Yürüyüş Notları başlıklı röportaj serisi sanatçı Cansu Çakar ile devam ediyor. İstanbul’da, Düsseldorf ’ta ve İzmir’de bir araya gelen Çakar ile Sönmez sanatçının Büyük Kardıçalı Han’daki atölyesinde tanıştıktan sonra farklı şehirlerde yürüdükleri yollar ve ettikleri sohbetlerden hareketle düne, bugüne ve yarına dair aktarıyorlar…
Seri: Necmi Sönmez
Fotoğraflar: İlyas Hayta
Necmi Sönmez & Cansu Çakar
2010 yılında Port İzmir Trienali için o kadar yoğun çalışıyor, o kadar sık İzmir’e gidip geliyordum ki, kendimi kentin çekim gücünden kurtaramadım. Düsseldorf ve İstanbul’un üstümde yarattığı baskıdan kaçma eğilimi bir yana, Kemeraltı, Karşıyaka, Bostanlı ve Agora bolca yürüdüğüm, yürüdükçe sevdiğim yerler oldu. O sırada en hareketli dönemlerinden birini yaşayan İzmir sanat ortamı özellikle genç, tanımadığım sanatçıların işlerini görmem için bir cennetti. 2013’te tesadüf eseri duvar çalışmasını fark ettiğim Cansu Çakar’la Büyük Kardıçalı Han’daki atölyesinde tanıştıktan sonra yollarımız hiç ayrılmadı. İstanbul’da ve Düsseldorf ’ta buluştuk. Ama en uzun konuşmalarımız İzmir’deki yürüyüşlerimizle oldu. Gece, gündüz demez garip yolları yürürken o kadar eğlenir, o kadar gülerdik ki, ruh durumum ne olursa olsun, bu yürüyüşlerin keyfini çıkarmayı zamanla öğrendim. Son olarak Eylül 2022’de buluştuğumuzda her zamanki gibi muhteşem zaman geçirdik. Fotoğrafçı arkadaşımız İlyas fotoğraflarımızı çekerken, geçmişten, bugünden konuşuyorduk.
Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabının ilk baskısını sana verdiğimde, bu kitabın Yürüyüş Notları’mızın başlangıcı olmasını düşünmüştüm, okuyabildin mi? Senin çocukluğun nasıl geçti?
Öncelikle kitaplara olan düşkünlüğümü bu denli keyifli jestlerle perçinlediğin için teşekkür ediyorum. Benimle paylaştığın her yayın başucumda yerini aldı. Elime alıp hızlıca bir baktığımda Özlü’nün kitabının kapağında da rahatsız edici bir boşluk ve bunalım gördüm. Fakat kabul ediyorum, pek yakışmış içeriğe. Kitabı okumaya başladığımda ise “bu kitap açık yarama tuz mu yoksa merhem mi olacak?” diye sordum. “Aman Allahım! Yoksa Necmi beni Tezer Özlü’ye mi benzetti?” Oysa ben melankolik biri değilimdir aksine değişken ruh hallerim keyif peşinde savrulur. Ayrıca çocukluğumla ne alakası var bazı şeylerin? Fakat okudukça fark ettim ki bu bir otobiyografi değil. Özlü’nün iç dünyasının çıkmazlarının, insanlar arasındaki varlığının bir kurgusu. Kendi hayal kırıklıklarını sert notalardan konuşması, hayatı kadın oluşa dair sorunlarla toplumsal yabancılaşmalar ve ayrışmalar yaşayarak ifade etmesini noktasına, virgülüne içimde hissettim. Yine de kadın yazarların, sanatçıların, bilim insanlarının, politikacıların üretimleri ve çalışmaları haricinde genellikle varoluşsal sıkıntıları ve özel hayatlarındaki buhranları ile anılması hiç hoşuma gitmez. Sanki Tezer Özlü de bundan hiç hazzetmezmiş ve öyle bir ifade -hatta başkaldırı- yöntemi seçmiş kitabı kurgularken. Çırılçıplak soyunmuş. Biraz da pes etmiş sanki… Ondan hayat boyu talep edilen ne varsa yazmış. Toplumsal düzenin eril baskısı kadınları üzerinde cinsiyete dair öyle kimliklendirmeler yapabiliyor ki ne mesleğin ne de üretimlerin değeri kalıyor.
İlk gençliğinde seni sanata yönlendirenler neler oldu? Bir konuşmamızda özellikle annenin kitap okuma konusunda seni desteklediğini söylemiştin. Kitap kurdu olduğunu biliyorum, sevdiğin, döne döne okuduğun yazarlar oldu mu?
Annemin ve babamın tutkusu kitap okumamda ve bunu istemsiz bir alışkanlığa dönüştürmemde etkili oldu. Ne okuduğuma pek karışmazlardı. Hiç unutmuyorum, orta sondayım, Radikal Kitap o zamanlar en sevdiğim ek. Marquis de Sade, Yatak Odasında Felsefe üzerine bir yazı okudum. Anneme kitabı almak istediğimi söyledim. O zamanlar harika bir kitapçı vardı Karşıyaka’da: Şan Kitabevi. Sahipleri iki kız kardeşti, saçları pamuk gibi, yüzlerinde arkalarındaki tüm kitapların erdemi vardı sanki, çok severdim orayı. Kitabı okurken utanıp annemden saklamıştım. O zamanlar ergenliğin verdiği serserilikle annemin bilinçsiz biri olduğunu bile düşünmüştüm: Nasıl okuyabilirdim o yaşta bu kitabı? Şimdi anlıyorum ki, canım İnci, hiç de bilinçsiz değilmiş, beni bana bırakmış, saygı duymuş. Ah Necmi! Bir önceki soruda çocukluğumu anlatmam desem de aldın lafları yine ağzımdan, baksana neler anlatıyorum. Güzel sanatlara başlamamla beraber hikâye ve roman tarzı şeyleri okumayı bıraktım. Yine de geceleri uykum gelmezse eğer Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nı açıp bir paragraf okumam yetiyor, hemen uykuya dalıyorum. Son iki senedir de Cemal Kafadar İki Cihan Aresinde okuyorum durup durup. Bir de sabahları Ginsberg’in Kuşbeyin’den istiare yapıp bir şiir seçip okumak beni çok keyiflendiriyor, modumu yakalıyorum.
Senin çizmeye, boyamaya karşı sabrının kaynağını merak ediyorum. Aslında epey ayrı, aykırı bir yoldan geliyorsun. Geleneksel Türk Sanatları eğitimin var ama üretim pratiğin minyatür bağlamında çağdaş sanatla evrilirken inatçı bir keçi gibi patikalara sapıyorsun. Örneğin, tutuklulara sanat kursları vermen. Bu proje nasıl gelişti?
Geleneksel Türk Sanatları eğitimi eğer sanat ile hemhal olmak istiyorsan zor bir yol. Batı etkili sanat eğitimi bu toprakların halk sanatı işleyişini ve geleneğini anlamamızı zorlaştırıyor. Temel sanatta Batı kuramlarını öğrendikten sonra geleneksel tekniklere geçip, tekrar ve kopya yaparak eğitim almak kafa bulandırıcı. Güncel sanat uğraşları artık zanaat ve sanat arasındaki ince çizgiyi silmeyi başarabiliyor. Fakat Türkiye’de bunu aşmak ve o belirgin çizgiyi silmek için daha zamana ihtiyaç var. Çünkü zamanında -ailem dahil- herkes Tezhip okumama şaşırdı. Ama ben kendi coğrafyamın hafızasında olan bir teknikle yola başlamak istedim. Sonra bunu günlük bir dile çevirme ihtiyacını hissedince sanat üretmeye başladım. Bu yüzden kendi motif dilimi ve kompozisyon özelliklerimi minyatür sanatını gözeterek geliştirmeye çalışıyorum.
Sanatçı zanaatkâr olmaktan korkar, zanaatkâr da der ki “ben sanatçıyım”. Ben bu ayrıma pek tahammül edemiyorum artık. Benim için bir düşüncenin formu ortaya çıktığı müddetçe soyut ya da betimci bir anlatımla yapılmış olması fark etmez. Düşünceyi iletişime geçtiğin kitleye özenli ve samimi bir teknikle sunmak yeterli. Bu yüzden bana inatçı keçi diyorsun. Geleneksel tekniklerle olmadık konuları ve ortamları aktive etmek bana doğru hissettiriyor. Boyamaya karşı sabrım da kuşkusuz Dokuz Eylül’de aldığım eğitimden geliyor. Sabır düşüncesinin miladı ilk göz ağrım T2 Kapalı Ceza İnfaz Kurumu sergimiz olmuştur. Cezaevinde yaptığımız çalışmada sabır ve sabretme hali ortak paydamızdı. Süsleme sanatları sabır ister, dört duvar ardında umut etmek de… 5 ay boyunca haftanın 4 günü 8 saat çalıştık öğrencilerimle. Amacımız dışarıya yazdıkları sembolik mektupları, şiirleri gündelik hapishane laflarını süslemek, içeriden dışarıya duygularımızı ayyuka çıkarmaktı.
Cansu Çakar, İzmir Map, 2014, kağıt üzeri suluboya,guaj, mürekkep ve altın, 70 x 100cm
Yıllar önce, galiba 2013’te, Kemeraltı’nda bir duvara yaptığın çalışmayı görmüş, kim bu sanatçı acaba diye düşünmüştüm. Kamusal alanda bu tür başka çalışmaların da oldu mu?
Orası İzmir Kemeraltı’nın en güzel sokağı, İsmet İnönü Sokak. İsmet Paşa o sokakta bir evde doğmuş, upuzun bir merdiven çıkar eski İzmir’e, Agora’ya doğru. Çok yakın arkadaşlarım o sokakta yaşıyor. Bu sayede gözlemleyebiliyorum işin yok zamana karşı direnişini. Deniz isimli alçıpan üzerine kalem işi ve çini bezemeli bu yerleştirmeyi arkadaşım Çini sanatçısı Cansu Sakız ile birlikte yaptık, çinileri o, kalem işini ben. Geçici Müdahale Platformu diye kolektif bir aksiyon grubu kurulmuştu o dönem Kemeraltı’nda. Yıkılacak olan duvarlar ve kentsel dönüşüme yenilen binalar için “biz bu hafızanın farkındayız” demenin bir yolu olarak tasarlanmış işler üretildi o dönem. Bizimki de bunlardan biriydi. Deniz, geçici olmadı, yerleştirildiği duvar yıkılmadı hâlâ. Uçuk kaçık öğrencilik stencil’lerini saymazsak ilk deneyimlediğim kamusal alan müdahalesi sanırım Deniz’di. Darağaç olarak tanınmaya başlayan ve birçok izleyiciye ulaşmayı başaran sanayi mahallesi Umurbey’de tuttuğum çirkin atölyemin dış cephesini süslemiştim.
Bir sanat atölyesine dönüştürmeye çalıştığım ev o kadar kötü durumdaydı ki, onu nasıl güzelleştireceğimle alakalı kafayı bozmuştum. O kadar abarttım ki bir gün bu estetize etme meselesini evin dışına da taşıdım ve fark etmeden yine bir sokağa müdahale etmiş oldum. Seneler sonra 2020’de Renata Cervatto, Berlin Bienali için uzaktan iş üretirken, benden Berlin’e bir duvar müdahalesi yapmamı istedi. Bildiğim kadarıyla mural cenneti Berlin, yaptığım kötü kalite stencil’leri çok da takmayacak bir şehirdi. Renata’ya “yapacağım ama bunu sadece şehre yaptığım bir şaka olarak görelim” dedim. O kadar utanıyordum ki Berlin’e iki metrelik güneş yapacağımı düşünürken… Bunun tekniğinin en vasat örneklerinden biri olacağına da emin gibiydim. Geçenlerde Çağla İlk birden sohbet esnasında beni çok mutlu eden bir anekdot anlattı. Şimdi Kunsthalle Baden-Baden’ın direktörü olan Çağla o dönem ExRota Print’te çalışıyordu. Karlı, buz gibi bir gün iş arkadaşlarıyla paydos edip dışarı çıkmışlar, donarak sıkılan güneşe bakmışlar ve içlerinin ısındığını hissetmişler.
Büyük Kardıçalı Han’daki atölyenden özellikle söz etmek istiyorum. Geçenlerde orada kullandığın kartvizitin elime geçti. Unutmuşum ama kartın üstünde bir el deseni var. Sonra baktım da bu bir tür leitmotive gibi birçok çalışmanda farklı farklı metaforlarla evriliyor. El temasına olan bu düşkünlüğün emekle olan yakınlığınla açıklanabilir mi? Sadece sanat alanında değil, hayatın diğer alanlarında da emek konusunda olan duyarlılığını bildiğim için soruyorum bu soruyu.
Mezun olan her güzel sanatlar öğrencisinin hayalidir bir atölye tutmak. Bu konuda öğrencilik yıllarımda tanıştığım K2 Çağdaş Sanat Derneği ile yollarımızın kesişmesini bir şans bilirim. O zamanlar cüzi kiralara atölye kiralayabildiği miz evimiz gibiydi Büyük Kardıçalı Han. Üzerine düşündüğüm minyatür sanatı gibi minik mi minik bir atölyem vardı. Cezaevi sergisini düzenledikten sonra ikna olmuştum kendi kendime insanlara minyatür öğretebileceğime. Amacım atölyemde özel dersler vererek atölyenin masraflarını karşılamak ve pratiğimi devam ettirmekti. O yüzden yaptım kartviziti.
Beni şaşırtan 2014 Frieze fuarında Deutsche Bank koleksiyonuna alınan İzmir Haritası isimli çalışmanı görmek olmuştu. Bir vitrinin içinde gösteriyorlardı. Bu haritaya bakarken yaşadığın kente ne kadar farklı baktığını ve bu kentin en ince uçlarına kadar giden gizli kanallarında gezindiğini fark ettim. İzmir sürekli olarak geçip gittiğim bir kent o yüzden soruyorum, neden hâlâ burada çalışıyorsun?
Ben İstanbul’da doğdum ve belli bir yaşa kadar orada yetiştim, sonradan İzmir’e taşındık. Dolayısıyla İstanbul’u da İzmir kadar bilen ve şehir yerliliğinden yararlanan biri oldum; bu iki şehrin de yerlisi olabilme durumunu avantaja çevirebildim. İstanbul artık çocukluğumun İstanbulu değil ve hiç canım çekmiyor İstanbul’a ne kadar yabancılaştığımı anlatmayı. İzmir’i sevsem de işim gereği çok seyahat ediyorum. Pandemi dönemi yaşadığımız buhranla köylere kaçışanlardan biri oldum. Bir seneyi aşkın bir süre Çanakkale Boğazı’nda bir köyde yaşadım. İzmir’de değil, Karşıyaka’da olmak bana evde olduğumu hissettiriyor. Altınyol’dan Alaybey girişine girerken içime dolan mutluluğun tarifi ve nedenini çözmek zor. Beni tanıyan birçok kişi İzmir’de hayatımın son bulacağını düşünüyor oysa ben eminim ki başka yerlere, ülkelere, şehirlere savrulacağım. Bahsettiğin İzmir Haritası fazlasıyla kurgu bir harita. Açıklamasında “bilgi vermeyen, kullanışsız bir harita” diye yazar hatta. Kimse o haritaya bakıp yol bulmayacağı gibi İzmir değil de diyemez.
Cansu Çakar, Ceylan Postası, 2018, Alsancak - Bostanlı / Karşıyaka vapuru (Kaptan Enabir Can), mekana özgü yerleştirme, fotoğraf ©İlyas Hayta 2018
Bostanlı’daki atölyende kocaman bir masa vardı, çalıştığın kâğıtlar, okuduğun kitaplar, topladığın nesneler, resim malzemelerin ve birçok obje duruyordu. Acaba masa senin çalışma düzenin hakkında konuşmak için bir çıkış noktası olabilir mi? Belli bir düzen, disiplin ve sabır gerektiren bir tarzda çalışırken heykel, yerleştirme tekniklerini de içine alan bir deneyselliğin var. İlk bakışta karşıt gibi gözükse de kâğıt ve onun mekândaki açılımlarıyla ilgilendiğinden söz etmek mümkün mü?
Kafamın içindeki bit pazarı işte masamın üstü. Bazen onları düzenlerken gece pazarına çıkmış gibi uğraşıyorum. Bir bakıyorum ertesi gün yine aynı. Hastalık boyutunda değilse de istifçi bir yapım var. Zaten en basit anlatımıyla kitap sanatları eğitimi almak, kitaplara düşkünlük ayrıca uygulama yaparken kullandığım materyaller ve araç gereçlere olan takıntım üst boyutta. Beni bırakın bir hırdavatçıya saatlerce kalır, işime yarayacak bir şey bulur öyle çıkarım. Materyalist olmak değil de objelerin ruhuna hitap etmek çok hoşuma gidiyor. Elimin alışık olduğu kâğıt ve suluboya tekniğiyle yapabileceğim uygulamaları sınırsız düşünebilme yeteneğimi geliştirmeyi seviyorum. En son Kunsthalle Baden-Baden’de Nature and State isimli grup sergisi için termal fiş rulolarının üzerine yaptığım çizimler çalışma masamın bitlerinden çıktı. Biriciğim Etem Şahin ile seneler önce rulokat diye bir sergi yapmak istiyorduk. O kadar keyfe keder bir sergiydi ki bu düşündüğümüz bulduğumuz her ruloya bir şeyler karalıyor, açıp bakıp gülüyorduk. Göztepe taraftarlarının konfeti gibi sahaya attığı rulolardan biri Cast of Lines isimli işimin ilham kaynağı oldu. Birden gelen bu fikir ile fiş rulolarına su desenleri çizmek istedim. Çeşmelerden durmadan akan su gibi akıp gidiyor kilometrelerce o rulo kağıtlar.
Hoşuma giden sıçrayışların var, 2017’de Karşıyaka-Alsancak-Pasaport vapurunda Ceylan Postası üzerine çalışırken arkası arkasına aklıma takılan ama sana soramadığım sorular vardı. Bir vapurun içine mektup kutusu yerleştirme fikrini nasıl geliştirdin? Mektup kâğıtları, zarflar ve pul tasarımlarında vardı. Bunları hayatın içine romantik sıçrayışlar olarak değerlendirmek doğru mu?
Vapura mektup kutusu koymak hatta abartıp Körfez Kutusu ismini vermek… İşin ismini de Ceylan Postası koymak… Ne hoş zamanlardı. Hiç unutmuyorum, tüm heyecanınla yanıma gelip mobil, amorf ve kamusal bir iş istemiştin. Tam bir fikir sancısı yaşatmıştın bana itiraf edeyim. Bu iş kendi kendine çok hikâye yarattı. Kutuyu Nesin Sanat Köyü’nde ürettim. Servet Cihangiroğlu ve Nesin Köyü’nün eşsiz dostlarının desteğiyle köyün marangozhanesinde canavar ve yatar kullanmayı öğrenerek ürettim o işi. Karşıya geçmekten en zevk aldığım vapuru seçtik, izin alabildik ve yerleştirdik! Tam 333 adet mektup yazılıp atıldı karşıya geçerken o kutuya. Ben pek aile kökenleri veya kimlikleri üzerine çalışan biri değilim fakat Ceylan Postası'nda bariz bir metafor vardı: Mübadele. Anneannemi kaybettikten sonra karşı kıyılar ister istemez dönüyordu kafamda. Bir şiir yazmıştım kutunun üzerine hatırlıyor musun? “Durul biraz çünkü deniz fazla hareketli, otur ve karşı yakadan birine bir şey yaz. Körfez kutusunun içine at.” Körfez denizlerin hafızasıdır. Her şeyi toplar ve hatırlar. Körfez Kutusu da İzmir Körfezi’nin tarihsel süreçte biriktirdiklerinin temsilini arıyordu. Göç Hikâyeleri Festivali iş birliğiyle düzenlenen arşiv sergisinde de açtık Ceylan Postası’nı, Basmane Kapılar’da. Mahallenin çocuklarıyla kutuyu açıp mektupları okuduk ve Ceylan Postası yolculuğunu tamamladı.
Pek yakında. ArtSümer’de ilk kişisel sergin açılacak, çalışmaların nasıl ilerliyor?
İlk görünür işim T2 Kapalı Ceza İnfaz Kurumu sergisinin üzerinde 10 sene geçmiş olacak bu ilk kişisel sergime dek... Bunun çok da normal olmadığının farkındayım. Aslında ben hiçbir zaman kolektif mantıktan sıyrılıp tek başıma olamadım. Ancak değerlerimi ve ifade anlayışımı da böyle geliştirdim. O yüzden çocuklar gibi heyecanlıyım şimdi. Zaman deneyimlerini ifade etmenin, geçmişi, şimdiyi ve geleceği ifade etmenin ve yeni anlamlar kazandırmanın yollarını arıyorum. Sergi bir izlek haritası değil zamana dayalı bir görme yöntemi sunacak, umarım.
コメント