrolünde özneleşmek tutkuyla yasaların sınırlarının iç içe oynamasıdır. Bu performans içinde toplumsal cinsiyet ve cinsellik kategorileri, engelleme, onları üretme ya da üretememe, yeni formüller içinde onları varetme, yasa onları nasıl olması gerektiğine dair kısıtladıkça yeniden ve yeniden formüle edilirler. İllet tarih bitmiş değildir. Ama erkeklerin olmadığı senaryolarda da üretilir. Bundandır ki sanatçının çerçevelediği özneler yoğunluklu olarak kadınların arasında dolaşır. Yerin kendisi var ama bir de yer arayışı var. Yıldıran nedensel bir mesajın içinden ilerlemiyor. Böyle demek hata olurdu. Kurduğu evrende erkekler yok değil. Aksine başka bir senaryoda daha fazla dolaşıyor olsalar bile sanatçının kurduğu dünya ile otoritenin düzenlediği dünya arasındaki bağlara sekte vuruyor erkekler. Elbette bu tür bir formülasyon yapmak en temelde öznenin mekanla ilişkisi ve yeniden düzenlediği mekansallığı anlamak açısından karmaşık oluyor. İcra mı ediyor yoksa uyum mu sağlıyor sorusu akla düşüyor. Çünkü iktidarın kendisini de sahip olunacak ya da yönetilecek bir mülk olarak görmemiz gerekiyor. Öyleyse kadınların yaşadıkları, ürettikleri, içinden geçtikleri bir toprağa dair söz haklarının olmaması meselesini iktidarın yaptığı ve aksi durumda yıktığı bir karşıtlık içinde tartışmak yerine doğduğu andan itibaren kadın bir öznenin üzerinde gezinen biyopolitika üzerinden tartışmak mümkün olur muydu?


Cansu Yıldıran, Çayırdaki Kadın, 2016

yarık 

Kadınlar teknenizde uzun süre kalan fotoğrafların kararmaması için çözümü bulmuşlardı. Birbirlerinde buldukları iletişim, zamanı ve mekânı var gücüyle yarıyordu. Bir anı diğerini silmeden bize ulaşır olmuştu. Vargit çiçeklerinin ömrünü uzatmanın bir yolu var mıydı? Yedek bir hafıza gibi hiç olmayacak bir mülkü "mülk eylemek", havada asılı kalmasını sağlamak mümkün müydü? Yıldıran’ın kadrajına sızan işlerle kadınlar arasında görünmez bir iş birliği var. Cansu Yıldıran fotoğrafını çektiği insanları tanıyor. Akrabalık ilişkisinden öte bir şey bu. Sanatçı kendini, kendi geçmişini, kendiliğini fotoğraflıyor. Bizler bu fotoğraflara bakarken Yıldıran'ın açtığı yarıktan içeriye doğru dalıyoruz. Kulak kabartıyoruz. Neredeyse duyacağız. Gözlerimizle iki ya da daha fazla sesin konuştuğuna şahitlik ediyoruz. Anlaşma var gibi. Sesler onları bulmamıza izin veriyor. Yaylanın sisi, ormanın uğultusu sesimizi boğmuyor. Evinizdeymişsiniz gibi davranmanızı istiyor. Tedirgin edici. Çünkü bunlar mülklerin sahibi olmayanların, mülksüzlerin fotoğrafları aslında.


Cansu Yıldıran, Put III, Çek Silahını Süreyya Sanmasınlar Şüheyla, 2016


Fotoğraflardaki öznelerin pek çoğu yakın plan. Sanatçının amacı bir sıcaklık ya da samimiyet kurmak değil. Her bir yakın çekim tanımaya yönelik. Filozof Simone Weil, Kişi ve Kutsal’da hakikatle derin keder arasında doğal bir uyum olduğunu, zira her ikisi de huzurumuz da ebediyen suskunluğa mahkum, dilsiz yakarıcılar olduğunu söyler. Kadınların gündelik hayatın ritminin sahibi olmak dışında başka hiçbir şeye sahip olamadığı, yazılı olmayan yazılı kuralların hikâyesi. Weil’in suskunluğu Yıldıran'ın kadınlarında nefes alan, konuşan anlara dönüşüyor. Bir şeyin özüne inmekten bahsediyor Weil. Derine inmek. Yıldıran fotoğrafları İstanbul'da bir ormanda da çekebilirdi. Onun için imkânsız bir şey. Yıllar boyunca gittiği bir yer. Resimlerinde bu açıdan bir hüsnükabul yok. İçeriden çekilmiş fotoğraflar hepsi. Bir eldivenin içinden görünen el ya da örtünün altından çıkan ayaklar gibi. Sanatçının kurduğu yer bizler içinde bir buluşma yeri. Bu derinliğe dalanlar, bir evin arkasında, bir sofranın üzerine düşen ışıkta, bir tarlanın içinde bekleyen bilinmeyenlerdir. Elle tutamadığımız bir uzaklık. İşitmemiz bundandır belki de. Derler ya görece olan daralırsa duyaca olan genişlermiş. Bir mülk onların içinde yaşayanlar için bir aradalık ilişkisi kuruyorsa, fotoğraf -o beylik laf gibi- zaman akışını durdurabilir ya da kesintiye uğratabilir mi? Bir yarıktan binlerce yarık açılabilir mi? Şaşırtıcı olan Yıldıran'ın işlerinde hiçbir şeyin kesintiye uğramadığı izlenimidir. Yerçekimi olmayan bir mekânda ağırlık da olmaz. Yıldıran'ın işleri zaman açısından ağırlıksız bir terazide kendine mahsus bir ağırlığı yönetiyor. Sanki belirsiz bir zamanın içinden fırlamış gibiler. Bir muğlaklık var. Sahip olamadığımız şeylere dair. Kadınların arasında yaşanan devamlılık bir muğlaklığı gerçek bir zemine koyuyor. Sanatçının gösterdiği şeyin düşünsel boyutunun sarılmasını sağlıyor. Sabahın serin sisine uyananlar donmuş olarak geldikleri yerden dünyamıza çözülmeye başlıyor. Malumat büyük. Duygular sızıyor. Görünenler, gözden öte bir yerde yaşamış bir hayatın dizinin dibine düşüyor.




Comments


bottom of page