Doya doya yaşadı Gülçin.
O yüzden onu mutlu hatırlayacağım.
Yazı: Oğulcan Yiğit Özdemir
Gülçin Aksoy, The Family Cemetery
Tabii, şu sıralar bir cenaze evini fazlaca andıran zihnimizin arka odalarında hiç böyle zamansız yer tutmasını istemeyeceğimiz, kötü denk düşmüş rahatsızlıklar, ölümler, Nazlı Pektaş’ın sanatçı ve akademisyen Gülçin Aksoy özelinde sosyal medyadan ifade ettiği gibi “ölüm ne de kolay” dedirten isimler var. Açıkça söylemek gerekirse, bu yazıda sevgili Gülçin’in, Akademi’de geçirdiğim yıllarda gördüklerimin ve duyduklarımın yanı sıra kendi üretimi nezdinde, eksik, gedik bile olsa, bir çeşit yadına uğraşacağım.
Ama öncelikle şunu söylemem gerekir, Komet’in ölümünün ardından masa başına hızlı geçmiş, olayın acısı henüz taze, göz pınarları henüz doluyken bir yazı kaleme almış, bu hızdan ötürü de sorgulanmıştım. Acaba, bir ölümün acısının ardından bunca kolay yazıya durmak ne kadar samimiydi? İşte Gülçin’i tam da bu anlamda yazacağım, onun, sanat ve samimiyet kerterizi noktasında ayrıksı özen ve itibarından başlayarak.
Mazi kalbimde bir yara
Gülçin’in işlerinde samimi olmaya gayreti yoktu, çünkü onun bir yapıt, yani yapıntı bir nesne olduğunun, sosyal işlevleriyle ölçülmesi gerektiğinin son derece farkındaydı. Eserlerinde hiçbir zaman vıcık vıcık, neredeyse Rokoko bir samimiyet arayışındaki sanatçılardan olmadı. Hayır, Gülçin bunu yalnızca bir eleştiri, duruş edinmek için de yapmadı. O, insanlara karşı samimiydi. İnsanlara karşı samimi, içten, incelikle örülmüş bütünlüklü ilişkiler yürüten bir kadın, bir sanatçı, hoca olabilmek için, işlerinin böylesi bir yapısına ihtiyacı vardı belki.
Dolayısıyla günümüzde, herkesin az çok tattığı, bildiği, duyduğu üzere, para ve çıkar ağlarıyla örülmüş bu sanat ortamında, bu durumu bilen ve alternatif oluşturan bir isim olarak yıllarca aramızda bir inci gibi parladı, ışığını onu tanıyan ve tanımayan herkese saçtı. Bir şeyin ustasıysa, Gülçin, bunun ustasıydı. Öğrencilerin içerisindeki yaratıcı çekirdeğin üzerindeki tozunu aldı, raftan indirdi, kutusunu açtı ve havalandırdı. Bunu, gerçekten de yıllar önce unutulmuş bir sandığa gösterdiği, içerisindekine merak dolu duygularla yaklaşan bir ev sahibi gibi ilgiyle yaptı. Ardından da uçmalarına, kendi dallarına konmalarına izin vermek üzere ayrıldı.
Ayrılmak gerçekten en zoru. Güzel anıları, aile travmalarından, soy kütüğüne kazınmış, zihne musallat olan tatsız anıları, imgeleri damıtarak sanat vasıtasıyla yaratmak işinde, bu kasvetli hatıralardan ayrılmak, en zoru. Yıllarca, bana kalırsa, bunun imkânını, şimdide kalmanın imkânını öğretti Gülçin. Şimdi kendisi, uzaklardan seslenir gibi, kasvetli bir anıya dönüşmeyi istemeden: “devam”.
Yarın aydınlık
Bazen biri öldüğünde gökyüzü gibi bir gülümseme bırakır ardında. Yazının başlığında ayna metaforunu kullanmıştım. Onu oradan alın, karşısına oturun, lütfen. Kaçımızın böyle bir lüksü, böyle bir şatafatı olmuş olabilir bu gezegende. Hangi sanatçı Gülçin’in ardından “acaba ben nasıl hatırlanacağım” diye sormamıştır? Bu soruyu önümüze getiren, soyu tükenmekte olan, avangart diyebileceğimiz sanatçılardandı.
Yine de, bana öyle geliyor ki, zamanının ötesinde olması, avangardın gelecek tutkusuna iliştirilmiş bir eleştiri mahiyetinde olmasından ileri geliyor: “geç kaldınız”.
Asla gelmediler.
Şimdinin imkânı
Geriye, işte bu mütevazı, belki egemenler için son derece de ürkütücü olan, bir zamanlar burada, aramızda dolaşmış olan bir ruhu, şimdide olmanın ruhunu çağırmamız, onu hatırlamamız arzusu kalıyor. Gezi Parkı’nda bir anda milyonların önüne düşmüş, adeta “patlak vermiş” o tutkuyu, halı atölyesinde yıllarca ilmek ilmek örenlerden değil miydi? Bana kalırsa, bir çeşit imge fabrikasının başında, işçilerinden biri olarak, öğrencilerin, emekçilerin arasında olmanın keyfini doya doya yaşadı Gülçin.
O yüzden onu mutlu hatırlayacağım.
Bình luận