top of page
Meltem Ersoy

Büyük birader sensin Winston

Murat Daltaban yönetmenliğindeki 1984 oyunu Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun (NKT) yeni sezonunda izleyiciyle buluştu. George Orwell’in kült romanı üzerinden Robert Icke ve Duncan Macmillan tarafından sahneye uyarlanan oyuna yakından bakıyoruz


Yazı: Meltem Ersoy



George Orwell’in 1984 romanından oyunlaştıran: Robert Icke ve Duncan Macmillan , Çeviren: Ayberk Erkan, Yöneten: Murat Daltaban


“Winston, partinin çıkarları ve gücü için çalışan bir parti üyesidir.

Kimliğini partinin kimliği altında tanımlayan Winston’ın hayatı, günlük tutmaya başlamasıyla değişir.”


Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun 1984 oyununun tanıtımı bu cümlelerle başlıyor. Murat Daltaban rejisiyle sahnelerde yerini alan oyun, Robert Icke ve Duncan Macmillan’ın, George Orwell’in yazdığı özgün metinden yola çıkarak uyarladığı bir tiyatro metni.


Oyunun sezon açılışına katılabilmiş şanslı izleyicilerden biriyim. Nilüfer’de tiyatro izlemek başlı başına özel bir deneyim. Oyun günü Kadıköy’den deniz otobüsüyle Bursa’ya vardıktan sonra servise bindiğim andan itibaren bir ekip sıcaklığıyla karşılaştım. Tiyatronun bir olma hissini hatırlamak için verimli zeminlerden biri olduğunu halihazırda biliyorum. Fuayesiyle, ekibiyle, oyun çıkışı karşılaşmalarıyla, oraya kadar gelince bir araya gelmek için ayrılan zamanla beraber bu his de büyüyor. Salona vardığımızda, genç ve kalabalık bir izleyici kitlesi çoktan sıraya girmiş. Beraber, oldukça çarpıcı bir oyun izliyoruz. Üzerine konuştukça da etkisi katmanlanıyor.


Oyuna gittiğimden beri roman, Icke ve Macmillan uyarlaması ve Daltaban rejisi üzerine hem düşünüyor hem okuyorum. Murat ve Özlem Daltaban’la oyun çıkışında başlayan oyun, sanat, tiyatro üzerine konuşmaların ardından bir röportaj yapma şansım da oldu.


Oyun, roman ve Orwell konularına iyice dalmadan önce, genel yapım yönetmeni Özlem Daltaban’ın anlattığı, Nilüfer Kent Tiyatrosu’yla yollarının kesişme hikâyesinden kısaca söz edeyim. “Nilüfer Kent Tiyatrosu, pandemiden bir yıl evvel, bir oyun yapmak için (Wajdi Mouawad’ın Yangınlar oyunu) Murat’ı davet etti. Sonrasında genel sanat yönetmenliği teklif ettiler. Kapalı salonları beklememek için oyunlar önce açık havada başladı. Atatürk Balat Ormanı’nda, belediyenin mimarları, park ve bahçeler müdürlüğü bir gösteri alanı kurdular: Ormandaki Kulübe. Ekim sonuna kadar Vur, Yağmala, Yeniden sahnelendi. Sonra Nora ve Aşkın En Kısa Gecesi oyunlarıyla devam etti. İkinci senenin ilk işi de 1984.” Bu iş birliği üzerine Murat Daltaban’ın sözleri de bu tiyatronun yer aldığı ortamı anlamak için önemli: “Sanat eseri olarak ya da sanatçı olarak içinde bulunduğunuz toprak, alan sizi yeşertir. Nilüfer Belediyesi bu işi çok ciddiye alıyor. Kültüre, sanata çok ciddi yatırımları var. Özen gösteriyor. Böyle bir yerde olunca tiyatronun yeşerdiği toprak güçlü oluyor.” Desteklenmenin öneminin belki de en arttığı dönemlerden birindeyiz. Sanata değer veren bir bakış açısı sayesinde değerli insanların işleri de bizle buluşabiliyor. Bunun daha da yayılmasını diledikten sonra oyuna geçiyorum.


Icke ve Macmillan, uyarlamayı kitabın ekler bölümünden yola çıkarak oluşturmuşlar. Bu bölümlerden çok etkilenmelerinin nedeni de şu: “Ekler bölümü romanın zamanını geçmişe fırlatıyor, tarihi bir belge haline getiriyor.” Murat Daltaban’ın ifadesiyle ekler bölümü, “romanın bir parçası gibi, Winston’ın yazdığı metnin devamı olarak yer buluyor.” Winston bu yaşadıklarını “yazmış ve geleceğe ulaştırmış.” Bu da tabii bağlamı değiştiriyor.


Yazarlar, Orwell’in gözetim altındaki totaliter dünyasının günümüzle çok daha ilişkili olduğunu, günümüz insanının dış dünyadansa ellerindeki ufak ekranlara güvenmesinin de yarattığı topluma çok uyduğunu söylüyor.


Orwell’in zamansız distopyası 1984, kelime oyunları ve özgün kavramlarla gündelik hayatımıza çoktan nüfuz etmiş olan bir roman. 1949 yılında basıldığı anda başarı kazanıp, ilk altı ayda Britanya ve Birleşik Devletler’de 250 binden fazla satılırken, ilk 20 hafta, New York Times çok satanlar listesinde yer alan, çok ses getiren ve dönem dönem yeniden çok satanlar listesine giren bu roman, sinema, radyo uyarlamaları yanı sıra, müzikal, tiyatro gibi pek çok farklı şekilde sanatsal ifade buldu. Müzisyenleri, yazarları, yönetmenleri (Ridley Scott’ın Macintosh bilgisayar için 1984 yılında çektiği ses getiren reklamı gibi) etkiledi.


Distopya dedim, ama Umberto Eco’ya göre kitabın en azından dörtte üçü tarihi anlatıyor. Orwell, 1944 yılında, “totaliterlik gerçekten artıyor mu?” sorusuna cevaben yazdığı mektupta, dünyada bir artış olduğunu, farklı yerlerdeki ulusal hareketlerin demokratik olmayan formları benimsediğini ve insanüstü bir lider etrafında toplandığını ifade ediyor. Dönemin bazı sorunlarına işaret ettikten sonra, daha iyi olsun istiyorsak sürekli eleştirmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Karşı konulmazsa, totaliterliğin her yerde başarılı olabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Bu uyarlama da tam söylediği gibi, 1984’ü uyarı niteliği taşıyan bir roman halinde çerçevelendiriyor.


George Orwell’in 1984 romanından oyunlaştıran: Robert Icke ve Duncan Macmillan , Çeviren: Ayberk Erkan, Yöneten: Murat Daltaban


En çok bilinen iki romanının diğeri olan Hayvan Çiftliği (1945), ortaokullarda okutulan kitaplar arasında belki de hâlâ vardır. Akla ilk gelen sözüyle: “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir.” Bu, Orwell’e ekonomik rahatlamayı da getiren kitap. Son kitabı 1984’ü yıllar önce okuduğum zamandan aklımda kalan görüntüler, bireylerin birbirinden ayrık, kutular içinde hayatlarının olduğu, duygudan ayrışmış bir evrene aitti. Oyunu izledikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bundan sonra gözümde Nilüfer’de izlediğim sahnelerle yer alacak.


Karanlık bir gelecek resmeden 1984’ün kavramları, sembolik varlıklarını zihinlerimizde inşa etmiş durumda. Devlet memuru Winston Smith’in gerçeklik zemininin gün geçtikçe kaydığı ve bunu diğer bireyler kadar iyi sindiremediği bir evren 1984. Gerçeğin sistematik olarak bozulduğu, partinin amaçlarına göre şekillendirildiği, tüm unsurların, partinin mutlak gücünün muhafazasına hizmet ettiği bir evren. Totaliter sistemin bireyi her daim zapturapt altına aldığı, varlığını gözle görülür şekilde hissettirdiği bir düzen. Oyunda da aile anılarını hatırlayan, dayatılan tutarsızlıkları bir türlü içine sindiremeyen Winston, gizliden gizliye hükümete baş kaldırıyor. Winston’ın aşkı, düşünce polisine yakalanmalarıyla son bulunca işkencede bağımsız düşünme becerisi en büyük darbeyi alıyor. Daimi gözetim altında, insana dair her şeyin tek tek yok olduğu bir çeşit tekinsiz adada, boyun eğmek zihin seviyesine ulaşıyor.


1984’ün yazıldığı dönemi değerlendirirken Orwell’in hayatına bakmak da kapılar açıyor. Doğduğu aileden, edindiği deneyimlere, ilginç bir yaşam hikayesi var. Babası İngiliz hükümetinin Hindistan’da bir memuru. 20. yüzyılın başında doğan bir birey olarak toplumların dönüşümünün de önemli bir dönemine rastlıyor. 1911’de İngiltere'de yatılı okula başlıyor. Aldous Huxley’den ders aldığını not düşmekte fayda var. Bir dönem Burma’da polis memuru olarak çalışıyor. Altı sene içinde bu görevden istifa ediyor. Sonrasında da toplum dışında kalan insanların arasına karıştığı deneyimler yaratıyor. Londra’nın doğusunda işçiler ve dilencilerin yaşadığı mahallelerden birine yerleşiyor. Paris’in gecekondu semtlerinde zaman geçiyor. Fransız otelleri ve restoranlarda bulaşıkçı olarak çalışıyor. Göçebelerle İngiltere’yi geziyor. Londra’nın gecekondu semtlerinde yaşayan insanların dönemsel göçüne katılıyor. Kuzey Britanya’daki işsiz madencilerle yaşadığı zamana ait deneyimlerini anlattığı Wigan İskelesi Yolu 1937’de basılıyor. İspanya iç savaşının haberini yapmaya gidiyor. Cumhuriyetçi milislere katıldıktan sonra oradan kaçmak zorunda kalıyor. İkinci Dünya Savaşı başladığında orduya kabul edilmiyor, BBC’de çalışmaya başlıyor. 1943’te oradan ayrılıp Tribune’nün edebiyat editörü oluyor. Bu kadar hayat deneyiminin son mahsulü de 1984.


Bağlamı eklemenin bir faydası da romanı yorumlayanların nasıl siyasi olarak kendilerine uygun yönlere çektiğini fark etmek. Örneğin Amerikalılar için Trump’ın demokrasi karşıtı, gerçeği öyle eğip büken ki değerlendirilmesini imkânsız hale getiren söylemleri ve politikaları karşısında yeniden gündeme gelirken durun o bizi kast etmiyor, komünizm eleştirisi yapıyor diyenlerden tam da sol değil, sonuçta esas Stalin eleştirmiş diyenlere gidip gelen bir yelpaze var.


Bu konuda mutlak bir bilgiye ulaşmaya çalışmak biraz beyhude elbette. Orwell’in duruşuyla ilgili yazıları zaten mevcut, ki birini yukarıda alıntıladım. Beyhude olmasının bir sebebi de sanat eserinin alıcısı nezdinde anlam kazanması. Oyun ise romandan farklı işliyor. Winston’ın bir günlük yazıp bunu günümüze ulaştırmış olduğu bilgisi oyun ilerledikten sonra netleşiyor.


Murat Daltaban’ın ifadesiyle: “1984 alışılmış bir tiyatro gösterisi değil. Seyircinin alışkanlıklarının dışında bir yapısı, anlatım biçimi var. Aslında riskli bir oyun gibi görünebilir başlangıçta. Metnin kendi içinde bir tutarlılığı var ama oldukça soyut denecek bir metin. Ben böyle metinleri çok zevkle çalıştığım için çok istedim. Üstüne hayal gücüm ve rejim eklenince ortaya çıkan gerçekten enteresan bir oyun oldu. Seyirci anlamadan çıkar mı? Çıkabilir. Tiyatroda her zaman savunduğum şey şuydu: anlamak dediğimiz çok öğretilen bir şey. Giriş gelişme ve sonucu eğer alışkanlıklarınla tespit edebiliyorsan, anladım diye cevap verebiliyorsun. Bunun dışında bir yapı olduğunda seyirciden anlamadım diye bir yanıt bulmak mümkün. Ama özellikle sanatta, anladım demek bu öğretilen şeylerin dışında bir tecrübe. Siz bütün bedeninizle anlıyorsunuz, hissediyorsunuz ve bir tecrübe yaşıyorsunuz. O öğretilmiş anlamak değil bu, bir haz, bir duygu, bir tecrübe doygunluğu. O noktada da 1984 iyi bir deneme oldu. Seyirci için alışkanlıkların dışında bir tecrübeydi ve çok büyük coşku uyandırdı çünkü yaşadıklarımız hikayede hissedilenle, hikâyenin omurgasıyla aynı ve bunu seyirci bedenine direkt geçiriyor. Seyirci hiçbir şekilde itmedi bunu ve çok güçlü bir tecrübe haline dönüştü. Kapalı gişe oynuyor. Hep güçlü geri dönüşler geliyor. Bu açıdan beni çok mutlu etti. Bunun denemesini Yangınlar’da da yapmıştım. Ne anladım bilmiyorum ama çok etkilendim diye çıkıyordu seyirci. Eğer eseri istediğiniz doygunluğa ulaştırabilirseniz, çok güçlü bir şey sanat.”


Metnin “parça parça, ileri geri” bir yapısı var. “Bütünü tamamladığınıza anlaşılıyor. Oyundan çıktıktan sonra düşünmeye devam edeceğiniz bir kurgu.” Metnin yapısı “işi biraz karmaşıklaştırıyor belki ama bütüne ulaştığınızda yarattığı bir evren var. Önemli olan seyirciyi o evrene sokabilmek. Ondan sonra anladığı şeyi tecrübe altına dönüştürebilmesi için üzerine düşünmesi gerekiyor. Bu, seyircinin de yaratıcı olması gerekliliği. Esere katkıda bulunması. Bu noktada sanat sizi değiştiriyor, dönüştürüyor, etkili hale getiriyor, üretim yapmanıza yol açıyor, alan açıyor. Tiyatronun bu tarafı bence çok önemli. Anlaşılır olması değil tecrübe edilebilir esneklikte olması gerektiğini düşünüyorum.”


Oyunun ilk sahnesinde karanlıkta belli belirsiz bir ışıkta seçtiğimiz oyunculardan biri maskeli. Hareketlerin pandomim gibi, biraz robotsu olmasıyla da beraber, bende göz kaçırma etkisi yaratıyor. İlerledikçe maskeler yüzleri sarmaya başlıyor. Daha ilk sahnede, o tek maskelinin yarattığı tekinsiz his, fondaki savaş görüntüleri, büyük birader, emirler, seslerle, tekrarlanan bir sahneyle beraber gittikçe artıyor. Maske kullanımının sebebini sorduğumda Murat şöyle bir cevap veriyor: “Seyircinin yaşayacağı tecrübe önemli. ‘Bu bana ne yaşattı?’nın cevabını bilgi haline dönüştürebiliyorsa o maskenin orada bir yeri, anlamı vardır. Hiçbir işlevi yoksa, eser açısından başarısız bir detaydır.” Seyircinin sanat eserindeki rolünü iyi anlatan bu sözler, beni tekrar oyuna götürüyor. Sahnelenen distopik dünyanın bir travmanın hissettirdiklerine benzerliğini hatırlıyorum. Ortamdan kopma, yabancılaşma, etraftaki her şeyin bir boğuk ses, belirsiz görüntüye dönüşüp yok olması. Bir şeylerin tehlike yarattığına dair o en içgüdüsel yerden gelen korku hali. Bendeki karşılığı bu maskenin. Didaktik bir anlatımın aksine, kurgusuyla, boşluklarıyla seyirciye alan açan oyunu, bir bütünlük içerisinde algılamaya gayret ediyorum. İzledikten o kadar zaman geçtikten sonra bile kolaylıkla hatırladığım hisler, anlatımın gücüne ve unsurların işlediğine işaret ediyor. Bazı sahnelerdeki Matrix hissi veren, böylece gerçeğe bir katman daha açan, bir kez daha sorgulatan geçişler aklımda kalanlardan. Oyuncuların mikrofonla konuşması da yabancılaşma hissinin üzerine ekliyor.


Metnin günümüzde hala ne kadar geçerli olduğunu Özlem’in aktardığı bir anı gösteriyor. Bir arkadaşlarının ortaokul seviyesindeki kızı, Zenti, tiyatro kulübünde 101 numaralı odada ne olduğunu konuşacaklarını söylüyor. Oyunda, “Nerdesin Winston? 101 numaralı odada ne var?” sorusu sık sık tekrarlanıyor. Murat’ın ifadesiyle “Seyircinin bir sanat eserine böyle bakması, böyle yaklaşması lazım. Seyircinin de bu soruyu sormak üzere, o açıdan yaklaşması lazım meseleye.”


Hala çok geçerli olan klasik bir metni farklı bir uyarlamayla sahneliyor ve izliyor olmayı özel kılan nedir denirse Özlem’in sözleriyle: “Finale kadar, hep doğru yerlerde ve sanki o sahnenin sorusuymuş gibi sorulan, ama acaba hep aynı sahnenin içinde miydik, kafasının içinde miydik dedirten soru. Eserin yeniden yapılmasındaki güzellik böyle incelikli yerler, bakışın, yıl, ülke, dönem, rejisörün ne hissettiği. Orwell’in 1984’ü üzerine yalnız kitap kulübünü koymaktan öte böyle şeyler eseri başka bir sanat eseri haline getiriyor. Özünden şaşmıyor, ama orayı işaret ediyor. Onun tazeliğini Zenti’den hissettim. Gerçekle yalanın tartışıldığı bir dünyada kişinin kendi kafasında kurduğu mevzuların çok önemli olduğu bir çağa girdik diye düşünüyorum. İnsan zihni kendiliğinden bunu hazır hale getiriyor. Kendi korkun. Çok tedirgin edici gerçekten.”


1984 neticede insanın temel korkularının yönetilebilir olmasıyla ilişkisini gösteriyor. Bu bakış oldukça tedirgin edici. Bu uyarlamayla ilgili bir yazı, 1984 zamanında partinin oluşturduğu korkuyu artık kendi içimizde oluşturduğumuzdan söz ediyor. Yani dış bir etkene, bir zorlayıcıya ihtiyaç duymadan kendi kendimize kısıtlar koymaya başladığımızda. Buna Murat’ın hatırlattığı alıntıyla bakarsak: “O’Brian’ın sözü var: Büyük Birader sensin Winston. Kim diye sorma bana, sensin. Biz niye izleyelim ki seni? Kendini neden bu kadar seyredilmeye değer buluyorsun? Sende neyi izleyebiliriz ki? Sen kendi kendini izliyorsun, büyük birader sensin.” Bu sözleri iyice sindirelim en iyisi. Otosansürü fark bile etmediğimiz, otomatikleştirdiğimiz o alan. İşte orası ruhumuzu da ince ince yaralamaya devam ediyor.


Bir görüşe göre hayatı, kararlarımızı, bakış açımızı iki ana eksen belirliyor: Korku ve sevgi. Hayatı korumaya koşullu beyin, negatif düşünceyi daha hızlı ayırt etmek üzere evrimleştiği için de denebilir ki korku bize daha refleksif olarak gelirken başka bir yerden bakmayı seçmek gerekiyor.


Korkunun insan üzerindeki etkisi onu kullanılabilir bir varlık haline getiriyor. Ulrich Beck’in kendi neden olduğu risklerini yönetmek üzere şekillenmiş olan modern toplumu risk toplumu olarak adlandırması akla geliyor. Olası riskleri bertaraf etmek üzere kurulmuş sistemin yanısıra diyelim ki böyle bir arzumuz olsa bile kendimizi teknolojiden uzaklaştırmamız artık pek mümkün değil.


Kaybettiğimiz güvenceleri, ekonomik krizleri, iş hayatıyla tedirgin ilişkimizi, önümüzü göremememizi de yanına katan siyaset, belki de günden güne korku ekseninde şekillenen hayatlarımızı yönetmek için karşımıza benzer oluşumlar, liderler ve partiler çıkarıyor.


Çiftdüşün, yokkişi, büyük birader ve daha nice terim ve sloganı herhalde dara düştükçe kullanmaya devam edeceğiz. Aklımda kalan birkaç son unsuru da sıralarsam, geçmişin hâlâ olduğu tek yer antikacı, günlük çikolata hakkının 20 gram olması (benim için son derece distopik bir durum), kırmızı şallar, iki dakikalık nefrette toplumun deşarj olup hayatına, uyuma, uyuşmuşluğa devam etmesi-ki bu bölümlerde tarikat gibi senkronize bir dans var. Metni, rejisi, sahnelenmesi, böyle söylemem uygun olursa, oldukça maharet isteyen, bir çok unsurun bir arada işlemesini gerektiren, zor bir oyun 1984. Sahne tasarımıyla çok kuvvetli bir 1984 evreni çizen, kalabalık bir kadronun müthiş bir uyum içerisinde hareketine ihtiyaç olan oyun, kapalı gişe devam ediyor. Yılın son oyunları 22-23-24 Aralık’ta gerçekleşecek. Tüm oyunculara tek tek teşekkür ederim, ama en çok Winston’ı canlandıran Adem Mülazım’a. İyi işleri izlemenin keyfi bir başka.


Tiyatro damarlarına bir kez işlemiş olan insan, zor bulunan biletleri bulmayı, hava şartından bağımsız kalkıp bir oyuna gitmeyi, izlenecek neler var diye araştırmayı, o büyüyü, duygu bütünlüğünü paylaşmayı bir yan düşünce olarak görmüyor. Hayatının nefes alma alanlarından biri haline dönüştürüyor. İnatçı bir hevesle yapılan bir iş günümüzde tiyatro. Bunun gücünü yadsımamak gerekiyor.


Oyunda ara ara sorulan “Kimse yok mu?” sorusuna cevap vererek bitireyim: Kimse var. Biz varız. Günlük günümüze ulaştı. Tiyatrolu, sanatlı günlerde yeniden görüşmek üzere.


Comments


bottom of page