Gizem Akkoyunluoğlu'nun Kudretin Silüetleri isimli kişisel sergisi 6 Nisan'a kadar Sanatorium'da devam ediyor. Sergideki eserlerin tarih içindeki yansımalarına siyah ve cadılık ilişkisi üzerinden bakıyoruz
Yazı: Melis Bektaş
Gizem Akkoyunoğlu, Witch kings of the Carrion Sky, 2023, Kâğıt üzerine füzen, 120x213 cm
Gizem Akkoyunoğlu’nun Sanatorium’daki Kudretin Silüetleri başlıklı sergisine dair düşünmeyi mekânın girişindeki bir masanın üzerine yerleştirilmiş, İzmir’deki atölyesinden getirdiği notların, eskizlerin arasında bulunan, Siyah, Bir Rengin Tarihi adlı kitaptan başlatıyorum. Siyahın değişen anlamlarına ve kültürel bir mesele oluşuna dair heyecan verici metinlerle karşılaşıyorum bu kitapta; “paletten sözcük dağarcığına” geçişin tarihler boyu yarattığı tekinsiz ve fantastik hikayeler, bilinmezlikle ve karanlıkla güçlenen iktidarın form değiştiren avları… Bu rengin imgede ve dilde taşıyıcı olarak yer alması Akkoyunoğlu’nun karanlığı bir varlık olarak işlediği resimlerle örtüşüyor. Bir metin ya da resim nasıl karanlık olur, siyah ölümü ve boşluğu taşımaya mahkum mudur? Siyahın değişken tabiatını ve farklı kültürlerle bağını sergide bir sembol olarak okuyorum.
Sergiden yerleştirme görüntüsü, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Akkoyunoğlu’nun 2020’de gerçekleşen Nerede Duruyorsun? başlıklı sergisinde mekânı tamamen siyahla kaplayan, sadece resimlerin aydınlatıldığı bir yerleşimden sonra bu sergi beyaz ve soğuk bir kurgunun ortasında vücut buluyor. Masadakilerle birlikte cadı mitlerine dair sembollerle karşılaşmaya başlıyoruz. Masanın yanında, sergideki ilk resimde yarı işlenmiş bir kristal boşlukta duruyor. Buradaki kristalin ana tanrıça miti ve yeryüzüyle ilişkisi, yeraltıyla, toprakla çağrışımı binlerce yılın hareketini sürdürüyor. Sergi boyunca devam eden sembolik anlatımlar bizi ikilikler kurmaya, değişkenliği hatırlamaya yönlendirirken karanlığın içinde bir avcı konumuna geldiğimi hissediyorum.
Sergiden yerleştirme görüntüsü, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Akkoyunluoğlu’nun resimlerinde siyahın yarattığı, semboller, mitler ve cadılık üzerine göndermelerin açığa çıkardığı çağrışımları serbest bırakarak tarih içinde gezinmek ve cadılıkla siyahın ilişkisine bakmak istiyorum. Siyahın bir renk olarak kullanımı söz konusu olduğunda uzun ve karmaşık bir geçmiş çıkıyor ortaya. Bu rengin tarih boyunca Eski Mısır'da ölüm ve yeniden doğuş Antik Yunan'da, karanlık, kötülük ve ölüm gibi türlü anlamlar yüklenen temsilleri var. Eski Mısır'da Nil Nehri'nin taşıp ardında bıraktığı siyah balçık verimliliğin, bereketin habercisiydi ve yaşamla ilişkilendiriliyordu. Bu renk aynı zamanda ölüm ve yeniden doğuşun tanrısı Osiris'i temsil etmek için kullanılırken Antik Yunan'da siyah, karanlıkla, yasla ve kötülükle ilişkilendirildi. Yunan mitolojisindeki ilk tanrı Khaos’un kızı olan Nyks’le, yani Antik Yunan’da gecenin, yeraltı dünyasının tanrıçasıyla bağdaşırdı. “Bazı anlatılarda öyle karanlıktır ki, Zeus’u bile korkutur. Arkaik dönemde yunan topraklarının her tarafında ona siyah dişi koyun ya da kuzular kurban edilirdi. Gök ve yerin dışında yeraltı dünyasının da tanrısı olan Nyks siyah renkle yakından ilişkili çok sayıda varlık doğurur. Uyku, rüyalar, iç darlığı, gizem, geçimsizlik, sıkıntı, yaşlılık, mutsuzluk, ölüm.”[1]
Akkoyunoğlu’nun kâğıt üzerine füzen resimlerinde zamanı ve mekânı eşitleyen, donduran bir şey var. Sergi, efsanelerin ve gerçekliğin bulanıklığı içinde cadı oluşun manzaralarını gösteriyor. Sergide biçimsel olarak bir odak noktası tercih edilmemiş, hikayeler mekana dağılmış. Bir bütün oluşturmuyor bu resimler, birbirlerinden ayrılarak çoğaltıyorlar anlamı. Her resim diğerleriyle birlikte, ama ayrı ayrı, kurmaca bir gerçekliğin içinde. Her şeyin bir arada olduğu, ufuk çizgisinin kaybedildiği, keskin manzaralardan taşıyor kehanetler. Siyah değişken doğasıyla asırlar boyunca türlü kabullerin değişmez tanımlarıyla sınırlı kalmıyor.
“Uzun süre boyunca başlangıçtaki doğurgan siyah bazı yerlerin simgeselliğiyle bağdaştırıldı. Bunlar mağaralar ve kovuk, in, uçurum, doğal kaya oyukları veya yeraltı geçitleri gibi toprağın derinlikleriyle ilişki halinde olduğu sanılan doğal oluşumlardı. Buralar ışıktan mahrum olsa bile verimli potalardı, doğumun ya da metamorfozun yeriydiler, enerjiler buralarda toplanıyordu ve bundan dolayı da kutsal alanlardır, şüphesiz insanlığın da en eski ibadet yeri buralardı.”[2] Siyahın simgeselliği mekânlara, resimlere, metinlere ruh hallerine temas ediyor. Karanlık, mağaralarımıza, inlerimize, oyuklarımıza dolarken, tek ve sarsılmaz bir anlama gelemeyecek kadar genişliyor.
Gizem Akkoyunoğlu, Mirror Lake, 2024, Kâğıt üzerine füzen, 105,5 x 162,5 cm
Akkoyunoğlu’nun resimlerinin atmosferi fantastik olanın geçmişteki gerçekliğini hatırlatarak cadının zaman içindeki hareketini yansıtıyor. Bir cadıyı göle veya nehre atmak, cadı için çok eski “testlerden” biriydi. Eğer boğulursa masum, yüzerse cadı sayılırdı. Berçem Gözde Ölmez’in bu serginin metninde bahsettiği Mirror Lake isimli resim belirsizlik ve korku hissiyle baş edemeyen tanıdık bir avcıyla yüzleştiriyor izleyeni. Timsahların yalnızca kendilerine teslim edilen kurbanları suda boğarak avladıkları ve güneş, ay ve yıldızlara bu cinayeti suyun işlediğini söyledikleri primitif inançlar bu resmin katmanlarından birini temsil ediyor. Kendisini cinayetin sorumlusu olmadığına avını inandıran timsah gibi cadı avcıları da sorumlu olarak kendilerini görmez. Zira onların gözünde cadı, kötülüğün kendisidir.
Çıplak kadın cadı imgesi görsel kültürde yaygın bir görsel mecaz. Sanat tarihinde de cadı; arzuyu, korkuyu ve kafa karışıklığını uyandırarak kendine bir yer buluyor. Aktif toplumsal baskıyı ateşlendiren propagandist bir sembol olarak da işlev görüyor. Akkoyunoğlu’nun resimlerinde cadı, cadının yokluğunda görünen bir sembol. Cadının kehaneti de burada canlanıyor. “Eğer cadıyı hayal edersem, bir cadı-imgesi mi inşa etmiş olurum? Bu, yaşadığım ve miras aldığım dünya görüşümün algılanabilir alanından bir 'cadı' yorumu inşa eder. Cadıyı, 'cadı' ile somutlaşan anlamın ağırlığı sayesinde inşa ediyoruz.” [3] Sergi boyunca cadı, görmediğimiz cadı, sadece bir beden değil, aynı zamanda karmaşık nitelikler ve kültürel özgünlüklerle dolu bir davranış biçimi ve günümüzde de başka formlarda hissediliyor. “Oysa cadılar da insandır. Canavarların aksine bir topluma aittirler. Hem 'öteki'dirler, hem de 'biz'”[4]
Comments