Çanakkale Bienali’nin Zamana Bırakmak başlıklı 9. edisyonu 4 Ekim Cumartesi günü açıldı. 13 mekâna yayılan ve 50’den fazla sanatçıya alan açan iddialı sergiyi Fırat Yusuf Yılmaz ile Murat Alat birlikte gezip değerlendirdi. Yazarlarımız bienalin kanaatlerince başarılı ve başarısız olduğu yanları bu sohbet kıvamında kurguladığımız atipik yazıda ele alıyor
Yazı: Fırat Yusuf Yılmaz & Murat Alat
Yabancı, İsimsiz
Kapsayıcılığı, etkileşimi ve diyaloğu öncelediğinin altını çizerek kendini ifade eden Çanakkale Bienali'nin 9. edisyonu devam ediyor. "Gençlerin günümüzün sanatının zengin ekosistemini deneyimleyebileceği, güncel konulara odaklanan canlı bir platform oluşturmak üzere kurgulanan" bu edisyonun başlığı Zamana Bırakmak.
"Deyimin hem birincil anlamına hem çağrışımlarına gönderme yapıyor: Acilen çözülmesi gereken fakat mevcut koşullarda çözümsüz gibi görünen durumları zamanın sağaltıcı etkisine emanet etmeyi, aciliyetin çağrıştırdığı aceleciliğin yerine serinkanlı olmayı salık veren bir ton taşıyor. Bir yandan ‘gençlik’le özdeşleşen heyecan, tez canlılık, yüksek enerji gibi halleri; diğer yandan günümüz teknolojilerinin dayattığı hız ve eş zamanlılık baskısı karşısında doğanın ve insanlığın ‘an’larını daha geniş bir perspektiften ele almayı, farklı çağrışımlarıyla deneyimlemeyi ve duyumsamayı öneriyor."
9. Çanakkale Bienali, şehir merkezine ek olarak Assos, Küçükkuyu ve Troya Müzesi’nde de mekânlara yayılacak. 2008 yılından bu yana Çanakkale Bienali İnisiyatifi– CABININ yani Çanakkale Bienali İnisiyatifi tarafından düzenlenen Çanakkale Bienali, bugüne kadar 500’ün üzerinde sanatçı, inisiyatif ve kolektifi ağırlarken bu yıl da 50’nin üzerinde sanatçının katılımıyla gerçekleşiyor. CABININ'in kurucusu Seyhan Boztepe’nin Genel Sanat Yönetmenliği’ni üstlendiği 9. Çanakkale Bienali, Alper Akyüz, Burak Topçakıl, Deniz Erbaş, Didem Çapa, Ebru Nalan Sülün, Hakan Yılmaz, Rüstem Aslan, Thouli Misirloglou, Ulrika Flink ve Zihni Tümer’in dahil olduğu kurul birlikteliğinde şekillenen projelerle oluşturuldu. Altı hafta sürecek ana sergiler ve etrafında şekillenen etkinliklerin oluşturduğu programla bir deneyim alanı olarak da çalışacak bienal üç eksen üzerinden gençlere odaklanıyor: Gençlik Kültürü ve Sanat-Teknoloji Bağıntıları, Küresel Konulara Taze Yaklaşımlar ve Kültürün Aktarımında Sanat.
9. Çanakkale Bienali ana sergileri 4-5 Ekim’deki ön gösterimlerin ardından ziyarete açıldı ve 11 Kasım’a kadar devam ediyor. Bütün detaylar ve program için: https://www.canakkalebienali.com
Murat Alat: Ben işe en son söyleyeceğimi en başta söylereyerek başlamak istiyorum. Zamana Bırakmak, bir kısmı Çanakkale Bienali için kronikleşmiş bir kısmı ise bu edisyona has birkaç hassas sorunu şimdilik kenara bırakırsak kanaatimce mümkün olduğunca profesyonelce kotarılmış, yeterli sayıda etkileyici sanat eserinin izleyiciyle buluşmasını sağlayan kendi çapında değerlendireceksek yeterli oranda başarılı bir sergi olmuş. Öte yandan mümkün kıldığı ilişkiler ağıyla da sanata bir dinamizm getirdiği şüphe götürmez. Yine de ben bienalin iyi yanlarına değinmeden önce salt Çanakkale Bienali’nin değil ülke sathındaki irili ufaklı tüm sergilerin müzdarip olduğu bir sorunu gündeme getirmek istiyorum ki bu da küratör sorunu. Çanakkale Bienali küratör konusunda en başından beri ayrıksı bir strateji izledi. Organizasyonunda kimi zaman küratör pozisyonunu baki tutulsa da üçüncü edisyonundan itibaren genel sanat yönetmenliği adı altında bir pozisyon oluşturuldu ve geçmişte hem Beral Madra hem Azra Tüzünoğlu birden fazla kez bu rolü üstlendi. Bienalin kurucu direktörü Seyhan Boztepe şimdi de Zamana Bırakmak’ın Genel Sanat Yönetmeni olarak karşımıza çıkıyor, kaldı ki Boztepe bienalin başından beri hemen hemen her serginin küratöryal ekibinde yer alıyordu. Elbette küratörlüğe dair farklı ve hatta şüphecil yaklaşımları kabul ediyorum ama sadece Çanakkale özelinde konuşmayıp tüm Türkiye’ye bakacaksak organizasyonların ısrarla küratör seçimlerinde anlamlandıramadığım hamleler yaptıklarını itiraf etmeliyim. Genelde hep aynı iki üç ismin küratör olarak tercih edildiği küçük ve orta ölçekli etkinlikleri bir kenara bırakacak olursak fark yaratmak isteyen iddialı ve bağımsız yapılar da Türkiye’yi ve uluslararası sanat ortamını iyi bilen, günümüz sorunlarıyla içli dışlı, büyük sergi deneyimi olmuş ya da büyük sergilere hazır isimleri tercih etmektense izahı benim için zor kararlar alıp etkinliklerini hüsrana sürüklüyorlar. Yakından tanıdığım ya da uzaktan takip ettiğim rüştünü ispat etmiş pek çok ismin Türkiye’deki etkinliklerde kendilerine küratör olarak yer bulamamalarının onları kariyerlerine yurt dışında devam etmeye iten etmenlerden biri olduğu su götürmez bir gerçek. Çanakkale Bienali’nin de bu edisyonundaki en büyük sorunun küratör sorunu olduğunu söyleyebilirim. Tek bir küratörün ya da beraber düşünen, yeri geldiğinde çelişen ama ortak kararlarını hayata geçiren bir grubun tahayyülü sonucu ortaya çıkmış bütünlüklü bir sergi yerine pek çok farklı aktörün bir araya geldiği Zamana Bırakmak epey parçalı bir deneyim sunuyor. Altını çizmem gerekirse bunun bienal ekibinin bir stratejisi olduğunu farkındayım ama bu strateji sergileri iyi yönde etkiliyor mu ondan şüpheliyim. İlla ki büyük çaplı konvansiyonel bir sergi yapılacaksa önerim şu ki bazen alışılageldik yollardan sapmadan önce klasik formatları hakkıyla uygulamak gerekiyor.
Fırat Yusuf Yılmaz: Danışma kurulunun, bienale davet ettikleri kişileri pratik sebeplerle kendi aralarında bölüşmüş olduğu ve daha çok kendi kısımlarının kürasyonuyla ilgilendikleri izlenimini veren seçki, “küratöryal çoğullukların” genel olarak nasıl düşünüldüğüne ve pratikte nasıl uygulandığına dair önemli fikirler veriyor. Seninle yakın düşünmeme rağmen bir yandan da “büyük sergilere hazır” bir kişi tarafından düzenlenecek derli toplu bir bienalin tektipleşmiş bir sonuç üretebileceğini düşünüyorum. Bu noktada, “parçalı deneyim” ifadesi bu seneki bienali fazlasıyla özetler nitelikte, hem olumlu hem de olumsuz anlamlarda. Böylesine kararsız bir izlenime sahip olmamızın en büyük sebeplerinden biri, seçilen temanın muğlaklığı ve sonu gelmeyen bir ifadeler zinciri formatında olması sanırım. “Gençler, teknoloji, gelenek ve gelecek” şeklinde, format gereği oldukça kısaltılmış haliyle duyurulan fakat bienale dair paylaşılan her içerikte sürekli olarak genişleyen* bir anlatı bizi sarmalamaya çalışıyor. Çoklu odakların tercih edilmesi, yazılan metinlerle olan ilk karşılaşmanızda bienalin yaklaşımına dair pozitif bir karar gibi gözüküyor ancak sergilenen işleri gördükçe başka bir kanıya varıyorsunuz. Tahmin edilebilir ki bu tür tematik tercihlerinin genel sebebi, bileşen listesi kalabalık olan çoğu grup sergisinin de muzdarip olduğu şekilde, davet edilmek istenen kişilerin üretimlerinin hepsini “abes durmadan toparlayacak” kavramsal bir potlacın ihtiyacı oluyor. Bir yandan bu formülün bienalin birden fazla zamansal anlatı katmanını içerebilmesi ve genel izleyicinin kendi tercih ettiği perspektiften eserlere erişebilmesi için kurgulandığını anlıyorum. Yine de bütün iyi niyetlere rağmen seçilen kavramsal çerçeve tekil işlerin birlikte sergilenirken kolektif bir zamansallık fikri üretememesini ve ortak üretim süreçlerine sahip olmamalarını bütün o ifadesel genişliğine rağmen tamamen bütünleyemiyor.
MA: Burada sorun monolitik ya da çok parçalı bir yapı arasındaki tercih değil, birbirini çeken ya da iten, birbiriyle uyum içinde olan ya da zıtlaşan ama her halükârda bir ilişki kuran parçalardan mütevellit bir yapının ortaya çıkıp çıkmadığı. Küratörlü bir serginin aslında sanat eserlerinin bir araya toplandığı büyük bir yerleştirme olduğunu göz önünde bulundurursak sergiler ancak böyle bir bütünlülükte ele alındığında sanatsal açıdan ortaya değerlendirilebilecek bir önerme koyabiliyorlar, aksi durumda bünyelerindeki eserleri kendi savaşlarını vermek üzere bir başına bırakıp birer derleme olmanın ötesine geçemiyorlar. Günün sonunda Zamana Bırakmak’ın deşifre edebildiğim bir önermesi ya da sergileri gezdikten sonra ruhumda bıraktığı bütünlüklü bir tesirin yokluğu bence büyük bir sorun. Bir eser bir diğerine çoğu zaman değmiyor ve de eserler birbirini güçlendirmiyor. Evet çokça etkileyici eser gördüm ama bir eserin neden bir diğeriyle aynı mekânı paylaştığını ve hatta neden aynı başlığın altında toplandığını çoğu zaman çözemedim. Bu dağınıklığın elbette avantajları da olmuş, bu sayede geniş bir çatı altında çok farklı üretimler ve çok farklı aktörler birleşebilmiş. Bir “merkez dışı” etkinlik için konuşlandığı bölgede üretim yapan farklı aktörleri bir araya toplayabilmesi kabul etmem gerekir ki önemli ve belki de sonuca değil de sürece bakarsak bienalin sağlam bir önerme ortaya koymasındansa hayırlı iş birlikleri kurması tercih bile edilebilir ama bu durumda da etkinliğin formatı radikal bir biçimde modifiye edilmeli.
Genelde hep aynı iki üç ismin küratör olarak tercih edildiği küçük ve orta ölçekli etkinlikleri bir kenara bırakacak olursak fark yaratmak isteyen iddialı ve bağımsız yapılar da Türkiye’yi ve uluslararası sanat ortamını iyi bilen, günümüz sorunlarıyla içli dışlı, büyük sergi deneyimi olmuş ya da büyük sergilere hazır isimleri tercih etmektense izahı benim için zor kararlar alıp etkinliklerini hüsrana sürüklüyorlar. Yakından tanıdığım ya da uzaktan takip ettiğim rüştünü ispat etmiş pek çok ismin Türkiye’deki etkinliklerde kendilerine küratör olarak yer bulamamalarının onları kariyerlerine yurt dışında devam etmeye iten etmenlerden biri olduğu su götürmez bir gerçek. - Murat Alat
David Blandy, Art Zamanlı, 2024
FYY: Küratöryal bütünlüğün önemine ve işlerin çoğu zaman maalesef kendi başlarına hayatta kalmaya çalışmasına dair yazdıklarına katılıyorum. Bienallerin, bulundukları kentte uzun süreli, tek sefere mahsus olmayan ve bazen de yaşamsal dönüşüm önerilerinde bulunan iş birliklerine zemin hazırlaması beklenir. Bu anlamda Çanakkale Bienali uzun zamandır devam ettikleri Bienal Engelsiz, Bienal Çocuk ve Bienal Genç gibi programlarla yapısal dönüşüme dair bir takım umutlu denemelerde bulunuyor. Bir bienalden beklenmesi gereken diğer bir konu olan kent ve kültür-sanat aktörlerinin çaprazlanması konusu ise bu edisyonda fazlasıyla baskın. Genç ve yetişkin, kentin ticari alanları ve sanat, galeri ve müze, sivil toplum ve bienal ya da restorasyon süreçleri ve bienal şeklinde uzayan bir listeyi fark etmemek mümkün değil. Bienal mekânı olarak seçilmelerinden sonra restorasyon ve sosyal dönüşüm süreci hızlanan Korfmann Kütüphanesi ve Seramik Müzesi’ni anmakta da kesinlikle fayda var. Ek olarak, bienal dahilinde açılmış olan Bienal Dükkan’ın kentin tasarım odaklı üreticilerini ve bienal tarafından “isimlendirilmeden” varlıklarını nazikçe duyumsanır kıldığı sanatçı atölyeleri iyi çaprazlanmalardan örnek olarak verilebilir. Fakat bir bienalin, ulaşımı izleyici için çok zor olan ve kent belleğine etkisi limitli olan bir sanayi bölgesinde yeni açılan bir sanatçı atölyesine, Astim’deki atölyeye yer vermesini bahsi geçen olumlu çaprazlanmalardan birisi olarak konunlandırmak çok zor. (İletişim kanalları bienalin duyurusundan sonra açıldığı için Astim Kolektifi’ni, kolektif kimlikleri yerine bir atölye olarak andım. Zamana bırakıldığında kolektif kimlikleri ve kent angajmanları açığa çıkacaktır eminim.) Aynı şekilde, bir bienalin Troya Müzesi gibi kritik bir müzede neden kâr amacı güden bir sanat galerisinin “yarı-antolojik” seçkisine yer verdiğini anlamlandırmak çok güç. Bienal kapsamında, bahsi geçen galerinin arşivine, sanat tarihine bıraktığı ize veya galeri olarak belleğine dair bir seçki yapılması beklenirken, güncel sanatçılarını da kapsayan bir sergiyi bir müzede neden gördüğümüz sorusunun cevabını merak ediyorum. Bu minvalde yereldeki çoğu bienalin oluşturduğu çaprazlanmaların heyecanını paylaşmakla birlikte, seçimlerin sağlıklı bir mesafeyi koruyabilen şekilde yapılmasını ve kamu nezdinde de anlam taşıyan birliktelikler üzerine kurulmasını bekliyorum.
Troya Müzesi, Maçka Sanat Galerisi Seçkisi’nden genel yerleştirme görünümü
MA: Astim Kolektifi’nin sergisi ve de Troya Müzesi’ndeki Maçka Sanat Galerisi’nin “arşiv” sergisi bienalin en zayıf halkalarıydı ve ne yazık ki bu zayıf halkalar öyle kolaylıkla görmezden gelinebilecek kadar az yer kaplamıyorlar sergi programında. Öncelikle Astim’in sergiye eklenmesinin sanatsal değerini anlayamıyorum. Sanayi mahallesinin sanat ekosistemine eklenmesi ve kente yerleşen yeni aktörlerin ortak bir çatı altına alınması elbette önemli ama Astim sergisi en fazla paralel bir sergi olarak dahil olabilirmiş bienale. Bienalin geri kalanında sergilenen eserlerle Astim’dekiler arasında ciddi bir niteliksel fark var. Öte yandan Troya Müzesi’nde sergilenen “Maçka Sanat Galerisi arşivi” de başlı başına bir sorun. Açıkçası Maçka Sanat Galerisi Türkiye sanat tarihinde müstesna bir yere sahip ve salt ticari galeri olarak anılmayı hak etmiyor ve bienal programında ilk karşılaştığımda Troya Müzesi’ndeki serginin Maçka Sanat’ın engin ve kıymetli arşivinden parçalar sunacağını düşünmüştüm ama bunun yerine çoğunlukla galerinin ikinci jenarasyonunun son yıllarda çatısı altına aldığı sanatçılardan derlenmiş bir sergi gördüm ve yine bienalin geri kalanıyla bağdaşmayan eserlerdi bunlar.
Çanakkale Bienali’nin ciddi bir mekân sıkınıtısı olduğu aşikâr ve bu mekânsızlıkta Troya Müzesi’nin sergi salonunun daha verimli kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Daha önce de burada Agah Uğur Koleksiyonu sergilenmişti ve yine geniş bir açıdan bakıldığında Agah Uğur’un koleksiyonundan Türkiye sanatı için son derece değerli eserlerden oluşan bir seçki teşhir edilmiş olsa da mevcut bienale hizmet etmeyen bir sergiyle karşılaşmıştık. Çanakkale Bienali’nin kapsayıcılık uğruna sanatsal değerlerden vazgeçmesini açıkça kabul edilebilir bulmuyorum.
Astim Kolektif, Genel yerleştirme görünümü
FYY: Bir bienalin içerisinde bulunduğu kentteki kültür-sanat bileşenlerini nasıl ele aldığı ve hangi aktörleri hangi mekânlarda aktif hale getirmeye çabaladığı konusu önemli gerçekten. Bu noktada Çanakkale Bienali’nin, diğer yerel bienallere nazaran içerisinde düzenlendiği kenti egzotikleştirmeyen bir pratiğe sahip olduğu söylenebilir fakat iş birliği yaptığı senaryoların kategorisine ve niteliğine dair iyileştirilmesi gereken noktalar kesinlikle mevcut. Mekânların kolektif ve kamusal olarak kullanım pratikleri üzerine bu seneki edisyonda küratör Ulrika Flink ile gerçekleştirilen iş birliği, bir bienalin yerleştiği veya yerleştirdiği bileşenlere dair takip etmesi gereken çizgiyi ve metodolojiyi bu bienalin içinden titizce söylüyor aslında. Kamusal alandaki sanat deneyimleri üzerine Çanakkale Bienali ve Flink arasında yıl içerisinde süregelen diyalog ve bilgi paylaşımı en son Korfmann Kütüphanesi’ni hassasiyetle mesken edinen bir dizi üretimle sonuçlanmış. Kurgusal bir kültür tarihi incelemesi ve izleyiciyi dahil eden masa oyunlarını da içeren seçki, kütüphanenin dış cephesine ve çevre binalara da asılan imajlarla destekleniyor. Ulrika’nın (ve elbette ona eşlik eden bütün sanatçıların) sergileme alanında bulunma ve araştırma hali, ikimizin de bahsettiği “alan açma stratejilerine” kıyasla daha minör fakat güçlü adımlar oluşturuyor. Alan açmaktan bahsetmişken, bu sene bienal kendi ekibinde uzun zamandır görev alan genç bir küratörün seçkisine ve bunu takiben gençlere de yer veriyor.
Deniz Kulaksızoğlu & Can Yıldırım, 25 Saat
MA: Evet, haklısın. Yiğidi öldürüp hakkını yememeliyim, bienalin en etkili ve bütünlüklü kısmının ziyadesiyle genç bir küratöre emanet edilmiş olan MAHAL’deki sergi olduğunu itiraf etmeliyim. CABININ küratörlerinden Burak Topçakıl etkileyici bir iş çıkarmış ve Topçakıl gibi genç bir isme ancak bu çok paydaşlı yapıda yer açılabilirdi. Seçkisindeki Yunus Aras’ın Ukroni adlı eseri ve Deniz Kulaksızoğlu & Can Yıldırım ikilisinin 25 Saat adlı eseri benim açımdan istisnaiydi. Türkiye sanatı için kanımca yeni bir soluk olan, hatta iddialı olacağım, bir paradigma değişimini zorlayan bu genç kuşağın bienal çatısı altına girmesi içimi umut doldurdu. Yeni üretim olduğunu bildiğim bu iki eser için hem küratör ne istediğini iyi biliyormuş hem de sanatçılar zaman üzerine verilen briefing’i iyi özümseyip etkileyici eserlere dönüştürmüşler diyebilirim. Yine Topçakıl’ın seçkisindeki Eda Sütunç’un Sentetik Köken ve Yabancı’nın İsimsiz eserleri heyecan vericiydi. Lakin bu bölümde de ciddi bir organizasyonel sorun vardı, anladığım kadarıyla son andaki bir mekân sıkıntısından dolayı Topçakıl’ın seçkisinin arasına seçkide olmayan ama bienalde olup başka bir yerde gösterilmesi planlanan eserler serpiştirilmiş. Bu durumu kabul edilemez buluyorum. Yirmi yıla yakın bir deneyimi olan bienalde böyle bir aksaklık ve de bir küratörün kurgusuna böylesi anlam ve tesir değiştirici net bir müdahale şaşkınlık verici. Topçakıl’ın sergisine eklenen eserlerden Alper Aydın’ın kayaların üzerine ağırlıklarını yazdığı, dolaşıma çokça girmiş epey de eski olan performans fotoğrafının geçtim MAHAL’de kendine yer bulmasını, bienale neden dahil olduğunu bile anlamam mümkün değil. Söz konusu olanın küratöryal bir karardan ziyade çok parçalı bir karar alma mekanizmasının kişisel ilişkileri dahilinde yaptığı bir müdahale olmasından da korkmuyor değilim zira Aydın’ın eseri ne yerleştiği yerde huzurlu duruyor ne de bienalin fazlasıyla geniş kavramsal çerçevesine uyuyor.
Yunus Aras, Ukroni, 2024
FYY: Burak Topçakıl’ın seçkisi, bienalin geri kalanı gibi cinsiyet dengesinde sınıfta kalsa da genç jenerasyonun imge üretimine ve halihazırda sirkülasyondaki imgelere olan yaklaşımına dair merak uyandırıcı bir zemin oluşturuyor. Punk, provoke edici, İnternet tabanlı kültürlere referans veren, yeri geldiğinde radikal bir şekilde pejmürde kalmayı seçen, insan-sonrası yaşamı tahayyül edebilen ve benim jenerasyonumun gayri ihtiyari bir şekilde araçsallaştırdığı nihilizmi sergide hissetmek fazlasıyla mümkün. Bahsettiğin organizasyonel çakışma ve mekân sorunu bienallerin zaman konusunu kendi temaları olarak belirlemekten öteye geçerek artık kendi prodüksiyon aşamalarına dair zamansallıkları da ele almalarının gerekliliğini hatırlatıyor bana. İki senede bir yapılan bir etkinliğin uzun vadeye yayılan bir planlama süreci sonucunda oluşması ve dolayısıyla son anda yapılan değişikliklere karşı biraz daha dirençli olması beklenir. Mekân üretmenin zorluğu ve kriz anlarında alınması gereken çok ağır kararları bir noktaya kadar anlamakla birlikte gerçekten zamana bırakılmış pratikleri ve uzun vadeli angajmanları odağına alan bir seçkide bir işi kendi sürecini yansıtan mekândan alıp başka bir yere koymayı düşünmek bile imkânsız olurdu kanaatindeyim. Tam da bu noktada neyin yerinin değişemediği ve nelerin alternatifini düşünüp düşünemediğimiz konusu devreye giriyor.
Çanakkale Bienali’nin açılış günleri olan 4-5 Ekim’de, bienal için gelen (bizim de dahil olduğumuz) basın ekibi kenti turlarken, kent merkezinin yakınlarında Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin Vahşi Madenciliğe Hayır! isimli yürüyüş ve mitingi vardı. Kesişen zamansallıklara ve zamansal paralelliklere atıfta bulunmayı sadece tema içerisinde gerçekleştirmemek adına bir bienale çevreye “uzun zamandır” zarar veren Opet ve Dardanel’le neden “uzun vadeli” iş birlikleri gerçekleştirdiğini sormayı uygun buluyorum. Sadece Çanakkale Bienali’ne sorulamayacak kadar yaygın olan bu durumun faturası tek bir oluşuma kesinlikle kesilemez elbette. Ekonomik kırılganlıkları, sponsor seçememe durumunu ve böylesi bir ortamda var olmanın bile fazlasıyla çaba gerektirdiğini tahmin ediyorum. Çevreye direkt olarak bu zararı verenin CABININ ve kültür-sanat öznelerinin olmadığının bilinciyle yine de şu soruyu sormak istiyorum: İki sene yeni bir sponsor bulmak için yeterli bir süre değil mi? Bu konunun da “zaman bırakılmadığını” ümit ederek, eğer destek istenirse ve şeffaf bir süreç yürütülürse başta kendim olmak üzere bu alandaki aktörlerin daha hesap verilebilir bir bienal için “zaman ayıracağını” öngörüyorum.
MA: Sanat için kaynak yaratmak sanırım sadece ülkemizin değil tüm dünyanın başat sorunlarından. Zira böyle olmasaydı zırt pırt sanat kurumlarının şöyle ya da böyle ardlarında bulunan şirketlerin veya kişilerin etik dışı davranışlarıyla çalkalanmazdı gündemimiz. Bizim buralarda da İstanbul Bienali’nin vakti zamanında kendine Yedinci Kıta diye bir başlık seçip ekolojiyi gündemine taşırken kurucu sponsoru Eczacıbaşı’nın madencilik iştiraklerinin görmezden gelinmesini beklemesi elbette bir saçmalıktı. Bu gibi durumlarda sanat çok kırılgan gibi gözükse de amacımız elimizdeki gücü bu şirketlerin politikalarını değiştirmeye yönlendirecek bir seviyeye ulaştırmak olmalı. Ben bu çapta şirketlerin Türkiye gibi her şeyin mübah olduğu bir ülkede sadece art-washing için sanata bulaştıklarını sanmıyorum. Gözlemlediğim kadarıyla sanat desteği daha çok kişisel hevesler uğruna yapılıyor ama açılmış olan bu diyalog hattını ne kadar verimli kullanıyoruz bundan şüpheliyim. Diyalogdaki bu dengesizlik bana Burak Delier’in Koleksiyonerin Dileği işinin adını çağırıştıyor, bulunduğumuz kaygan zeminde sergilerin sponsorun dileği tarafından belirlenmeyeceğinin teminatını kim verebilir? Sanatın zar zor kazandığı toplumsal olaylara tepki verebilme refleksi körelmiyor mu? Siyaset üstü “zaman” veya “nesnelerin yapısı” gibi konulara yönelinmesi beni şahsen çok sevindirse de bu konular politik arka plandan azade ele alındıklarında hepimizin muzdarip olduğu hakim dünya düzeni için son derece zararsız kılınıyorlar ve sanat gün geçtikçe şirketlerin halkla ilişkiler kampanyalarının bir eğlencesine dönüşüp parıltıların ardında gözden yitiyor.
Jun’ichiro Ishii, Dünya üzerinde kaymak
FYY: Körleşme ve yabancılaşma konusuna verilebilecek en iyi cevap belki de üreten öznelerden gelmeli. Bienal mekânlarından birisi olan Bordo Bina’da “fosilleşecek olan zamanı” duyumsanır kılan, geleceği düşleten, kimi zaman distopik, kimi zaman da canlı ve cansız emeğin yapısına yönelen bir seçki vardı. Bahsettiğin “gizli otoriter” senaryolar ve geçmiş örnekler, geleceğe yönelik düşlerimizin sanatçıların üretimine de yansıdığı şekilde neden haklı bir kaygıyla dolu olduğunu gayet iyi açıklıyor bence. Yine de, tam da bu kaynama noktası üzerine odaklandığımız zaman belirginleşen bir dizi refleks ve karşı-strateji, sanatçıların kendi üretimlerinde uç vermiş oldukları gibi görünür oluyor. Zamanın üzerimizde oluşturduğu baskıya dair çözümleri Bordo Bina’da sergilenen sanatçılar gibi geleceğe dönük senaryolarda aramak istemezsek de FeHAN Üst Kat’da Jun’ichiro Ishii’nin Dünya üzerinde kaymak isimli işi bize bambaşka bir öneriyle geliyor. Google Earth arayüzünü kullanarak, önündeki dokunmatik ekranda bulunan dijital mesafeleri parmağıyla çok hızlı bir biçimde sembolik olarak kat eden sanatçı, dijital zaman ve biyolojik-coğrafi zaman arasındaki kontrasta odaklanıyor. Böylece şimdiki zamanda anlamlanan ve toprakla birebir ilişkili olan mekânsal algılama pratiklerimizin çeşitli arayüzlerle birlikte süregelen başkalaşımına dair ironik bir refleksi sahneliyor. Bienaldeki işlerin bazılarında görebileceğimiz üzere, zamanın bütünleşik yapısı oldukça çetrefilli, kristalize ve çok yüzlü bir zaman anlayışına ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
Bilal Yılmaz, Başaklar
MA: Bordo Bina demişken Bilal Yılmaz’ın Başaklar adındaki işinden bahsetmeden geçemem. Bilal her ne kadar sanatçı kimliğini yerine çoktan oturtmuş olsa da ben kendisinden bu sergi vesilesiyle haberdar oldum. Benim ayıbım. Başaklar’ın arkasında emeğinin çokça olduğuna kani olduğum Ebru Nalan Sülün’e de bu karşılaşma için müteşekkirim. Başaklar zanaat ve sanat ayrımı gibi sanatın kökensel bir sorununu günümüze taşıyor ve de handiyse işe metafizik bir boyut katıp geleneksel formları gelişmiş teknolojiye başvurmadan maddi yanlarından soyutlayıp imaj ve nesne arasındaki ilişkiyi çok boyutlu bir sorgulamaya açıyor. Zamanın ruhunun bizi uçuk kaçık teknolojik işlere taşıyacağını beklerken gerek Yılmaz’ın eserinin gerek Topçakıl’in sergisindeki bazı eserlerin zanaatle kurduğu bağ ufkumuzdaki kara bulutları bir nebze dağıtabilir.
FYY: Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağları işler üzerinden takip ederken son aşamada aklıma bu işlere uzun vadede ne olacağı fikri istemsizce düşüyor. Bienalin broşüründe “Yeni nesil bir müzemiz olsun!” şeklinde coşkulu bir şekilde müjdelenen ve bienalin “yirmi yıla aşkın hafızasını zamana emanet ederek geleceğe aktarma arzusunu” bütünlemesi planlanan “Bienal Arşivi Müzesi” dikkatleri üzerine çeken ve üzerine düşünülmesi gereken bir girişim. Bu aşamada müzelerin çoğunlukla zamanı kategorize eden, bölen ve durduran yerler olduğunu hatırlamakta fayda var sanırım. Ayrıca müzelerin süreç içerisinde kendi arşivlerine ihanet eden güvenilmez yerler haline dönüştüğü sayısız örnek mevcutken bir inisiyatif olarak başlayan CABININ’in oluşturacağı müzenin “kendi kendini tarihselleştirmekten” ve “envanterine yer bulmaktan” öteye geçmesini bütün iyi niyetimle dilerim. Bu konudaki beyin fırtınasına açıklığını dile getiren ekip umut vermekle birlikte, başarılı örnek olarak anılabilecek bienal ekibi arşivlerini ve Çanakkale’ye taşınan kültür-sanat aktörlerini yerel sahneye dahil etmeye dair çalışmalarını -halihazırda olduğu kadar nitelikli bir şekilde- bu müzenin merkezine yerleştirmeyi planlarlar umarım.
MA: Ben bu derde başka bir açıdan yaklaşacağım. Mevcut kurumsal yapıların yetersizliği aşikar, müze fikrini sorgularken adına bienal dediğimiz formatın da çokça sorgulanabilir bir oluşum olduğunu aklımızda tutmak gerekiyor. Ben merkez dışı olarak addedilebilecek etkinliklerin ısrarla kendilerine bienal demelerini anlamsız buluyorum. Bienal adında karşı koyulamaz bir prestiji var, bunu kabul ediyorum. Dünyadaki pek çok önemli sergi bu formata belirli bir saygınlık kazandırdı ve bir şehirde yapılan sergiye bienal demek hem kamu nezdinde saygınlığı arttırıyor hem de bu sayede etkinlik için fon bulunmasını kolaylaştırıyor. Bienal yapıyoruz demek ufka kızıl bir elma yerleştirmek demek ve pek çok paydaşı bu hedefte arzulu kılmaya yarıyor ama bienal demek aynı zamanda belirli bir seviyede sergi beklentisi de yaratıyor ve de ülkemizdeki yerel bienaller bu seviyeyi yakalamakta çok zorlanıyorlar. Bence İstanbul Bienali’nin bile kendisini güncellemesi zaruri iken bu amiral gemisinin dışında kalan büyük sergi organizasyonlarına başka yaratıcı isimler ve hatta formatlar bulmalıyız çünkü ben belleğimde şahit olduğum ve çokça etkilendiğim bienallerin hatıraları canlı olduğu sürece açıkçası bunları başarılı bienaller olarak değerlendiremiyorum. Böyle bir yeni adlandırma sayesinde hem temiz bir başlangıç yapmış oluruz hem de iyice sergi fetişine düşen sanat etkinliklerine yeni bir boyut kazandırmak için imkan bulmuş oluruz. Çanakkale için bunu yapmak çok kolay zira bugüne kadar gördüğüm sergilerini sanatsal açıdan sorunlu bulsam da örgütlenme yapıları böylesi bir dönüşüm için çok müsait. Gerek şehirle kurdukları bağ gerek çok paydaşlı yapıları onları böylesi bir dönüşüm için çok ideal kılıyor.
Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağları işler üzerinden takip ederken son aşamada aklıma bu işlere uzun vadede ne olacağı fikri istemsizce düşüyor. Bienalin broşüründe “Yeni nesil bir müzemiz olsun!” şeklinde coşkulu bir şekilde müjdelenen ve bienalin “yirmi yıla aşkın hafızasını zamana emanet ederek geleceğe aktarma arzusunu” bütünlemesi planlanan “Bienal Arşivi Müzesi” dikkatleri üzerine çeken ve üzerine düşünülmesi gereken bir girişim. - Fırat Yusuf Yılmaz
Vasilis Alexandrou, Aşırı Yüklenmiş, 2023
FYY: Bienallerin, bir kentte ve onu organize eden oluşumun çevresinde yarattığı enerjinin bambaşka formatlarda kurgulandığı potansiyel senaryoların neler getireceğini açıkçası çok merak ediyorum. İki senede bir kısıtlaması yerine üç ila beş senelik kurgular hedeflense, bienalin periyodik olarak gerçekleşebilmesi için sponsor bulunması gereken kalemler başkalaşıma uğrasa ve öncelikle o bienale emek veren kişilerin nefes alması sağlansa… Bunlar ütopik yaklaşımlar elbette ve gerçeklikle ne kadar örtüştüğünü düzenleyen ekibin kendisine sormak gerekir.
İstanbul ve İstanbul dışı dediğimiz anda tuzakları bol bir yere de varıyoruz tabii. Neyin bienal olmasını ve neyin bienal olmamasını önerirken de. Bu tartışmayı yapan ikimizin pozisyonu ve angajmanları da apayrı bir konu. Ek olarak, Çanakkale’de oturmadığımızı ve üretmediğimizi söylemek iyi olur. Fakat bütün bu dipnotlara rağmen ben de senin gibi risk alarak, periferinin (kime göre, neresi periferi?) kendi isimlendirmelerini, zamansallıklarını ve sözlüklerini oluşturmasının taraftarı olduğumu söylemeliyim. Ancak bu şekilde ana kanondan ve etkinlik bazlı sanat alanından başka bir yöne sapılabilir gibi geliyor. Bizler de böylece kendine has dinamiklerle gelişen ve uygulanan bir etkinliği “bienal 101 esasları” gibi argümanlar üzerinden yorumlamak zorunda kalmayız. Son olarak, senin “sonda söyleyeceğini başta söylemene” zıt bir şekilde, ben başta söylemem gerekeni ancak sonda söyleyebiliyorum. Çanakkale Bienali, organizasyonel standartları çoğunlukla tutturan, bileşen ağını sürekli genişleten, kendisine hedefler koyan ve çevresinde emek gösteren kişileri ve kültür-sanat aktörlerini majör durumlarda mağdur etmeyen bir yapı olarak devam ediyora benziyor. Eleştirdiğimiz noktalar, sorularımız ve taleplerimiz tam da bu somut zemin üzerinden anlamlanıyor ve temelleniyor fakat 10. edisyonuna doğru yol almış bir bienalden beklentilerimiz çok daha fazla. Bu yüzden, karşılıklı olarak diyalog kurmaya ve tartışmaya davet eden bu formattaki eleştiri metinlerini anlamlı buluyoruz ve bu metinlerin bienalin kendisine -içeriği önceden belirlenmiş PR içeriklerine kıyasla- hak edilen katkıyı yaptığını düşünüyoruz.
Ve Çanakkale Bienali vesilesiyle soruyoruz: Bir tutam yeniliğin zamanı gelmedi mi?
Comments