Yusuf Taktak, Maçka Sanat’ta açılan kişisel sergisiyle 100 yıllık bir ‘sorun’a işaret ediyor. Sanatçı, YukarıdanAşağı SoldanSağa 19152015 başlığını taşıyan sergiyle, cevaplar bulmaktan çok sorularla yüzleşebilmeyi öneren bir bulmaca ortaya koyuyor. 20 Ocak-7 Mart tarihlerinde izlenen serginin hem mekânsal kurgusunda hem de başlığında ve içeriğinde ağırlığı olan orta alandaki düzenleme sergiyi betimliyor: “100 yıldır, yukarıdanaşağı soldansağa devam eden ve varış noktası belirsiz bir bulmaca.”
Derya Yücel: 1970’li yılların başlarındaki üretimlerin form olarak hipergerçekçilikle güçlü bağlar kuruyorken, konuların da genel anlamda kişisel yönelimlere sahip bir çerçeve taşımış. Toplumsal gerçekçiliği kucaklayan ve sosyal duyarlılığa sahip tavrının ise sonraki yıllarda geliştiğini izleyebiliyoruz. Belki bu serginin köklerini de orada bulabiliriz.
Yusuf Taktak: Akademi dönemi ve hemen sonrasında daha bireysel ve içsel konular, kavramlar ilgimi çekiyordu. Tamamen yaşamımla, hayallerimle, duygu ve düşüncelerimle ilgili resimler yapıyordum. Portreler, oto-portreler dışında en fazla kullandığım motif -sonraki yıllarda bisiklete dönüşecek olan- motosikletti. Ama o dönemde bir yandan gerçekçi resim çalışırken bir yandan da iki boyuta tamamen bağlı kalmadan, yüzey meselesini araştırdığım kolaj ve asamblaj türünde çalışmalar da gerçekleştiriyordum. Ya da daha farklı denemeler ilgimi çekiyordu. Örneğin o yıllarda yaptığım bir düzenlemede iki paralel kenar tuvali bir yarış pisti olarak konumlandırdım, önünde trafik levhası olan tuvaller duvara yaslıydı ve arkalarındaki ses cihazından motosiklet sesi duyuluyordu. 1974’de tuvali duvardan yere indirmem o dönemde aykırı bulundu hatta eleştirilere maruz kaldım. Pop Art’ı ve Kavramsal Sanat’ı biliyordum, yayınları izliyordum, dünyada sanat alanında neler yapılıyor takip ediyordum. Bunları kendi sanat anlayışım içinde nasıl değerlendirebilirim onunla ilgilendim. Toplumsal konulara yönelmem 1976’dan sonraki dönemde gelişti diyebilirim. Uzun süreli bir askerlik sürecinden sonra döndüğümde Antalya Festivali’nden davet almıştım. Orada 37 metrelik bir mezbaha duvarına büyük bir resim yaptım. O dönemde, işçi sınıfı, alt kültür ve sosyal adaletsizliklere karşı bilinçlenme dönemim oldu diyebilirim. Antalya’da yaptığım duvar resmi de bu duyarlılığı taşımıştı. Sonra başka kentlerde de duvar resimleri yaptım.
Derya Yücel: Toplumsal konuları ve özellikle işçi sınıfı, emek ve sömürüyü kimi zaman sembolik bir dilde yansıtman duvar resimlerinin dışında tuval resimlerinde de karşımıza çıkıyor. Üretimlerinde izlediğimiz üçgen formun ağırlığı yine toplumsal konulara yöneldiğin bu dönemle, işçi hakları, grevler ve grev çadırlarıyla ilişkili olduğunu biliyorum. Tuvallerinde sıklıkla kullandığın ana motiflerinden biri olan üçgenleri şimdi de bu sergi için hazırladığın dikilitaşlarda görebiliyoruz.
Yusuf Taktak: 1980’in hemen öncesiydi. Bir çok yerde işçi grevleri vardı. Fabrikalar üretimi durduruyor, önlerinde grev çadırları kuruluyordu. Önce büyük grev çadırları önünde işçi resimleri yaptım. Çadır aynı zamanda mekandı, göçebelikti, kimliğimizin kökenleriydi birazda. Sonra gittikçe figürler resmimden çıkmaya, çadırlar daha soyut biçimlere dönüşmeye başlamıştı. Üçgenlerimi bulmuş, hipergerçekçilikten ve direkt anlatımdan uzaklaşmıştım. Bu üçgenler de benim için birer mühür oldular. Zamanla üçgenler dikey bir hale geldi, anıtlaştı ve dikilitaşlara dönüştü. Obelisklerle uygarlıklar, farklı dönemlerde kendilerine dair bir mesajı geleceğe aktarmışlar. Ben de, dikilitaşları kendime ait sözleri, düşünceleri, hafızayı geleceğe aktarabileceğim birer andaç olarak benimsedim.
Derya Yücel: Bu bağlamda, benimsediğiniz üç ana formu bu sergide de görüyoruz. Ayrıca Maçka Sanat’ın mekanında da üç ayrı uzam oluşuyor. İlki, galeriye daha girmeden önce izleyicinin bahçede, dış mekanda karşılaştığı anıtsal ölçekteki ev-dikilitaş, ikincisi serginin merkezini oluşturan ve orta alanı kaplayan ‘bulmaca’ düzenleme, üçüncüsü de sizin sanat pratiğinizin ana formlarını taşıyan daha mütevazi ölçekteki dikilitaş ve Ermeni sorunu üzerine çeşitli kitapların bulunduğu sessiz ve dingin bir arka alan. Elbette, serginin hem mekânsal kurgusunda hem de başlığında ve içeriğinde ağırlığı olan orta alandaki düzenleme bir bakıma sergiyi betimliyor. Serginin taşıdığı başlık çok tanıdık olan kare bulmacalardan geliyor. Yukarıdanaşağı soldasağa... Maçka Sanat’ın kendine özgü mekanı da doğallıkla bulmacaya dahil olmuş görünüyor.
Yusuf Taktak: Maçka Sanat’ta bir sergi hazırlığına girdiğimde öncelikle galeri mekanının kare karolardan oluşan dokusu üzerine düşünmeye başlamıştım. Kendi sanat üretimimde kullandığın ana motiflerle nasıl bağdaştırıp, kaynaştırabilirim üzerine düşündüm. Bu sırada kızımın arkadaşlarından birinin babasıyla tanışmıştım. Bir önceki kuşağın da ayakkabı ustası olduğunu, hatta klasik yöntemlerle ürettikleri ahşap ayakkabı kalıplarının hala anısı nedeniyle sakladıklarını öğrenmiştim. Kalıpların sahibi İstanbul’lu Ermeni usta Varojan Orancı’ydı. Çok heyecanlanmıştım. 1915 olaylarının 100. yılında ben de sanat aracılığıyla, kendime ait görsel bir söz edebilmeyi, bir mesaj verebilmeyi, en azında sorularla yüzleşebilme cesaretine sanat aracılığıyla işaret edebilirdim. Çözüm getirebilme iddiası olmayan, cevap verebilme zorunluluğu olmayan ama soruya işaret eden ve bunun sorumluluğunu teşvik eden bir bulmaca oluşturmak düşüncesiyle yola çıktım. Mekanın karoları bulmacanın karelerini oluşturdu. Ayakkabı kalıplarını bu bulmacanın içinde gezinen, giden, gelen, aşağı inen, yukarı çıkan ama her adımda karşılaşılan bir öğe olarak düzenlemeye dahil ettim. Bir bakıma bu kalıplar birer insandı, bulmacanın içinde yönünü arayan insanlar. Bizim gibi... Hem zamanlama olarak, hem mekan olarak kendi içinde bütünsel bir düzenleme ortaya çıktı. Serginin adı da bu bütünü tamamladı diyebilirim. Arka alanda, Ermeni ‘sorunu’ üzerine yayımlanmış kaynaklar, kitap ve bilimsel yayınların bulunduğu raflar oluşturdum. Bir okuma alanı gibi izleyiciyi de bilmeye, düşünmeye çağıran bir mekan.
Derya Yücel: Bu alanı bulmacadaki ipuçlarını veren bir mekan gibi düşünebiliriz. İzleyici, düzenlemenin önerdiği sorulara karşı kendi cevaplarını bulabilir ya da yeni sorularla karşılaşabilir. Bu alanda yer alan dikilitaş ise modüler bir yapıda tasarlanmış, üzerinde üçgen levhalar, bisiklet, kitap, şeffaf kutular gibi kullandığınız ana formları ve öğeleri taşıyor. Bir bakıma Yusuf Taktak’ın sanat pratiğinin de bir anıtı olarak izlenebilir.
Yusuf Taktak: Bu aslında bir nişantaş. Sergi mekanının konumunu düşündüğümüzde -Nişantaşı ve Teşvikiye hattı arasında- daha da anlamlı oluyor. Bu iki alanda dikili olan nişantaşlara da bir referans veriyor. Kendi adıma ve anıma hazırladığım bir nişantaş olarak sergide yer alıyor. Dış mekanda yer alan nişantaş ise bir eve dönüşüyor. Bunun biraz aldatıcı bir etkisi var. İlk bakışta dikey bir dikilitaş gibi görülüyor, yaklaşıp yanından yürüdüğünüzde ise değişim izlenebiliyor. Dikeylik yassılaşıyor ve üzerindeki konik üçgen bir çatı formuna ulaşıyor. Üzerindeki mavi kareler ise pencereden görünen gökyüzü olarak okunabilir. Aynı zamanda hareket edebiliyor, altındaki mekanizma sayesinde devingen ve mobilite özelliğe sahip. Bu anlamda leitmotiv olarak kullandığım çadır formu ve ‘göç’ kavramıyla güçlü bağlar kuruyor. Bu hareket içeride, bulmacanın içinde gezinen ayakkabılarla devam ediyor. 100 yıldır, yukarıdanaşağı soldansağa devam eden ve varış noktası belirsiz bir hareket devam ediyor.
Comments