Ekim ayında Londra’da açılan yeni Bloomberg Avrupa Genel Merkez Binası, dünyanın en sürdürülebilir ofis tasarımına sahip olacak şekilde tasarlanmış. Ekolojinin yanı sıra kültürel mirası da odağına koyan yapı, geçmişle gelecek fikri arasında sıkı zihinsel köprüler kuruyor
Olafur Eliasson, No future is possible without a past, Fotoğraf: James Newton
Bugün şirketler yeni bir mekân tasarlarken ya da çalışma akışı oluştururken dünyanın etik ve kültürel meseleleriyle de doğrudan ilişkilenmek durumundalar. Her ne kadar kuzey kutbunda buzulların erimesinin önüne tamamen geçemiyorsak da, bu konunun önemini geniş ölçekte anlatan ve anlayanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Sanayi Devrimi’nden bu yana bacaların dumanını azaltacak kadar farkındalığımız oluşmuş durumda. Küresel iş ve finans alanında önde gelen veri ve haber kaynağı şirketi Bloomberg, Ekim ayında Londra’daki yeni Avrupa genel merkezinin açılışını gerçekleştirdi. Bu merkezin dikkat çekici yanlarından biri de “dünyanın en sürdürülebilir ofis tasarımı”na sahip olması yani geleceğin en önemli meselesi ekolojiyle olan bağı.
Binanın dış cephe strüktürü taştan üretilen çerçevelerin içine gömülmüş bronz kanatlar ve tırtıklı camlardan oluşmaktadır,
Fotoğraf: Nigel Young/Foster + Partners.
Bloomberg’in kurucusu Michael R. Bloomberg’in New York’taki ofisinde İngiltere’nin en önemli mimarlarından Norman Foster ile yaptığı görüşme sonrası hayalden gerçeğe dönüşen proje, 4000 kişiye iş alanı oluşturacak olmasıyla ekonomik, yapılışında esas alınan sürdürülebilirlik ve inovasyon konularındaki benzersiz detaylar açısından geleceğe bakan, şehrin simgesel mimarilerinden biri olma hedefiyle kültürel, dünyaca tanınan altı sanatçıya mekâna özgü işler üretmesi için sipariş verilmesi ve bu siparişlerin devamının gelecek olması açısından sanatı da temel odağı haline getirmiş çok yönlü bir merkez. Herhangi bir ofis yapısıyla karşılaştırıldığında, yüzde 73 oranında su, yüzde 35 oranında enerji tüketiminin -karbon salınımı dahil- önüne geçen; bir anlamda ışığını, suyunu, havalandırmasını ve güç kaynağını tasarım anlayışında, dolayısıyla ekoloji duyarlı inovasyon sistemi ve materyal seçiminde bulan Londra’daki Bloomberg Avrupa Genel Merkez binası, finans piyasaları ritminde bilgi depolama ve sunma gibi zaman odaklı iş yürüten çalışanlarına dikkate değer bir çalışma ortamı sunuyor. Belki de bunun en simgesel örneği tavana yerleştirilmiş parlak ve şık panellerin aslında ısıtma, soğutma, ışık ve akustik fonksiyonları aynı anda sağlayabilecek nitelikte olması. Daha da üstte yani çatıda, yağmur sularının toplanarak kullanım suyu olarak işlerlik kazanması söz konusu. Yılda 25 milyon litre suyun kazanımını hayal etmek, bu geniş kapasiteli binanın kendisini hayal etmek kadar değerli. Simgesel anlamda böyle içerikli bir çatı altında çalışmanın zihin açıcı ve duyarlılık sağlayıcı bir yanı da olmalı.
Üçlü heliks rampadan çatı görüntüsü, 6. katın mutfağından çekilmiştir, Fotoğraf: Nigel Young/Foster + Partners
İç ve dış mekânında bronz, cam, ahşap ve taş gibi doğal malzemelerin hakim olduğu bu yeni Bloomberg binasını tasarım incelikleri dışında heyecan verici kılan bir başka özelliği ise kurulduğu The City içindeki Bank bölgesinin tarihsel dokusuyla kurduğu ilişki. Londra’nın Romalıların işgalinde olduğu 43-380 yılları arasında, ki bu dönemde burası Latince’deki adıyla Londinuim’dur, büyük bir ticaret merkezi olması, ardından Roma tanrısı Mithras’ın burada bir tapınak inşa ettirmesi ve ilerleyen yüzyıllarda bölgenin büyük yıkımlar ve yapımlara sahne olmasıyla da daima güçlü bir tarihsel belleği bünyesinde barındırmasının Bloomberg genel merkezinin mimari olarak şekillenmesinde itici bir güç anlamına geldiğini görüyoruz. Nihayetinde, üzerinde yükseldiği zengin belleğin binanın tarihe gömdüğü değil, bizzat yapım aşamasında gün ışığına çıkarttığı, koruduğu, esinlendiği ve yaşamsallaştırdığı bir tarihsel değer olması oldukça dikkat çekici.
Bucklersbury'den Bloomberg'in girişi, Fotoğraf: James Newton
Bir metropolde bir iş yeri ortaya çıkarken belli bir kültürel sermaye fikrinin de sanattan arkeolojiye uzanır biçimde çok yönlü olarak meydana getirildiğine tanık oluyoruz. Geçmişle gelecek fikri arasında sıkı zihinsel köprüler kuran bu değer anlayışı, aynı eksende London Mithraeum Bloomberg Space’in ortaya çıkmasına da fırsat verir. Bölgenin arkeolojik geçmişine ait kalıntıları Mitras’ın tapınağını da anarak bugüne taşıyan, sergileyen bu alan, tıpkı Bloomberg binasına yeni iş üretmiş Olafur Eliasson’un enstalasyonuna verdiği Bir geçmişi olmayan gelecek yok (No future is possible without a past) isminde olduğu gibi geçmiş ve gelecek fikirlerini aynı anda sahipleniyor. Büyük düşünmek ve geleceğe kalmak da şüphesiz bu denli tüm zamanları kuşatmayı gerektiriyor.
Olafur Eliasson, No future is possible without a past, eserin üçlü heliks rampada bulunan tabanı, Fotoğraf: James Newton
Şu sıralarda Londra’nın finans bölgesi The City’de hiç olmadığı kadar hummalı bir yapım çalışması var, yeni binalar birbiri ardına yükseliyor, diğer yandan tarihi binalar restore ediliyor; Londra adeta “under construction”. Şehirler tarih boyunca çeşitli nedenlerden dolayı bu harekete ihtiyaç duydu, inşa halleri şehirliler için çekilmez ve kaçınılmaz arasında salınıyor ama işte en önemlisi neyin nasıl yapıldığı, bir binanın nasıl inşa olduğu hatırı sayılır bir mesele; değerlerle ilişkilenmeden bir değer olma arzusu ise imkansız. Tarih ve doğa fikri bu açıdan dünyalar kuranlara sonsuz düşünsel kaynaklar sunuyor. Bloomberg’in iş üretmesi için sipariş verdiği altı sanatçıdan biri olan Cristina Iglesias da işte bu tarihsel bölge ile bağ kuran çok parçalı yerleştirmesi ile öne çıkıyor. Kanımca Bloomberg’e yerleştirilmiş sanat işlerinden duygulanımsal etkisi en güçlü olanı Iglesias’ın Unutulmuş Akıntılar (Forgetten Streams) adını verdiği dış mekân işi. Büyük iş yerlerinin girişinde sıklıkla eril gücü temsil eden dikey konseptli sanat projeleri yer alır, Iglesias’ın işi aksine alabildiğine yatay konseptli.
Cristina Iglesias, Forgotten Streams, Fotoğraf: Nigel YoungFoster + Partners
Blooomberg’in bulunduğu eski Londra’yı Romalıların işgal etmesinden önce bu bölge tarihçilere göre ormanlık bir arazidir ve içinde Thames’e dökülen Walbrook adlı bir nehri barındırır. İşte İspanyol sanatçının üç yere birden yerleştirdiği işi, esinini yüzyıllar önce varlığı bilinen bu nehirden alıyor. Kökleri yere sımsıkı bağlanmış dalların akıl almaz karmaşık ağında sonsuzca yolunu bulan sular sanatçının doğayla ve tarihle kurduğu derin ilişkinin en süssüz en çarpıcı karşılığı olarak duruyor. Iglesias’ın bu dış mekân yerleştirmesi gerçekten de yepyeni bir binanın önünde en vahşi haliyle uzak yüzyıllardan kopup gelmiş doğanın ürkütücü çekiciliğini açığa çıkarıyor. Hazmedilmesi kolay olmayan, belli bir zihinsel farkındalık talep eden böyle bir sanat işinin binanın kaldırımla bütünleşen ana girişinde konumlanması, Bloomberg’in mimari projesinin ana eksenine yerleştirilmiş ekolojik ve kültürel sürdürülebilirlik iddiasının en net simgesi olarak okunabilir.
Pae White, Pomona, Fotoğraf: James Newton
Bu binada çalışacak 4000 kişi ve olası ziyaretçiler ofis alanlarında, toplanma yerlerinde ve geçişlerde Pae White, Michael Craig-Martin, Arturo Herrera, Olafur Eliasson, David Tremlett, Ben Langlands - Nikki Bell, Isabel Nolan’ın işleriyle karşılacak. Eliasson’un iki ayrı kata yerleştirdiği ışık oyunlarıyla su hissi yaratan gümüş rengi yerleştirmesindeki hareketi sağlamak için kimi zaman havaya doğru kimi zaman yere bakmak gerekecek. Tıpkı geçmişe ve geleceğe birden dokunmak ister gibi. İnsanın payına düşen, sonsuz hareket; bilgiyi ve dünyaları kurmak ve yaymak adına, tarih boyunca. Tıpkı Bloomberg’in yaptığı gibi.
Comments