top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

Bu bize ne anlatıyor?

17 Ocak Cuma günü Sakıp Sabancı Müzesi’nde yer alan Teknolojik Sanat Eserlerinin Korunması konferansında Anıt ve Belge, Eser ve Arşiv Arasında Sanatçı Pratiği: Eşit Olmayan Koşullar, Küresel Beklentiler adlı konuşmayı gerçekleştiren Vasıf Kortun ile sanat dünyasında son dönemin güncel başlıklarını kısaca ele aldık*


Röportaj: Evrim Altuğ



Vasıf Kortun, SSM'de, İstanbul



Sevgili Vasıf Kortun, İstanbul’a tekrar hoş geldiniz. Sizi burada görmemizin gerekçesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde düzenlenen oldukça esnek, meraklı ve enteresan bir sunumdu. Bu sunumun gerekçesi ve hikâyesi nedir?

Konferansın temel meselesi -yanılmıyorsam bir dizi konferans daha olacak bu konu hakkında- dijital sanat eserlerinin saklanması, korunması ve paylaşılması. Ben “Peki, daha önce nasıl oluyordu?” sorusunu sorarak konuyu biraz daha geriye çekmek, tarihselleştirmek istedim. 20. yüzyıl boyunca gerçekleşen pratiklerin bugünkü duruma getirebilecekleri sorular ve öneriler ne olabilir gibi... Özellikle sürüm, konum ve sanatın -uğraştığınız bir beden olarak bile olsa- bir materyal olarak ilişkisi. Tüm bunlardan yola çıkarak pratiğe nasıl bakmalıyız diye düşünmeye çalıştım.


Burada altını çizdiğiniz önemli mesele, arşivin gerekliliği ve gereksizliği olabilir mi?

Senin de sorun o yöndeydi, arşiv değeri olmayan ya da olmayacağı kesin olan çok dijital materyal de var. Bunların öncelikle elenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hepsinin bir karbon ayak izi var. Lüzumsuz materyalleri sadece sanatçılar değil hepimiz boşu boşuna saklıyoruz, bulutta, hard drive’larda… Sanki belleğimiz onlardan oluşuyormuş gibi saklayıp duruyoruz. Bunları elememiz gerekiyor. Düşün ki, benim küçüklükten kalma yüz tane fotoğrafım var ve o yüz fotoğrafa baktığımda her seferinde onları ayrı bir şekilde düşünüyor, ayrı bir tarafından okumaya çalışıyorum. Bunlar yazılı olmasa da benim için birer aide-mémoire.


Fakat bugün çocukların -senin de çocuğun var biliyorsun- yüzlerce hatta binlerce fotoğrafı var. Bu yüzlerce, binlerce fotoğrafa ihtiyacımız var mı gerçekten? Bu bize ne anlatıyor? Bu kümülatif oluşum orada olmuş olmasının ötesinde herhangi bir değer oluşturuyor mu? Bu sorular aynı zamanda sanatçı pratiğinde de geçerli çünkü sanatçının bir işi yapana kadar geçirdiği uzun süreçler var, eğer iyi bir sanatçıysa... O süreçleri ayıklamaktan bahsediyorum.


Konferansın verdiği mesajlardan bir tanesi de, müze denen kurumun içermesi gereken kökten ve koşulsuz, demokratik, kolektif, hafıza üretimi potansiyeli mi? Bir ideal müze. Biraz da o tecrübeden bahsedelim isterseniz.

O tecrübeyle ilgili çok fazla söyleyebileceğim bir şey yok. Yapısal olarak yanlış bir model olduğu yıllardan beri belli olan bir kurum. Kurumun adı İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, bağlı olduğu kurumun adı da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi. Resim ve Heykel Müzesi’nin ne mali ne de idari özerkliği var. Mali ve idari özerkliği olmayan bir müzenin bu konstelasyonda işlemesine imkân yok. Dikkatli bakarsak, bu da çok önemli bence, 1937’teki kuruluşundaki dört maddeden bir tanesi o zaman Akademi’yle olan ilişkisi. Bu çok net bir şekilde eğitime katkı olarak belirlenmiş. Akademi'nin, yani Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin müzeyi yönetmesi gerekmiyor. Üniversite müzeleri meselesini uzun uzun araştırdım, iyi müzelerin hepsindeki bu ortak öğe özerklik ve akademik ilişki... Kullanıma dair bir çıkar ilişkisi yok.


Peki başka benzerlik midir Santralistanbul?

Değil çünkü orayı göremedik bile. Açılmasından sonra hemen kapandı. Orada da profesyonel bir yapılanma olmadı. Aralarında en iyi işleyen Sakıp Sabancı Müzesi’dir. Gönül ister ki müfredatla müzenin ilişkisi biraz daha yakın olsun. Bir üniversite müzesinin yapabileceği en iyi şey akademi ve araştırmalarda yer bulmaktır.


Resim Heykel Müzesi bugünkü koşullarda sizin varlığınız, desteğiniz ve vizyonunuz olmadan B planı olarak kendi kendine ne önerebilir?

Şu ya da bu şekilde bitmek üzere olan bir yapı var, bir aciliyet söz konusu. Umarım müze duvarlara eser asmakla sınırlı bir yer olarak algılanmaz ve bir araştırma kurumu olarak var olur. Hâlâ bu imkân var sadece ben çok yoruldum. İğrendim.


Saha Derneği ile de ilişkiniz sürüyor. Saha Derneği’nin yapısal bağımsızlığı hakkında bir eleştiriniz var mı? Her şeye bu kadar destek olmaları aynı zamanda bir tür otorite yaratmıyor mu?

Ne yönden eleştirebileceğimi bilmiyorum ama bir şey iyi işlediği için kimi zaman otorite haline dönüşebiliyor.


Peki SALT’a nasıl bakıyorsunuz? Ne katıyor İstanbul’a, Türkiye’ye?

SALT gene sakin ve o hengâmeye girmeden yaşamayı beceriyor. Bence bu da çok kritik. Yönetim kurulunda olduğum bir kurum üzerine konuşmayı pek doğru bulmuyorum. SALT’ta yetişen bir kuşak var, onlara sormalı…


Peki Türkiye’deki müze şantiyelerine baktığında lojistik, finansal veya ilkesel herhangi bir çarpıklık veya kusur görüyor musunuz? Bizi bazı konularda uyarabilir misiniz?

Çok zor bir soru. Eğer bir müze çarı olsaydım ve elimde muazzam bir kudret olsaydı kamu gücü ve devlet desteğiyle tabii ki bazı şeylerin toparlanmasında ya da yeniden düşünülmesinde bir rolüm olabilirdi. Ama şu anda dünyada da durum fena. “Dünya bir yere gidiyor da Türkiye bambaşka tuhaf bir yere gidiyor,” diyemeyiz. Bir sürü kurumun iç işleyişini bildiğimden değil; kararların nasıl alındığını öngörebiliyoruz. Onlar hakkında çok fazla bir şey söyleyemiyorum. Sadece sergiler ya da yaptıkları projeler üzerinden birkaç cümle etmek mümkün. SSM'de yer lan Avni Lifij sergisi ve Costakis Koleksiyonu önemliydi. İstanbul Modern’de yer alan Canan Tolon sergisi çok beğenildi ama tıkış tıkış, okuması zor bir yerleştirme vardı ve birbirine benzer olan eserleri eziyordu. O da beni memnun etmedi. Sergide en çok beğendiğim şey Tolon’un ilk yaptığı küçük resim oldu. Belki de en değerli resim de oydu ki serginin yolunu o eser çizebilirdi; bir sergi yapılabilirdi belki. Bilmiyorum, emin olamıyorum. Bu tamamiyle şahsi bir kritik, kuruma dair bir şey değil.


MoMA’nın direktörü Glenn Lowry ile görüştüğümüzde “Biz ulusal bir müze değiliz,” dedi. Bugün ulusal müze gerekli mi gerçekten ve ulusal müze nedir?

O MoMA’nın hikâyesi. Ulusal müze Türkiye’ye muhakkak gerekli. Şuradan bakalım, ulusal müze olma kapasitesinin en azından bir kısmını doldurabilecek olan bir koleksiyona sahip bir müzeden bahsediyoruz ve biz o koleksiyonu hâlâ göremiyoruz. Kuruluşunda, Burhan Toprak “Milli Türk Resim ve Heykel Galerisi” unvanına karşı çıkarak RHM’yi savunuyor. Ulusal müze olması uluslararası koleksiyonu olmaması anlamına gelmiyor. Müze öncelikle bu ülke için.


Ve şu anda bütün gözler Resim ve Heykel Müzesi’ne dönük durumda. Peki o bina yakışıyor mu? O mimari projeyle bu sanat tarihi birbirine örtüşüyor mu?

Yapılmış bir bina üzerinden konuşmak doğru değil sanki. Neyse o. İyi yönleri var kompartmanlara ayrıldığı için bir hikâyeyi parçalayabilirsin, parça parça hikâyeler anlatabilirsin. Bence bu değerli.


Modern bir ön cephe var bir miras ya da bir yad etme durumu var. Arka tarafta da kapkara, ne olduğu şu an için anlaşılamayan bir konteyner var. Konteyner, antrepo geleneğine/hafızasına göre saklamak ve muhafaza etmek demektir. AKM için de aynı şey söz konusu, Tabanlıoğlu cepheyi koruyor fakat arkasında başımıza ne geleceği meçhul. Bu bir şeyler söylüyor heralde.

Resim ve Heykel Müzesi belli bir sergi senaryosuna göre, mezarlık olarak planlanmış. Yabancı Ressamlar Odası, Hat Odası, Osman Hamdi Salonu, Müstakiller gibi… Ben de bu anlatının artık dünyada hiçbir müzede olamayacak bir senaryo olduğunu düşünüyorum ama bu mimarın probleminden ziyade müşterinin problemi olsa gerek. Müşteri yanlış düşünüyormuş.


Peki dediğim gibi bu noktada bu alanın arşivcisine, tarihçisine veya yazarına, gazetecisine düşen görevler neler?

Şu anda tren yürüyor orada, biraz daha görelim tren biraz daha yürüsün, bir istasyona girsin, kendini göstermeye başlasın ondan sonra diyebileceğimizi diyelim. Çünkü şu anda kesinlikle parçası olabileceğimiz ya da dışardan bir şey önerebileceğimiz bir süreç de yok, öyle bir beklenti de yok.


Sanatçılara baktığında ne görüyorsun? Ciddi bir beyin göçü var mı? Gezi zamanından sonra mesela.

Bir göç yaşadık. Biz de buradayız ama ne yapalım. 2013’ten beri gelen altı yıllık bir dönemden bahsediyoruz ve bu altı yılı içinde yaşadık. Şu anda bizim bunu anlamamız bile mümkün değil, o kadar içindeyiz ki…


Peki çağdaş sanat alanları kültürel diplomasi için birer maşa olarak kullanılıyor mu? Yoksa bundan başka bir çaremiz yok mu? Çeşitli yurtdışı temsilcilikleri var, Goethe Institute, British Council gibi kurumlar var. Türkiye’nin bu kurumlardan aldığı destek bizim için avantaj mıdır yoksa Türkiye bu pozisyonda bir tür maşa olarak mı kullanılıyor?

Bunun normal bir şey olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bu kurumların devlet siyasetleriyle yakınlıkları var, o siyaset doğrultusunda program destekliyorlar, o da doğru ama Türkiye’de var olmayan bir enerjiyi desteklemiyorlar. Var olan enerjiler arasında tercih yapıyorlar ve o tarafını güçlendirmeye çalışıyorlar. O da anlaşılamaz bir şey değil. Çok benzer bir şeyi Yunus Emre Enstitüleri yapıyor Balkanlarda, Türkî Cumhuriyetlerde ve başka yerlerde. Buna TİKA’yı da eklersen resim ortada. Hiçbir farkı yok. Dolayısıyla birini eleştiriyorsak hepsini eleştireceğiz.


Peki bu noktada kendi tarihini yazmaktan söz etmişken resmî görüş üstünden 20 kitabı yayınlandıktan sonra bu tarih sizde nasıl işliyor? Siz neler yapıyorsunuz ya da yapacaksınız?

Böyle konuşmalar yeni bir şeyler okuyup biraz daha araştırmak için bir fırsat oluyor. Ama şu anda asıl öncelik tabii ki köy, köyde nasıl yeniden bir hayat kurmak...


Türkiye’deki yeni nesil küratör kuşağına nasıl bakıyorsun?

Kuşağa genel olarak bakmayalım da, ne var, ne yok, hangi sergi ilgimizi çekiyor, kim bizi farklı düşündürdü onlara bakalım derim.




 

* Bu söyleşi, ilk olarak Açık Radyo’da 20 Ocak 2020’de Rahmi Öğdül’ün Evrim Altuğ ile sundukları Yolgeçen programında yer almıştır. Katkılarından ötürü teşekkür ederiz.

Comments


bottom of page