Heykeltıraş Saim Bugay’ın İş Kuleleri’ndeki Kibele Sanat Galerisi’nde hazırlanan retrospektif sergisi vesilesiyle,
küratör Emre Zeytinoğlu ile Bugay’ın sanatı ve Türkiye
güncel sanat ortamı üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
19 Aralık’ta açılan Heykelin Sözü sergisi ziyaretçileri Bugay külliyatına yakından bakmaya davet ediyor
Röportaj: Oğulcan Yiğit Özdemir
Fotoğraf: Berk Kır
Emre Zeytinoğlu
Merhaba Emre Bey, bugün Saim Bugay sergisi vesilesiyle toplandık. Bugay’ın retrospektifini yapma fikri nasıl gelişti, onu biraz açabilir misiniz? Sanırım uzun bir süredir sergisi olmuyordu Bugay’ın.
Çok açık söyleyeyim, bu sergi benim fikrim değil, her sezon retrospektif bir sergi hazırlayan İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nin fikri. Zaten senede iki ya da üç tane sergi açıyorlar. Bazen bir tanesi belgesel yahut dokümanter, bir tanesi retrospektif sergi, bir tanesi de farklı tipte bir sergi oluyor. “Saim Bugay’ın rektrospektifini yapacağız, sen de kitabını yazar ve küratörlüğünü yapar mısın?” diye bana sordular.
Kim bu fikirle geldi?
Sergiler yöneticisi Nimet Özatağan. Saim Hoca sevdiğim biridir. Ailesinin bir kısmını da tanırım. Onlarla bağlantı kurduk ve ilerledik.
Saim Bugay’ın Akademi’deki kimliğine daha sonra değinmek üzere önden şunu sormak istiyorum: Retrospektif sergilerin akla getirdiği bir soru olarak Bugay’ın sanat anlayışı bu sergi özelinde bugüne ne söylüyor sizce? Olumlu ve olumsuz yanlarıyla, söyledikleri ve kulak ardı edilenler de dahil olmak üzere...
Saim Bugay’ın çok sevdiğim heykelleri vardır. Ancak heykellerin ötesinde sanatçı kişiliği benim çok daha fazla ilgimi çekmiştir. Dağınık -ama olumsuz anlamda değil- kolları, zihni, gözleri her yerde olan bir sanatçıydı.
Yani kök salmaya müsait bir sanatçıydı.
Tek bir yerden tutturup orada uzman -ya da orada tek adam- olmayı, kariyer sahibi olmayı düşünen biri değildi. Aklına ne gelirse yapardı. Ancak sonradan onun konuşmalarını incelediğim, onun hakkında yazılmış yazılara, onunla yapılmış röportajlara baktığım zaman anladım ki bunları hep kendi heykelini beslemek için yapmış.
Kitabı yazarken daha çok ilgimi çekti. Mesela diyor ki, “ben kukla da yaptım, takı da yaptım ama onların hepsini heykel adına yaptım.” Sonradan dikkatli olarak baktığımda yaptığı kuklaların, takıların, oyuncakların hepsinin formunun heykeline yansıdığını görebildim. Bu enteresan bir şey. Demek ki aklında bir tek kendi heykeli var ve bunları sergilemekten çekinmiyor. Koskoca heykeltıraş kukla yapmaz gibi kalıpların dışında bir yaşam sürmüş matrak biriydi.
Matraklık yani oyun kavramının eğlenceli yanını Johan Huizinga telaffuz eder. Çok oturan bir şeydi o matraklık meselesi. Bizde genelde matraklık avam işi bir şey olarak görülür. Ciddi ama eğlenceli biriydi. Tıpkı heykelleri gibi.
İş Sanat’ta devam eden Saim Bugay, Heykelin Sözü retrospektif sergisinden görünümler
Sanki kendi oyununa davet ediyor heykelleriyle?
Evet, bunu bizzat da söylüyor. Benim oyunuma katılmayan heykellerimin söylediği şeyleri anlayamaz diyor ya da anlaması için oyuna katılması lazım diyor. Heykel hakkında da bir hayli ders niteliğinde çünkü kendisi biliyorsun hocaydı ve ders niteliğinde de söylediği pek çok şey var.
O zaman akla bir önceki soruyla da beraber şu geliyor, form ve ifadeden bahsediyoruz aslında burada. Bugay için iki önemli kavram, en az herhangi bir heykeltıraş için önemli olduğu kadar. Bu iki norm veya numen arasında Bugay söz konusu olduğunda nasıl bir ilişki buluyoruz mesela?
Bugay ile pek çok röportaj yapılmış, hatta Özkan Eroğlu’nun yaptığı röportajlar kitaplaşmış. Hep kendi konuşmalarından ibaret bir kitap düşün. Çok kalın olmamakla birlikte doyurucu bir kitap. Şunu diyor “bir heykel kendini ancak formla ifade edebilir.” Bunun dışında çok sert, “katiyen isim koymak istemem, isim koymak heykeli bozar,” diyor. Peki biz onun tam ne demek istediğini nereden anlayacağız? Şuna dikkat etmek lazım, bu heykel bir süre sonra sana ne anlatacak? Mızrağı kaldırmış atan adam örneği üzerinden düşünürsek, bu mızrak nereye gidecek, nereye saplanacak, hedefi ne, gibi sorular sorabiliriz. Demek ki Bugay heykelin içinde onu vermek istiyor, o yönü sezdiriyor ve izleyicinin de onu görmesini istiyor.
Yani bir anlamda eserle karşı karşıya gelenlerin sezgilerine ve duyum becerilerine güveniyor.
Ve dikkatlerine. Çok modern bir anlayış bu tabii. Biliyoruz ki daha sonradan kavramla ilgilenmek daha açık.
Açık yapıt.
Evet, açık yapıt. Aslında şimdi mesela açık yapıt ama kavramla ilgilenmek daha açık bir alanda oluşmaya başladı. Onu söylemek istiyordum. Metinler girebilir, ya anlatılar girebilir... O öyle bir şey istemiyor ama aslında açık yapıt. Çünkü izleyicinin soru sormasını istiyor. Yani her şeyi kendisi vermiyor. İzleyici yorumlarının o kadar öteye gitmesini istiyor ki -anlaşıldığı kadarıyla-... Mesela yazımda Stendhal’den, Kırmızı ve Siyah romanından bahsetmiştim. Bugay kendinin bile cevaplayamayacağı birtakım sorular sorulsun istiyor. Kurşun hedefini şaştı ve gitti bir yere saplandı, ama bu kurşun nereye saplandı? Umberto Eco öyle der, “Stendhal bile bilmez onun cevabını.” Çünkü kimse o kurşunun nereye saplandığıyla ilgilenmez.
Sergiden görünüm.
Aslında bu metinle çerçevelemek, yorumu sınırlandırırken sanki Bugay’da tam aksine nereye gideceğini bilemeyen bir mızrak atışı, buna yönelik bir istenç de var.
Çünkü bir şeyi dikte etmiyor. Bir kavramın etrafında dolaşıyor. Ama tabii ki bir sürü sanatçının yaptığı gibi o kavramın tutarlılığının bozulmasını da istemiyor iş aşırı yoruma kaysa bile...
Peki birinci soruda karşımıza çıkan Saim Hoca'nın Akademi’deki kimliği. Sizin temasınız olmuş muydu? Bir heykel hocasıydı Akademi’de Saim Bugay. Nasıl bir temasınız vardı, derslerine girmiş miydiniz?
Hayır, sadece çok sıkı fıkı olmamakla birlikte bir tanışıklığımız vardı. Ondan ders de almadım. Abi kardeş vaziyetimiz vardı. Komik bir adamdı. Biz öğle yemeklerinde ona yakın bir yere oturmayı tercih ederdik çünkü acayip güldürürdü bizi. Koridorlarda durup sohbet ederdik. Asık yüzlü bir adamdı ve bu uzaktan biraz da korkutucuydu ama aslı öyle değildi. Okulda da son derece farklı işlerle uğraştığını o sıralarda sezmiştim. Mesela kurduğu kukla atölyesi gibi. Bir de kendi hocası Şadi Çalık’tan bir alıntı yapıyor. Şadi Çalık ona nü üzerinde çalışırken ustalaşmamasını öneriyor. “Ustalık gösterme” diyor, evet.
Bu da sizin metninizi okuduğumda çok ilgimi çekmişti açıkçası. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Kavramı elden kaçırabilirsin ve ustalık gösterisi yine okuduğum kadarıyla bütün o metinleri zanaata yaklaştırıyor diye bir endişe var. Aslında kesinlikle ayırıyor zanaattan kendisini. Her ne kadar ustalık bazen elinden kaçıyor olsa da. Fakat gene de ustalığa muazzam bir yakınlığı var, duygusal bir yakınlığı.
En azından yatkınlığı var.
Yatkınlığı da olabilir ama duygusal bir yakınlığı var. Onu hiçbir zaman ihmal etmiyor. Mesela Özer Kabaş’ın bölümünü okumuşsundur. Geminin parçalarını getiriyorlar buna ve hayran oluyor o parçalara. O ustaların yaptığı şeyleri ya da ne şekilde çalıştığını düşünüyor. O parçaların ne kadar güzel çıktığını düşünüyor ve diyor ki Özer Kabaş onunla konuşmasından sonra, onlarla müdahale edip heykel yapacaktı. Ancak o kadar büyük bir sorumluluk altına girdi ki o ustaların yaptığı
parçalar karşısında çok zorlandı, diyor. Böyle de bir sanat-zanaat, ustalık-sanatçılık gidiş gelişi var.
Peki bütün bunların neticesinden röportajı da noktalayacak soruyu sorayım. Sizce Bugay’ın üretimi gelecekte nasıl bir yer kaplayacak? Böyle bir öngörünüz varsa eğer, ne söyleyebilirsiniz? Bütün bu tartışmalar, Bugay üzerinden olmasa bile Bugay’ın sorunları belki nasıl bir yer kaplayacak önümüzdeki süreçte?
Sadece Saim Bugay değil hiçbir sanatçı için bir öngörüde bulunamam. Özellikle de Türkiye gibi bir yerde hiç bulunamam. Bunlar çok tesadüflere bağlı şeyler. Bir sergi açılır ve kapanır. Bu muhabbetler entelektüel ortam içinde yer almadığı sürece yeni bir tartışmalara, yeni saptamalara neden olamaz. Ama örneğin sergi piyasanın içinde sağlam bir yeri olan bir galerinin ilgisini
çeker. Alır muazzam bir reklamla yurtdışında pazarlar. İşte o zaman gündeme gelebilir. Öğrencilere ne faydası olur? Kaç öğrenci gider de Saim Bugay’ın heykellerine bakar? Onu tanımayan kaç öğrenci ondan etkilenebilir ya da ona eleştiri getirebilir bilmiyorum...
Bu yazı Art Unlimited dergisinin Ocak - Şubat 2023, 73. sayısında 22-24. sayfaları arasında yayımlanmıştır.
תגובות