Şefik Özcan'ın Keli-mesel Mekân başlıklı sergisi Merkezkaç Kolektif Mekân’da yarın sona eriyor. Özcan’la bir dil çalışması ürünü olarak ifade ettiği sergisine ve mekânın kabiliyetine dair konuştuk
Yazı: Hüseyin Gökçe
"Söylemin ürettiği mekân, mekânın ürettiği söylem" birbirini var ederken "şeylerin düzenini" olağan kılmaktan ibaret bir süreci mi işletiyorlar? Duyulurun paylaşımında kuşkusuz bu türden işleyişler bir yere sahip. Bütün bunların bir nevi askıya alındığı bir müdahalede kelimeler mekânda yeni bir duyuma yol açabilir. Sanatçı ve akademisyen Şefik Özcan, Merkezkaç Kolektif Mekân'da yer verdiği Keli-mesel Mekân adlı sergide son bir yıldır üzerinde çalıştığı on iki anlatı (bu anlatıları okumuş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim bunlar birer öykü) metne yaptığı tipografik müdahale ve boşluklarla kelimeleri mekânsallaştırma amacı taşıyor. Bu tarz "söylemi olan bir mekânda ve mekânı olan bir söylemde, alışıldık olanı sekteye uğratan bir geçicilik / askıya alan bir geçicilik söz konusu edilebilir mi?" sorusuna yanıt arıyor. Yer yer okunamaz bir plastiğe ve anti-plastiğe yol açan kelimeler var olduğu ve kaynaklandığı yeri altüst edince kendine bir uzam yaratabiliyor. Şefik Özcan'a merak ettiklerimizi ama en çok da sormak zorunda olduklarımızı sorduk.
Şefik Özcan, Keli-mesel Mekân sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Merkezkaç Kolektif Mekân
Kelimeler ve mekân gibi iki farklı ontolojinin birlikte varoluşunu mümkün kılan nedir?
Sevgili Hüseyin, öncelikle bu söyleşiyi mümkün kıldığın için sana teşekkür etmem gerekiyor. Ve bir konuşmayı mümkün kıldığın için. Bunun bir diyaloji olmasını daha çok isterdim. Ancak birinin sorular sorduğu, bir diğerinin de cevaplar vereceği bir konumu paylaşacağız. Bunu mekâna ilişkin bir mesafenin zorunluluğu sayalım. Az önce “ve bir konuşmayı mümkün kıldığın için”, sana ikinci kez teşekkür ettim. Konuşmak meselesini önemsiyorum ve teşekkür etmek meselesini de. Burada birtakım sorulara cevap vermenin, bir adım ötesinde “dile getirmenin” ve bir adım daha ötesinde “konuşmanın” bir yönü olmalı. Bir anlamı olmalı demiyorum ama bir yönü olmalı diyorum ve bu yön bir “şey”ler söylemeye, gerçekten konuşmak dediğimiz şeyin bir şey söylemesi gerektiğine dairdir ve “düşüncelerin yönü olmalı”, diye düşünüyorum. Aksi takdirde “konuşmak” dediğimiz şey nedir ki. Teolojik anlatı, biliyorsun, başlangıçta söz vardı diyor. Mekân sonra geliyor. Söz mekânda salınıp duruyor. Eşyaların isimleri vesaire. Sözün bir sözcelem olmaya doğru yapılanması -belli bir kişi tarafından, belli bir zamanda ve yerde- bir düşüncenin yönüne dair olduğu gibi, bir mekânın da üretimine-yapılanmasına doğru atılan bir adımı oluşturuyor. Yani bir sözcelem bir söylem olarak bir mekânı inşa ediyor. Mekân dediğimiz şey bir söylemin mekânına dönüşmüş oluyor. Dinin ve inancın söylemi ve mekânı, iktidarın söylemi ve mekânı, ana muhalefet partilerinin söylemi ve mekânı, kültür kurumlarının söylemi ve mekânı, galerinin, müzenin, üniversitenin söylemi ve mekânı, hastanenin, kışlanın, kentin, toplu konutların vesaire. Söz, kelimeler bir sözcelem, bir söyleme haline geldiği andan itibaren bir mekân söz konusu oluyor. Yani aslında iki ayrı ontoloji değil de sürekli birbirini üreten ve yeniden yapılandıran olgulardan söz ediyoruz. Mekânsız söylem yoktur ve söylemsiz mekân da yoktur. Dünyamızı da dil yapılandırıyordu, değil mi? Şunu da söylemiş olayım; söylemin mekânının ve mekânın söyleminin egemenlik iddiası vardır. Ancak söz söyleme yeterlilikleri, sözcelem yaratma etkinliği ve polemik sahneleri yaratabilme kabiliyetleri bu iddiayı her zaman sınırlamıştır.
Söylemi olan bir mekânda ve mekânı olan bir söylemde, alışıldık olanı sekteye uğratan/askıya alan bir geçicilik söz konusu edilebilir mi? Bir mekân dile dönüşebilir mi? Cevabım evet. Çünkü ontolojik olarak mümkündür. Çünkü bir olabilirlik söz konusudur. Konumlandığı yer olabilirliklerdir.
Keli-mesel Mekân tam da bu ontolojilerin neresinde konumlanmaktadır?
Şunu açıkça belirteyim; Keli-mesel Mekân, öyle çok uzun süre üzerinde düşündüğüm bir sergi (mi? demeliyim, bunu gerçekten bilemiyorum) değil. Ancak, herhâlde bir yılı aşkındır, sürekli yazıyorum. Hatta konuşuyorum kendi kendime de diyebilirim. Yazdığım şeyler birer öykü değil, edebi metinler ortaya koymak gibi bir düşünceye de kapılmış değilim. Sanırım dille biraz daha fazla oyalanmak, diyebilirim. Ki şöyle dönüp, kendime baktığımda aslında dille uğraşmışlığım olmuş hep. Bir yazar kasanın dijital hafızasına müdahale edip, yazdığım kısa bir sözcelemi yazar kasaya tekrar ve tekrar yazdırmışlığım vardır. “Şeyleşmiş bir eylemin tekrarına mahkumum” diye yazdırmıştım. Bir mekân olarak yazar kasanın işlevini sekteye uğratan bir müdahaleydi o. Neredeyse on yıl oluyor. Keli-mesel Mekân’da ise, bir sergileme mekânını, salt sanat nesneleri dediğimiz şeylerin sergilendiği bir mekânın dışına nasıl çıkarabilirim gibi bir düşünceydi benimkisi. Ve böylece son bir yıldır yazdığım “şey”leri, mekânlaştırabilir miyim şeklinde bir düşünceye kapıldım ve kendimi bundan alamadım. Keli-mesel Mekan’ın gerçekleştiği yer, bir kolektifin (Merkezkaç) mekânı ve bu mekânın da kendine göre bir söylemi söz konusudur. Yani bir polemik yaratma iddiası var. Soruna istinaden şunu rahatlıkla söyleyebileceğim bir konumdayım: Söylemi olan bir mekânda ve mekânı olan bir söylemde, alışıldık olanı sekteye uğratan/askıya alan bir geçicilik söz konusu edilebilir mi? Bir mekân dile dönüşebilir mi? Cevabım evet. Çünkü ontolojik olarak mümkündür. Çünkü bir olabilirlik söz konusudur. Konumlandığı yer olabilirliklerdir.
Jacques Ranciére, Kelimelerin Mekânı adlı eserinde Mallarmé ve Marcel Broodthaers arasındaki bir karşılaşmaya yer verir. Bu karşılaşmanın da şairin Bir Zar Atımı Asla Ortadan Kaldırmaz Rastlantıyı aldı şiirinin on iki çift sayfasının Broodthaers tarafından on iki levha şeklinde yeniden ele alınmasından ibaret olduğunu söyler. Modern paradigmanın kurucu unsurları arasında yer alan bu şiirde; kelimelerin idealar, imgeler ve mekân oluşturmadaki gücünü görürüz. Ancak Broodthaers bu şiire müdahale ederek Ranciére’e göre sanatçının oluşturduğu imge bütün metni silmekten, onun yerine mekânsal düzenine, yani “plastiğine” göre siyah dikdörtgenler koyar ve böylece şiiri okunmaz hale getirir.¹ Keli-mesel Mekan’ın bu modern paradigma ile anti-plastik diyeceğimiz müdahale arasında ne türden yakınlıklar ve farklılıklar kurduğunu söyleyebiliriz?
Ah! Açıkçası henüz okumak için sırasının gelmediği, yani okumadığım ama başlığının büyüsü ile yanıp kavrulduğum bir kitaptan ve Ranciére’den söz ediyorsun. Broodthears’ın on iki levhasını ve Mallarme’nin Bir Zar Atımı Asla Ortadan Kaldırmaz Rastlantıyı adlı şiirini biliyorum. Ama bunun Ranciéreci okumasını henüz bilmiyorum. Ama sezgilerim beni yanıltmazsa şayet, Ranciére, polis ve politika arasında kurduğu ilişkiyi, kelimeler ve mekân arasında yeniden değerlendirmiştir. Yani polis düzeni içerisinde, politika bir sözcelem yaratma, konuşma yeterliliği üzerinden ortaya çıkıyor ve sanat sistemi dediğimiz şey de aynı parametreleri söz konusu ediyor. Her birinin bir diğerini silme/iptal etme eylemi sanatın ve politikanın mekânla ilişkisini ortaya koyuyor. Modern paradigma denilen şey zaten sürekli bir silme/iptal etme etkinliği demek değil midir? Anti-plastisite denilen şey, modernin zaten bağrında bir olabilirlik olan şey değil miydi? Tam olarak şu anda, bu soruna cevap verebilmek için, Kelimelerin Mekânı’nı karıştırıyorum. İlk on sayfasını okudum bile. “Kelime-idea”, Valery’e atfen “düşünce figürü” vb. kavramlaştırmalar olağanüstü. Anlaşılan; Valery, Mallarme’nin şiirinin mekânsallığına dair şöyle bir kavramsallaştırma yapıyor; “bir düşünce figürünün mekânımıza yerleştirilişine ilk kez tanık oldum… Uzam burada adeta konuşuyor, düşünceye dalıyor, geçici formlar doğuruyordu. Uzam konuşuyordu”. Burası önemli. Keli-mesel Mekân’ın çıkış noktası bir uzamın üzerine yapıştırılan söyleminin silinerek, başka şekillerde de konuşabileceğine ilişkindi. Tarafımca yazılan on iki anlatı -bak bunu kesinlikle şimdi sözünü ettiğin kitaptan fark ediyorum, yani Mallerme’nin on iki çift sayfası ile, Broodthears’ın on iki çift levhasını- mekânın tüm duvarlarını üçer blok halinde kaplayacak şekilde düzenlendi. Tavandan aşağıya doğru sarkıtılmış ve duvarlara temas etmemesi için belli bir mesafe bırakılmış üçer blok halinde sayfalar. Her blok arasında da boşluklar söz konusu. Her duvar bir anlatıyı dillendiriyor. Bazı anlatılar uzun, bazıları daha kısa. Tipografik müdahaleler ve kelimeler arası boşluklar var. Okunmayı güçleştiren bir boyut katıyor tabi bu anlatılara. Israrlı izleyiciler (okuyucular da diyebilirim), aslında plastik bir kaygının da görünür olduğu bu metinleri okumaya çabaladı. Ancak nereden ve nasıl başlanacağına dair kafa karışıklıklarına tanık oldum. Metinleri bloklar hâlinde değil de okuma alışkanlıklarından dolayı, sürekli soldan sağa bütün bir duvarı katederek okumaya çalışanlar da oldu. Bu da diyebilirim ki Dadacı bir şiirselliğin tınısı gibi yankılandı. Yani düzenleme bir noktada formalist bir estetiği de söz konusu ediyor, ancak diğer taraftan anti-plastik bir boyut da içeriyor. Yalnız o değil de yazar ve şair dostum Lal Laleş bu sergi ile ilgili benim için enteresan olan bir bilgi paylaştı ve serginin genel kurulumuna ilişkin şunları dedi; İslamiyet öncesi Arap şairler hac döneminin o karnavalesk ortamında Kabe’nin duvarlarından bloklar hâlinde yazdıkları şiirleri sarkıtıyorlarmış. Bu bilgi beni şaşırttı diyebilirim.
Farklı öykülerin iç içe geçtiği bir sergi. Ancak öyküler düz bir metin gibi okunmuyor. Sözcükler arasında bıraktığın boşluklar, kelimelerde yaptığın tipografik müdahaleler ve daha birçok şey öyküleri yazılı metindeki gibi okuyamamamıza yol açıyor. Hikâye gibi edebi formun kelimesel bir formda varlık kazanması için kendi dışına ne kadar çıkabileceğini gösterme amacını merak ediyorum.
Aslında bir önceki sorunda buna değinmeye çalıştım. Bak, sen öyle tanımladığın için ben de “hikâye gibi edebi bir formun” diyeceğim; Çağdaş şiire, yazına baktığımızda zaten sürekli kendi dışına çıkmaya çalışan şeyler görüyoruz. Anlatı krizinden olacak ki; romansal anlatılar oldukça kısa, şiir kitaplarına baktığımızda bir sayfanın yüzeyinin herhangi bir yerinde kısacık bir iki kelime görebiliyoruz. Yani demek istediğim, bir mekân olarak kitabın sayfa yüzeylerinde bile edebi formların kendini kelimesel bir formda gösterebildiklerini söylüyorum. Hâl böyle iken; bir galeri mekânının edebi bir formu, keli-mesel olarak kendi bedenine giydirebilmesi de mümkün oluyor. Ve evet, anlatılar düz bir metin gibi okunmuyor, bunu söyledim. Ki hoş, çoğu kişi bu on iki anlatının yazılı olduğu bir broşür, katalog vesaire yok mu sordular. Yani aslında çoğunlukta bir izleyici kitlesi, kendisini sadece görselliğe bırakmış olabilir.
Bazı kelimeler ve onların imgesi yeni bir mekân kurarken bu yerin arkasında büyük bir yıkım ve hafıza kaybını unutturmaya yönelik işlevsellik taşıyabiliyor. Toledo ve Diyabakır’daki Sur’u Toledo yapma isteğinde olduğu gibi. O hâlde kelimeler ve onların çağrıştırdıkları hakkında yeri geldiğinde tereddüt duymalı ve endişe taşımalıyız. Yoksa büyülenme ve hayranlıktan iktidar pratiklerini göz ardı edebiliriz. Kelimelerin iktidar ilişkileri ile olan bağı hakkında ne düşünüyorsun?
Kelimeler büyülüdür. Ciddiyim. Kelimelerin büyüleme güçleri vardır. Etki alanı sınırsız bir olgudan söz ediyoruz. Kendi başlarına hiçbir şey ifade etmeyen ama bütünlüklü bir anlam için bir araya geldiklerinde, yani birer gösteren olarak, bir söyleme dönüştüklerinde, önlerinde durulamaz. Bak, Ranciére’den söz açılmışken, sanırım Siyasalın Kıyısında, kitabındaydı; Romalı güçlerle plebler arasındaki yıllarca süren ve bir türlü bir çözüme kavuşmayan bir çatışmadan söz ediyor Ranciére. Plebler belli yaşamsal hakları için mücadele ediyorlar ancak bunu bir kör dövüşü şeklinde yürütüyorlar. Haklarını ifade etmede homurtular, mırıltılar, inlemeler dışında bir gösteren yok. Ancak ne zamanki aralarından biri bu ses gösterenlerini söze, anlamlı bir bütüne, bir söyleme biçimine dönüştürüp, Romalı güçlerle müzakereye oturur, ancak o zaman Romalı aristokratlar, mekânın paylaşımına dair yeni düzenlemelere girerler. Özneler ve nesneler arasındaki alışıldık ilişki yeni biçimlere dönüşür. Plebler haklarına sahip, yeni özneler olarak yarattıkları polemik sahnesinde yerlerini alırlar. Buradan çıkan sonuç şu oluyor; Kelimelerin iktidarlarla ilişkilerine baktığımızda hem kurucu hem yıkıcı unsurlar kelimelerin tarafındadır.
Öykülerin büyülü gerçeklik bir yönü var. Sanki her şey olağan halinde devam ederken bir şey kendi işlevinden kopup bambaşka bir tarza bürünerek bir olaya neden oluyor. Bir müddet sonra bu olay yaşanmamış gibi her şey yerli yerine ve olağan haline geri dönüyor. Şeylerin ve sözcüklerin olay yaratmadaki potansiyeli hakkında ne söylersin?
Bunun hayata içkin bir şey olduğunu düşünmeyi, yani hayatın zaten öyle bir şey olduğunu düşünmeyi çok isterdim. Ancak daha ziyade, sosyo-politik bir boyut söz konusu. Yani Allah aşkına düşünsene son yıllarda ülkece ve küresel düzeyde yaşananları. Saymaya gerek bile duymuyorum. Olağan seyirlerin nasıl zemin kaybına uğradığını, alışıldık olanın düzeninin nasıl bir anda tepetaklak olduğunu deneyimlemiyor muyuz? Hayatta kalabilmiş olmak bile bir mucize. Ama anında alışılıyor. Hiçbir şey olmamış gibi devam ediliyor. Öyle değil mi ama? Aklıma hep Marquez (Toprağı bol olsun)’in Kırmızı Pazartesi adlı romanı geliyor. Gerçekleşecek olan bir cinayet söz konusu. Bunu herkes biliyor. Cinayeti işleyecekler bile lütfen biri bizi durdursun, deme noktasındalar. Ama kimse -yetkililer dahil- bir şey yapmıyor. Ve cinayet işleniyor. Daha ne diyeyim.
Öykülerin şiirsel bir yönü olduğu gibi Kelime-sel Mekân da bu ortaklığı paylaşıyor. Şiirsel olanın bir anlığına bedenimizde farklı tarzlarda dalgalanmalar yaratan bir yönü olduğunu düşünüyorum. Daha geniş zamanlara yayılırsa bunun başlı başına şiir olabileceğini ifade edebilirim. Yaşamı şiirsel olana dönüştürmekle hayatın şiir olması arasında bir fark olduğunu düşünüyor musun?
O değil de şunu hep düşünürüm; yaşam büyüselliğini yitirdi. Artık hiçbir şey bize yabancı değil. Her şeyin adı var ve artık onları parmakla göstermemize, işaret etmemize gerek yok. Büyüselliğin yitirildiği bir çağda yaşamı şiirsel olana dönüştürmek, hayatın şiir olması vesaire. Bilemiyorum. Modern paradigma anlatıya ilişkin, şiirselliğe ilişkin bir şeyler taşıyordu hâlâ kendinde. Ve şiire ilişkin. Ancak kriz kazandı. Yine de hakikat şiir olarak dile getirilebilir.
Öyküler, anlatıcı benin tanıklığının, hatırladığı veya tam olarak hatırlayamadığı olaylardan da kendi formunu yarattığını söyleyebiliriz. Tanıklık ve hafıza arasındaki ilişkinin öykü ve Keli-mesel Mekân’daki yeri hakkında neler söylersin?
Anlatıları okudun. Neredeyse hepsinde aslında bir hatırlayamama durumundan söz ediliyor. Metinler içerisindeki bazen bıktırıcı düzeyde yerini alan tekrarlar, bir akılda tutma çabası olarak görülebilir. Hatta bazı yerlerde şiirin nakaratları gibiler tekrarlar. Bunu sen ve başkaları da söylediği için söylüyorum. Yani anlatıların şiirsel bir tınısı olduğu vesaire. Evet, bu öyküler diyeyim, büyük çoğunlukla unutulmuş ve apansız başka biçimlerde yeniden hatırlanmış öyküler. Hatırlandıkları anda da aslında dilsel olarak kendilerine bir biçim bulmaya çalışmışlar. Kelime-idea, düşünce figürü gibi, belki bunlara da dil-çalışması demeliyim. Yani Keli-mesel Mekân bir dil-çalışmasının ürünü oldu.
Bu sergi bir yerde kavramsal bir sergiye dönüşme ihtimali varken bundan seni neyin alıkoyduğunu merak ediyorum? Büyülü gerçeklik, dil ve anlatımın bunda etkisi oldugu söyleyebilir mi?
Sanırım az önce söylediklerimin içinde bu sorunun da cevabı oldu. Kavramsal bir sergi olabilir mi -nihayetinde bildiğimiz anlamda sanat nesneleri göstermiyorum- diye açıkçası hiç düşünmedim. Dediğim gibi bunlar birer dil-çalışmasıydı (bu ifadeyi sevdim) ve çalışmanın sonuçlarını bir mekân anlatıya dönüşerek, kendini bir silme/iptal etme sürecine bırakarak yeniden dile getirmiş oldu. Sonra yine kendi bildik anlatısına geri dönecek.
Şefik Özcan, Keli-mesel Mekân sergisinden yerleştirme fotoğrafı, Merkezkaç Kolektif Mekân
Sergide bir kaide üzerindeki cam fanusun paramparça olduğunu görüyoruz. Cam kırıklarının etrafa yayıldığına şahit oluyoruz. Hikâyeleri dikkatli okuyunca çoluk çocuk, yaşlı genç insanların taş atma festivalinde yere düşen bir taş parçasına çağrıldığı sergide yer vermek isteyen bir sanatçının sergileme pratiğinin bir sonuca ulaşmamasından kaynaklı kırıklar. Bu sanatçı taşlardan herhangi birisini bulamayınca işe yarar bir kaldırım taşına bir cam fanusun içinde vişne rengi kadife bir kumaş üzerinde yer vermek istemesine karşı, kaldırım taşının içine konulduğu cam fanusu paramparça ederek ait olduğu yere uzaklaşmasının sonucunda oluşmuş bir sergileme biçimi olduğunu öğreniyoruz. Taş atma festivalinde atılan bir taş veya kaldırım taşı olsun onun bu şekilde estetize edilerek sergilenmesi mi bir sorun oluşturuyor? Yoksa bu türden bir eyleme veya olaya sahne olmuş veyahut kendi halindeki bir taşın sergilenemez olduğuna dair bir bakış açısıyla yaklaşıyorsun bu konuya?
Sevdiğim anlatılardan biri o. Üzerine bir de söz konusu ettiğim olayın gerçekten olduğuna, gerçekleşmiş olduğuna ilişkin yemin beyanım var. 2011’de, beyaz bir kaide üzerinde, cam bir fanusun içinde, vişne rengi bir kadife zemin üzerinde bir kaldırım taşı parçasını gerçekten sergiledim. Serginin gerçekleştiği hafta içerisinde sokak eylemleri vardı. Taşlar atılıyordu evet. Kaldırım taşları da paramparça edilmişti. Bir kaldırım taşı parçası bana göz kırparak hem o sergiye dahil oldu hem de bugünkü anlatının gizli kahramanı oldu. Sergiye katılan sanatçılardan biri o zaman şunu söylemişti; -bak bunu da şimdi bu soruna cevap verirken hatırladım- bu çalışma 60’larda olsa Art Povera kabul edilirdi, diye. Yani Fukara Sanat. Şimdi düşününce görüyorum ki fukaraca bir pratik ortaya koymuşum. Bu yetmiyormuş gibi de o kaldırım taşı parçasına rezilce davranmışım. Şimdi bir dil-çalışması yoluyla herhalde düzeltmeye de çalıştığım şey budur. Ve evet, çağdaş bağlamda üretilen çalışmaların bazı konuları, özellikle de politik sanat olduğu iddia edilenlerin estetize edilerek sunulmasını iğrenç buluyorum. Kültürelleşmiş küresel bir sanat piyasasından da bir şey beklemiyorum. Ve Sevgili Hüseyin Gökçe, sana üçüncü kez teşekkür ediyorum. Bu konuşmaya bir yön verdiğin için.
Comments