Andrew Rogers, yıllardır dünyayı geziyor ve ortaya koyduğu arazi sanatı örnekleriyle adım attığı coğrafyayı tam anlamıyla değiştiriyor. Doctor Who misali, çağlar arasında sıçrayan Rogers, geçmişin mitolojik sembollerini geleceğe taşıyarak bir nevi geleceğin tarihini yazıyor. Dünya yüzeyini saran, 30 yıllık geçmişe sahip bu hikayenin bir ayağı ise Kapadokya’da anlatılıyor.
Avustralyalı heykeltıraşın Kapadokya’da inşa ettiği Time and Space heykel parkının inşaatı 2009 yılında sona erdi. Üç yılda tamamlanan bu projede 230 kişi aktif olarak çalıştı; 10 bin 500 ton ağırlığında taş kullanıldı. Her birinin yüksekliği 10 metreye varan 12 bazalt heykelden oluşan proje, Cappadox 2017’de yine ziyaretçilerin yoğun ilgisiyle karşılaştı.
Andrew Rogers ile Rhythms of Life projesinin bir parçası olarak Kapadokya’da inşa ettiği Time and Space heykel parkı üzerine sohbet ettik.
Dünyanın dört bir yanında inşa ettiğiniz birçok arazi sanatı örneği var. Farklı coğrafyalardaki eserleriniz birbirleriyle bir şekilde bağlantılı mı? Arazi dikkatinizi ilk nasıl ve ne zaman çekti?
Kapadokya’daki işlerimin de bir parçası olduğu Rhythms of Life 30 yılı aşkın süredir dünya yüzeyinde oluşturduğum, birbirine bağlı bir desen serisi diyebilirim. Aralarında bulunan 51 taş heykel uzaydan görülebiliyor. Bu heykeller, dünyadan 440 ila 770 kilometre uzaklıktaki uyduların çektiği, gezegenimizin yüksek çözünürlüklü fotoğraflarında da seçilebilecek büyüklükte.
Bu, şimdiye kadar yedi kıtada bulunan 16 ülkeden 7 bin 500’ün üzerinde insanın bir şekilde dahil olduğu global bir proje ama her şey 1998 yılında Hayfa, İsrail’deki Technion Institute of Technology’de katılımcısı olduğum bir konuk sanatçı programı esnasında başladı. Benden Arava Çölü’nde bir heykel yapmamı istediler, ben de çok büyük ebatta, Peru’daki Nazca çizgilerinin oranında bir eserin fikrini attım ortaya. Nazca çizgilerinin üzerinden önceki seyahatlerimde uçmuştum. Her neyse, ortaya attığım fikir kabul edildi ve 1999 yılında ilk geoglifim olan To Life’ı tamamladım. O zaman bu zamandır bu proje beni dünyanın etrafında dolaştırır durur.
Kapadokya son derece baskın bir karakteristiğe sahip bir coğrafya. Böyle bir coğrafyada arazi sanatı yapmak nasıl bir tecrübeydi? Zorladı mı sizi?
Kapadokya’nın tarihi Asurlular, Hititler, Frigler, Orta Asya’dan Türk boyları, Moğollar, Persler, Suriyeliler, Araplar, Kürtler, Ermeniler, Slavlar, Yunanlılar, Romalılar ve Batı Avrupalıların da aralarında bulunduğu çok geniş bir çeşitlilikteki kavim ve kültürlerin etkisiyle şekillenmiş. Oluşturduğum yapıların, tarihin ve uygarlığın yapı taşlarına referanslar taşıyor oluşu; bu kadar çok farklı insan soyunun ve kültürün Kapadokya’da adeta bir sarmaşık gibi birbirine bağlanması, burayı Rhythms of Life projesi için ideal bir yer haline getirdi. Her bir Rhythms of Life alanı birtakım zorluklar çıkardı önümüze tabii. Bu kimi zaman yüzeyin yapısı, kimi zaman iklim koşulları kimi zamansa alanın yerleşim yerlerinden uzak oluşu oldu.
Ölçek ise başlı başına, bambaşka bir meydan okumaydı diyebilirim. Muazzam büyüklükte bir alanın uç köşelerine yayılmış durumdaki yüzlerce insanla iletişim kurmak zaten çok zordu, ki biz bunu arada bir de tercümanlar varken başarmaya çalışıyorduk. Bu tarz büyük çapta projeler için iyi planlamanın, lojistiği işe başlamadan önce düşünmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
Kapadokya örneğinde özellikle, doğal coğrafi formların kimi zaman sanat eserlerinden rol çaldığını düşündüğünüz oluyor mu?
Bence daha çok ‘tamamlıyorlar’ birbirlerini. Time and Space heykel parkı deniz seviyesinin yaklaşık 4 bin feet üzerinde ve 12 tekil yapıdan oluşuyor. Dikey aksamda uzanan heykeller ve yatay düzlemdeki geoglifler, yani arazi üzerine çizilmiş devasa büyüklükteki desenler, coğrafyaya bir toka gibi kenetleniyor ve aslında kibar bir biçimde bu bölgedeki köylerin, yerleşim alanlarının etrafını sarmalayan antik taş duvarlara öykünüyor.
Arazi sanatı çok yönlü bir alan. Sadece yüzeyi dönüştürmüyor, bölgedeki insanlar da sürece dahil olduğu için onlar da değişiyor. Ayrıca, arazi sanatı örnekleri sadece yukarıdan bakıldığı zaman anlaşılıyor çoğu zaman. Bir bakıma arazi sanatının ‘büyük resmi görmek’ ile alakalı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Rhythms of Life yapılarını yürürken de görebiliyorsunuz. Yine de bu yapıları havadan görmek elbette ölçeklerine ve dünyayla kurdukları ilişkiyi idrak etmenize önayak oluyor. Bu işler her ne kadar büyük de olsa, binlerce tonluk kayalardan yapılmış olup kimisi 40 bin metrekarenin üzerinde bir alana yayılıyor da olsa, uydudan çekilmiş fotoğraflar gösteriyor ki insan her ne kadar aksini iddia etmeye çalışsa da, yaptığı bir işe muazzam emek katsa da aslında uzaydaki ufacık bir partikülden ibaret. Eserlerimi görünce insanların aklında uyanmasını istediğim fikir de tam olarak bu.
Ayrıca evet, bu yapılar dayanıklı ve 100 yıldan uzun bir süre ayakta kalacaklarını, varlıklarını sürdüreceklerini düşünüyoruz fakat er ya da geç toprakla yeniden hemhal olacak. Bu yüzden varoluşları, zamanın içerisinde yalnızca bir andan ibaret. Böylece, aslında bir şekilde etrafımızı çevreleyen tarihi kalıntılara da benziyorlar.
Time and Space heykel parkı yerel halkla ne şekilde bağlantı kurdu?
Geoglifler doğrudan bu coğrafya ve etrafındaki alanlardan toplanmış, işçilerin çalışırken buldukları, buldukça üst üste koydukları taşlardan oluşuyor. Bu yapılara baktığım zaman asla sadece taşları görmüyorum ben. Yamaçlar boyunca yüzlerce insanın elden ele taş verdiğini, şarkı söylediklerini, yaz sıcağında veya kar soğuğunda çalıştığını görüyorum. Ve tabii ki nesiller boyu aileleri- torunları, babaları, anneleri, nineleri, dedeleri- bir uğraşta bir araya gelen tüm bu insanları görüyorum.
Projeyle Stonehenge arasında kim bilir kaç kişi benzerlik kurmuştur… Bu sizin aklınızda da uyanan bir fikir mi? Gerçekten böyle bir benzerlikten bahsetmek mümkün mü?
Bu yapılar, dünyanın etrafındaki antik yapılarla eş anlamlı diyebilirim. Nazca çizgileri gibi Stonehenge de bu antik yapılar arasında. Megalitlerin boylarına bakacak olursak Stonehenge’tekiler 6.7 metre boyunda. Rhythms of Life’takilerin boyu ise 20 metre. Yani Neolitik Çağ’dan kalma yapılarla kesinlikle bir sinerji söz konusu, evet.
Peki Time and Space heykel parkının içinde bulunan yapılar birbirleriyle bağlantılı mı?
Time and Space projesi, matematikteki evrensel Fibonacci dizisi prensibi üzerine kurulu. Her biri yaklaşık 10 metre uzunlukta ve 10 ton ağırlıkta olan 12 bazalt sütundan oluşuyor. En uzun sütun, güneşin doğuşunu ve batışını yansıtması için 23 ayar altınla kaplanmış durumda.
Bu dizi, gezegenlerin Güneş etrafında dönerken takip ettiği elips şeklindeki yörüngeye referans taşıyor. Zamanın, mekanın ve insanlığın birbirine bağlı oluşunun bir imgelemi. Fibonacci dizisi, hem sütunların uzunluklarındaki farklılıklarda hem de bu sütunların birbirine olan mesafesinde ölçülebiliyor.
Peki bu projenin arkasındaki ekipten biraz bahsedebilir misiniz? Tüm projenin bitmesi ne kadar süre aldı? Malzeme nasıl tedarik edildi?
Time and Space heykel parkı 2007’den 2011’e kadarki dört yılda tamamlandı. Kullanılan bazalt taşlar Kayseri’deki bir taş ocağından getirildi; parkın etrafından toplanmış volkanik kayalar da sürece dahil edildi. Proje boyunca yerel mercilerle ve Rhythms of Life projesinin birçok ayağında birlikte çalıştığım küçük bir mimar grubu da bana eşlik etti. Yerel mühendislerin ve yer ölçümcülerinin yanı sıra bu bölgede yaşayan yüzlerce insan da projeye katıldı.
Parkın oluşturulması süresince yaşadığınız en ilginç, belki de aklınızdan çıkmayan olay neydi?
O kadar çok var ki… Projeye dahil olan insanların büyük bir kısmı daha önce herhangi bir sanatsal üretim sürecinde bulunmamıştı. Topluluk olarak yaratmak, bu projenin ana öğesi. İnsanlarla bu kadar yakın olmak güzel bir süreçti. Sembolik kalıntılardan bir nevi geleceği inşa ettiğimiz bir süreç oldu. Yine de unutamayacağım anılar dendiğinde aklıma gelen bir diyalog var. Projede yer alan yerlilerden biri, yarattığı şeyin önemini sürecin ardından anladığını, bu sürece dahil olmaktan nasıl gurur duyduğunu, çocuklarını ve torunlarını alana getirmek ve inşasına yardım ettiği şeyi göstermek için can attığını söylemişti.
Projede yer verdiğiniz antik sembolleri, mitolojik karakterleri neye göre seçtiniz?
Geogliflerdeki sembollere yaşlılara, bölgedeki yetkili mercilere ve uzman tarihçilere danışarak karar verdik. Kullandığımız sembollerin tümü yerel inançlardan, kazılardan ve özetle yerel halk için ayrı bir önem arz eden motifler arasından seçildi. Bu semboller tarihin devamlılığına işaret ediyorlar ve geleceğe aktarılıyorlar. Bu bakımdan belki geleceğin tarihi haline geldiklerini bile söyleyebiliriz.
Arazi sanatının diğer sanat formlarına göre daha katılımcı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu Mehter Takımı’nın Time and Space projesindeki sütunlar arasında sergilediği müzik performansına referansla soruyorum. Çünkü düşündüğünüzde Mehter Takımı çağdaş sanatla pek de alakalı olmayan, Osmanlı’nın ‘geleneğini’ devam ettirmeye yönelik bir müzikal proje. Dolayısıyla arazi sanatının coğrafyayı olduğu kadar, hatta en az coğrafya kadar insanları da değiştirdiğini söyleyebilir miyiz?
Rhythms of Life projesinin bir amacı da, insanları rutinden uzaklaştırıp düşünmeye teşvik edecek kutsal alanlar yaratmaktı. Bu tarz alanlar, hayal kurma ve mitler oluşturma dünyasına adım atmamıza olanak sağlar. Geoglifler de sadece zamanın geçmesi olgusuyla ilgilenmiyor, sahibi olduğumuz mirasla aramızda bir bağ oluşturma gayesi de taşıyor. Aslında tamamen ‘hatırlamakla’ alakalılar, yok olanları düşünmek üzerine - zaten hafızamız olmadan bizler de birer hiçiz. Tüm bu yapılar, bakış açısının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor: Hem etrafımızdakilere hem geçmişimizdekilere, hem de gelecektekilere karşı taşıdığımız sorumluluklara ve tüm bu farklı jenerasyonların an itibarıyla hamisi olduğumuza dair bir düşünce. Atalarımızdan devraldığımız mirası biz de sonra gelecek olanlara aktarmakla yükümlüyüz. Çünkü gelecek, aslında şu andan ibaret. Proje dahilindeki tüm yapıları bir bakıma daha iyi bir dünya hayaline hizmet eden katalizörler olarak konumlandırıyorum.
57. Venedik Bienali'nde ise We Are adlı heykel projeniz yer alıyor. Son olarak bu projeden bahsedebilir misiniz?
We Are projesi felsefi anlamda arazi sanatı eserlerime ve geogliflerime benziyor. İkisi de kültürel farklılıklara, küreselleşmeye ve insanlığın ortak tarihine referanslar taşıyor. İkisinin de altını çizdiği düşünce, birey olsak da aslında içinde yaşadığımız toplumun bir parçası olduğumuz. Bireyin ve toplumun birbirinden ayrılamaz iki kavram olduğunu vurguluyorlar. İki proje de formun sınırlarını zorlayarak yapıyor bunu.
Biz insanlar, yalnız bir hayatı yaşamanın ve kendimizi ifade edebilme yetisine sahip olmanın kutsallığını deneyimliyoruz. Projede yer alan formlar benzer olsalar da birbirlerinden farklılar, aynı insanlar gibi. Bu figüratif formlar, bize dünyayı adil ve şefkatli kılanın insanın ta kendisi olduğunu hatırlatıyor.
Comments