top of page
Fatih Özgüven

Cihat Burak hikâyelerinin güzelliği


Türkiye sanat dünyasının en özgün ve sıradışı karakterlerinden biri olan Cihat Burak’ın, Mengü Ertel’in evinde ortaya çıkan desenlerini bir araya getiren Dostun Çekmecesinden adlı sergi Bozlu Art Project'te 31 Ağustos'a dek sürüyor. Burak'ın çok kimlikli yaratıcılığına odaklanan sergi vesilesiyle, biz de bakışımızı sanatçının edebi yönüne çevirdik

2565 kelime

Cihat Burak, Halit Ergüven Arşivi

Ferit Edgü’nün Cihat Burak’ın hikâyelerini yayınlamaya karar verişi hakkında söyledikleri ilginçtir. Yapı Kredi Yayınları, Cardonlar’ı yeniden yayımlarken, Edgü’nün bir önsözüne yer vermiş. Ferit Edgü Ressam Cihat Burak’ın Yazarlığı başlıklı bu önsözde şöyle diyor:

“Ben onun kişiliğini resimde bulduğuna ve kendisini resimde başarıyla ifade ettiğine inanan biriyim. Oysa, okuduklarım, nasıl söyleyeyim, sanki resimlerine bir eklemeydi. Bu yazıları yayımlamam için bana vermişti, tabii, ancak bir dostluğun hoş görebileceği başı sonu olmayan bir dağınıklık içinde. Tüm bu “kağıtlar” arasından Ada Yayınları için bir seçme yaptım. On sekiz öykü, Cardonlar.

Bunu kendisine söylediğimde üzüldü mü sevindi mi pek çıkaramamıştım.

Teşekkür ederkenki kırık sesinden anladım ki, o böylesi bir çalışma yapmamı değil, getirip masama bıraktığı o kocaman tomarda yer alan tüm yazılarını yayınlamamı istemiş. Belki de hiç dokunmadan, olduğu gibi, tüm noktalama ve yazım yanlışlarıyla. Böylesi bir kitap benim için söz konusu olamazdı. Ama dilerse, seçtiğim öykülerden oluşan bir kitabı yayımlayabilirdim.”

Ferit Edgü kendi seçimleri ve titizlikleri olan bir yazar-yayıncıydı; Cihat Burak’ın dağınıklığına tahammülü olmadığını görüyoruz. Bir taraftan cesaret isteyen bir şeydir 1981 yılında, Cihat Burak’ın edebiyatçı yanının altını çizmek, bu hikâyeleri yayınlamak Edgü’nün edebi zevkini ve uzgörüsünü gösterir. Bir taraftan da Cihat Burak’ı Cihat Burak yapan, sanki Edgü’nün “dağınıklık” dediği, “yazı tomarı” dediği şeylerdir. Bu yüzden editörle yazarın karşılaşması açısından önemli bir not olarak görüyorum bu önsözdeki tanıklığı. Edgü, Burak’ın değerini biliyor, burası açık, ama bir yandan da Cihat Burak’ın Cihat Burak’lığını tam da onaylamıyor. Bugünden baktığımızda postmodern bir romandan çıkma bir “editör notu” olarak da okunabilir sanki bu satırlar. Nabokov’un ya da Eco’nun bir romanında yer alabilirler mesela.

Cihat Burak, Meyhane I, 1972, Peçete üzerine mürekkep, 17 x 33 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Cihat Burak’ın yazarlığına da yakışır aslında; ben de böyle postmodern edalı bir giriş yapmak isterim Cihat Burak sözkonusu olduğunda. Borges’in sevdiğim bir öyküsü olan Don Kişot’un Yazarı Pierre Menard şöyle başlar: “Pierre Menard’ın görünürdeki eserini birkaç başlık altında toplamak mümkündür.” Ben de Cihat Burak’ın görünürdeki eserini birkaç başlık altında toplamak mümkündür, diye başlayacağım. Tematik bir sıralama yapacağım ama bu hiçbir şey demek değil, çünkü bütün tematik iplikler sonuçta birbirlerine karışırlar Cihat Burak hikâyelerinde.

Birincisi, Meyhaneler. Resimlerinde de böyle bir tasnif yapılabilir muhtemelen. Birinci kitaptaki Alivülvüla, İmroz, Otur Niyazi hikâyeleri.

İkincisi, Rüyalar ve Kâbuslar: Üç Kesik Baş, Bulantı, Nihat, Midye Yiyen Zebra, Yakutîler hikâyeleri.

Üçüncüsü, gündüz düşü ya da açıkça seks fantezileri diyebileceğim bir kategori. Cihat Burak kadar seksten ayan beyan, dolaysızca bahseden Türk yazarı herhalde azdır. Çorap Çizgisi, Nihat, Deli Kız, Asfaltta hikâyeleri mesela... Bunlar rüya hikâyelerinden farklıdır, çünkü onlarda tamamen bilinç akışı tekniğiyle rüyaların kaydedilmesi söz konusu ise bunlarda bir gerçeklik zemini olmasına rağmen bir tür gündüz düşü durumu var.

Fantastik, sembolist, kurgubilimsel hikâyeler: bunlar aslında birbirlerinin içinden çıkan kategoriler, kurgubilimin köklerinin romantik edebiyatta, Poe’da vesaire olduğu düşünülürse. Denizin Sevgilisi, Dev Sanson, Göz gibi hikâyelerde üçünden de izler bulmak mümkün.

Cihat Burak, Adem ile Havva, Kağıt üzerine mürekkep, 14,5 x 20,5 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Bir diğer kategoride de yoğun bir “toplumsal eleştirel olma hali” sözkonusudur, gündelik ama tarihsel/dönemsel denebilecek bir bakış açısıyla da yan yana gelebilecek bir yaklaşım: Türkiye, Akademi Olayları, Paris hikâyeleri. Aziz Nesin’inkileri andıran öyküler bunlar biraz, ama onunki gibi bir tür kıssadan hisse ile bitmiyor da absürd bir karmaşayla sona eriyorlar.

Sadece tuhaf diyebileceğim bazı hikâyeler de var: Konsül Romanüs, Üç Kesik Baş, Kin gibi.

Hayvan Hikâyeleri, Kedi Hikâyeleri, Çocuk Hikâyeleri, Menkıbe Tarzı Hikâyeler gibi başka kategoriler de saptanabilir.

Başlığı genel olarak “eskiye dair hikâyeler” olabilecek bir kategoriden de bahsedilebilir; eski düzenin, yaşamın sekteye uğrayışı üzerine. Cihat Burak’ın sevdiği ve kullandığı bir kelimeyle Berhâne (eski büyük ev) Hikâyeleri. Yıkılmakta olan eski evler, köşkler, konaklara ilişkin beş, altı hikâyesi var Cihat Burak’ın. Bunun en güzel örneklerinden biri Cardonlar tabii. Bu köşkler, fantastik mekânlar da aynı zamanda. Yavaş yavaş odalar istila ediliyor, birileri giriyor, birileri çıkıyor, ailenin emektarları geliyor gidiyor, ailenin yapısı değişiyor, sonunda da karafatmalar ve cardonlar ele geçiriyor evleri. Hiçbiri tam olarak olmasa da birçok etki bulmak mümkün Cihat Burak’ta, bu anlamda. Reşat Ekrem Koçu’nun vakanüvisliği, İstanbul’u anlatış açısından Sait Faik, gene Aziz Nesin, Can Yücel’in sevdiği bir açıksaçıklık, Poe, Lovecraft vesaire... Bütün bu yazarları okuyup okumadığını, beğenip beğenmediğini bilmiyorum, okumuş olabilir. Genel anlamda da Borges var tabii, bütün hikâyelerinde etkisini görebileceğimiz bir isim. Onu da okuyup okumadığını bilmiyorum. Ama genel olarak bu Borgesgil hava Borges’in Kafka için söylediği bir sözü hatırlatır bana: “Her yazar kendi öncüllerini yaratır.” Burada sözkonusu olan yazar Borges tabii, bir kere Borges okuduktan sonra Burak gibi bir yazara da Borgesgil bir hava yakıştırmamak imkansız. Olgularla kurulan bir fantastik hikâyedeki ansiklopedik-bilgi dolu havanın aniden absürd bir hipoteze dayanak olacağı hissi vesaire...

Cihat Burak, Balıkçılar, Kağıt üzerine mürekkep, 21 x 27 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Başka bir konu da sipariş hikâyeciliği sanki; Cihat Burak birtakım dergilere sipariş hikâyeler yazıyor, para için yazdığını da aynı açıklıkla söylüyor. Şöyle diyor: “Götürdüğüm yazıları derginin sahibi terbiyeli terbiyeli bana geri verirken, bize “salon hikâyeleri” lazım dedi, salon hikâyeleri yazabilseydiniz, bir şeyler düşünürdük. Salon hikâyesi de nedir acaba? Ulan diyorum kendi kendime, sen oyuncu musun, gol kıralı mısın? Kafandan başka sermayen var mı senin? Kafan dâhil bütün gövdenin değeri, ağırlığın kadar altın olsa sen bir transfer mevsiminde bacaklarını satan bir futbolcunun ayakkabısının teki olamazsın,” (Bulantı, Cardonlar) Adama küfrederek çıkar.

Üsluba gelirsek, Cihat Burak’a sürrealist bir yazar demek, ona sürrealist bir ressam demek kadar kolay bir şey; sürrealizm sanki her şeyi açıklayan bir kelime gibi geliyor uzaktan. Oysa sürrealizm tarihsel olarak birçok sanatsal akımın, okulun, dönemin birleşmesinden ortaya çıkıyor; geç romantizm, sembolizm, dışavurumculuk, grotesk, fantastik, absürd, kurgubilim, bütün bunlar var içinde. Cihat Burak’ın sürrealizmi de yekpare bir sürrealizm değil, kimi yerde saplantılı bir ekspresyonizm, kimi yerde romantik, sembolist bir “fırçadan” çıkma hikâyeler, tıpkı resimler gibi; şurada bir Gustav Moreau tablosunu hatırlatan Denizin Sevgilisi, burada Alain Robbe-Grillet’nin Ölümsüz filmini hatırlatan Dev Sanson. Dev Sanson’u önce had safhada romantik bir hikâye gibi, Poe havasında okumaya başlıyorsunuz ama işin içine laboratuvarlar, o laboratuvarlarda yetiştirilen kertenkeleler girince Poe’dan ayrılmak, Wells’e, Lovecraft’a, başka yerlere gitmek zorunda kalıyorsunuz. Öte yandan Peyami Safa’nın düzyazısında, bir dönem Nâzım Hikmet’in bazı şiirlerinde, Necip Fazıl’ın şiirinde karşımıza çıkan ekspresyonist imgeler-betimlemeler-etkiler Cihat Burak’ta da ortaya çıkıyor. “Yerde beyinleri dağılmış, dilleri bir karış uzamış, ağızlarından burunlarından kanlar boşalan kelleler var. Top oynuyorlar bunlarla, kellelerden biri peşinden koşan donu düşmüş birisinin önünden kalkmaya çalışıyor, adam bir taraftan donunu tutuyor bir taraftan sağa sola sıçrayan kelleyle kaleye şut çekmeye çalışıyor.” (Bulantı, Cardonlar, s. 26-27) Ya da Sait Faik’in meyhane tasvirlerinde bulamayacağınız şu “grotesk”: “Çeneli garsona bir duble rakıyla biraz meze getirmesini söyledim, garsonun kafasının altında ikinci bir baş gibi tuhaf bir çenesi var, çenesiz demek daha da doğru belki de, çünkü konuşurken bu çene pelikan kuşunun gagasının altındaki torba gibi şişip şekil değiştiriyor, bazen kaybolur gibi oluyor, bazen daha beter sarkıyor, bir garip çene işte, tebdil gezer gibi adeta.” (Alivülvüla, Cardonlar, s. 19)

Cihat Burak, Balıkçılar, Kağıt üzerine mürekkep, 21 x 27 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Ama bunlar Cihat Burak’ta amaçlanmış ya da benimsenmiş bir şey değil, daha çok birer refleks, bazense okuduklarından gelen anımsamalar, tıpkı resimlerindeki gibi. Paris’te Utrillo yarışmasına girmiş, ödül almış; insan şaşırıyor, bir Utrillo tarafı da vardır Cihat Burak’ın ama tam Utrillo denemez, onun gibi. (O yarışmada da hakkı yenmiş onu da keyifle anlatıyor.)

Cinsellikten bahsedişinde de farklı bir yan var. Bir maço hali vardır Burak’ın. Mesela Çorap Çizgisi hikâyesinde hikâyeyi anlatan kişi bir kadın görüyor ve kadının bacaklarını çok beğeniyor. Hikâye aslında tamamen kadının bacaklarıyla ve daha sonra kiminle sevişeceğiyle ilgili. Ama anlatıcı birden kadına ne kadar sinirlendiğini fark ediyor. Muhtemelen, güzel bacaklı bir kadına kavuşamamanın verdiği bir üzüntüyle, şöyle bitiriyor hikâyeyi: “Çorap çizgisi eğri kadınlara kızarım, hem öyle kızarım ki dövmek, dayak atmak gelir içimden. Mahsus yapıyorlar, beni kızdırmak, çileden çıkarmak için yapıyorlar zannederim. Bazıları da çizgisiz çorap giyerler. Onlara da kızarım...” (Çorap Çizgisi, Cardonlar, s. 51) Bir taraftan da sanki “masum bir maço”. Bazı hikâyelerinde kadınlık organıyla çok çocuksu, çok “içten” bir ilişki içinde ve bunu hiç de gizlemiyor. Buralarda kadın ya da kadınlık organı onun için bir kaybediş duygusuyla bağdaştırdığı ileri sürülebilecek bir şey haline geliyor. Vajinayla ve penisle karşılaşmasında tuhaf bir “serbestlik” var. Onu büyük bir saflıkla anlatıyor: “Kahveyi ne yapayım, ben gitmek istiyorum, kafataslarının içinde çömelmiş durumda insanın gözünün içine baka baka büyük abdestini yapan küçük menfaatlerin olmadığı; küçücük çocukların rahat rahat birbirlerinin çükleriyle oynadığı, kızların apış aralarına korkmadan parmaklarını değdirdikleri, insanların caddelerde sere serpe yerlere gitmek istiyorum. Böyle yerler var mıdır bilmem? Belki de vardır!” (Mihar, Cardonlar, s.101) Midye Yiyen Zebra diye bir rüya hikâyesi var. Burada bir kadın cinsel organını sevgiyle anlatır ve bu anlatışı bir tür yitirilen masumiyetle bağdaştırır: “... sağ elimi kadının bacakları arasına sokup o yumuşacık yeri karıştırıyorum, burnuma sarhoş edici bir koku geliyor, şeysi mi var yoksa... bir hayli karıştırdıktan sonra bu kadar kalabalığın arasında bir şey yapamam diye düşündüm gittim köşedeki zebra yavrusunu sevmeye başladım, acaba sahibi var mı; elimden alırlar mı? Sen ne yersin ruh-u revanım, diye soruyorum, öyle ya kimsenin onunla ilgilendiği yok; belki de açlıktan ölmek üzere zavallıcık, ‘midye yerim’ diyor, midye mi? Zebra midye yer mi diye düşünüyorum, ama yermiş demek ki, acaba kabuklu mu kabuksuz mu?” (Midye Yiyen Zebra, Cardonlar, s. 135) Çok serbestçe anlattığı genelev hikâyeleri var. Mesela “çıktım bilmem kaç numaradaki esmer kıza, tatsız tuzsuz bir muameleden sonra yattık, uyuduk” diye anlatır. Ama genelev basıldığında sadece kadınların götürüldüğünü bilmediği için polislerin arkasından o da asker asker karakola gider. (Tahal Karakolu, Zenci Kalınız)

Cihat Burak, Çıplak, Kağıt üzerine mürekkep, 30 x 21 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Öte yandan Aziz Nesin tarzı bir toplumsal hiciv öyküsü olan Gemi Aslanı’nda skatoloji ile soysal-eleştirel bir bakış fütursuzca kol kola ilerlerler. Hikâye, hikâyenin kahramanı tuvalette büyük abdestini yaparken başlar ve yine orada biter çünkü bir nevi adamın içinden attığı şeylerdir aslında anlatılanlar. Onun bu konularda da yenilikçi olduğunu düşünüyorum. Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’ni yazdığında oldukça yadırganmıştı, o zamanlar entelektüel camiada bu konulara izin verilmezdi pek. Belki de afakî ya da çirkin sayılırlardı.

Cihat Burak’ta tematik olarak, üslup olarak, etkiler olarak, dağınıklık, sözün yığılması, silsile, istif, üst üste binen şeylerin oluşturduğu yapı, resimlerinde olduğu kadar hikâyelerinde de vardır. Lüzumsuz ya da tekrar gibi görünebilecek saplantılar, ayrıntılar, tasvirler önemlidir. Bu, temalarını sıralayışında, serbestçe birbirleriyle karıştırmasında çok görülen bir şey. Üslubu, hikâyelerin rengi, konu aniden değişebilir, fikirler gelir gider, deyim yerindeyse “öbür aklı” geliverir. Bazen İstanbullu azınlıklar hakkında en güzel hikâyeleri yazarken birdenbire milliyetçi kesilir.

Bilinçakışı, zamansızlık, “imlasızlık”, klasik anlamda perspektifin olmayışı, zamandışılık (gerçi kendine özgü çok ilginç bir tarih bilinci, farkındalığı var ama bu zamandışılığa engel olmuyor) hikâyesinin kurucu prensipleri arasındadır. Bir modaliteden, bir kipten ötekine atlanabilir. Mesela Göz hikâyesi iddialı bir kurgubilim, hatta bilimsel kurgu hikâyesidir. Dünyanın başlangıcından alır ve çevre kirliliği gibi konuların daha bugünkü kadar güncel olmadığı o günlerde, insanoğlunun çevreyi nasıl kirlettiğini ve bu yüzden de dünyanın ne fena bir yer haline geldiğini sonuna kadar anlatır. Hikâyenin sonunda ise şöyle uzunca bir not vardır: “Kafamda oluşan bu yazıyı yazmak için Çemberlitaş Sineması’nın altındaki muhallebiciye girmiştim, masalarda tek tük müşteriler vardı, bir sütlaç söyleyerek yazmaya başladım (...) Garson ikide bir gelip başka bir isteğim olmadığını soruyor. Nihayet kafamda (sic.) dank etti, herhalde yazı yazmamdan sinirlenmiş olacaktı. ‘Ne var yahu dedim, neden ikide bir gelip beni rahatsız ediyorsun? (...) yazmak okumak da mı yasak?’ ‘Burada yazmaz-okunmaz, dedi, burası kıraathane değildir.’ Allah belasını versin dedim, parasını masanın üzerine attıp çıktım.” (Göz, Cardonlar, s. 161) Bu son derece iddialı hikâyeye böyle de bir not düşülmüş. Hikâye yazarlığı, İstanbul, muhallebicilerin sefaleti, bir yerde oturup yazı yazamamak... Cihat Burak’ın böyle bir hikâyenin sonuna böyle bir not yazılmaz gibi bir endişesi yok, postmodern bir kolaj ya da eklektizm peşinde de değil, o “öyle” “yazmayı” seviyordur.

“Dümdüz” hikâyeleri de vardır. Benim çok sevdiğim hikâyelerdir bunlar. İki üç fırça darbesiyle halledilmiş resimleri, desenleri gibi. Asfaltta örneğin; bir dondurmacı yolda gider, bir çingene kadınla kızı da oradan geçerler, küçük kız annesine bana dondurma al diyor, kadının parası yok, dondurma alamıyor. Bundan ibaret. Bazen, resimlerinde de bunu andıran sevdiğim bir “mod”u vardır Cihat Burak’ın, bir iskele resmediverir, hafifçe yamuk, bir saksı ya da kötü bir vazoda çiçek, kör bir kedi, öyle ayrıntılara birden dikkat ediverir, bütün o karmaşık, fantastik, inanılmaz yapıların yanında onları meydana getiren küçük şeylere dikkat eder. Asfaltta öyküsü şöyle biter örneğin: “Dondurmacı ilerideki köşeyi dönüyordu. Denizin ortasında ağır ağır ilerleyen bir petrol şilebinin gürültüsü tepelerde keçilerin çiğnediği kekik otlarının kokusuna karışarak etrafı kaplamış, asfalt hiçbir şey olmamış gibi eski sessizliğine bürünmüştü.” (Asfaltta, Zenci Kalınız, s. 41) Örneğin Sait Faik’te bir duygu durumuna bağlanacak olan, ama Cihat Burak’ta ressamca bir detay olarak kalan bir an, bir tür eskiz.

Cihat Burak, Çıplak, Kağıt üzerine mürekkep, 14,5 x 20,5 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Cihat Burak’taki tuhaf karışıklık mimarisi, dağdağa, unsurların üst üste yığılması, en güzel eski konak imgesinde belirir. Berhane, yıkık dökük eski ev demektir ama Cihat Burak bu evlerde geçen eski güzel günler nasıldı diye yazıklanmaz, tam tersine bütün bu binaların ve onların içindeki hayatların ve hikâyelerin nasıl adeta fiziksel olarak eğilip bükülerek değiştiğini dönüştüğünü, şurasından burasından nasıl yavaş yavaş bozulduğunu, grotesk bir eskinin yerini zalim bir yeniye bıraktığını anlatmayı sever.

Bu bakımdan Cihat Burak’la özdeşleştirdiğim sanatçılardan biri de tıpkı Burak gibi aynı zamanda bir gravürcü de olan Barok mimar Piranesi’dir. Piranesi inanılmaz büyük binaların, yıkıntıların, zindanların gravürlerini yapmıştır, bazılarını da inşa etmek istemiştir. Hiçbir zaman inşa edilmemiş yapılar. Dev zindanlar. Yıkık dökük, harabe halinde yerler... Burak’ın eski evleri de bütün o yıkık dökük halleriyle Piranesi’nin gravürlerine benzerler.

Berhane hikâyelerinin en güzeli Cardonlar’dır tabii, o grotesk unsur, kediler, sıçanlar, menkıbe tarzı anlatım, cinsellik, absürd, kendi başına bir tür olan aile romanının, ailenin çökmesi romanının bir hikâyeye sığdırılışı; on küsur sayfada Buddenbrooklar gibi realist bir roman ya da Poe’nun Usherlar’ın Evinin Çöküşü gibi bir konağın çöküşünün fantastik anlatımı Cardonlar’da çekirdek olarak içerilmiştir.

Başka Büyük Konak hikâyeleri edebiyatımızda var tabii ki. Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk’ü örneğin. Tanpınar burada bir nevi modernizmle, hem modernist-bilimsel “büyük icat” hikâyeleriyle, hem de modernizmin toplum üzerindeki etkileriyle alay eder. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki “enstitü”nün küçük ölçekte bir modeli vardır bu hikâyede.

Cihat Burak, Ölü Doğa, Sigara kartonu üzerine tükenmez kalem, 22,5 x 7,5 cm, Bozlu Art Project'in izniyle

Burak’ın endişesi ise başkadır. O, sanıyorum, bir düzenek kadar bir yıkıntının da hikâyesinin yazılabileceğini, birbiriyle uyumsuz parçalardan bir hikâye oluşturulabileceğini, bunun da mümkün olabileceğini düşünür. Bu anlamda yazının kendisi de şurasından burasından dökülmekte olan bir “berhane” gibidir. Onun büyük yapıların dağılışını çöküşünü zevkle ve neredeyse o yıkılmayı andıran bir dağınıklık, rastgelelikle anlatması insanı büyüler.

Cihat Burak’ın hikâyelerini okumak, bir zevktir. Tıpkı resimlerine bakmak gibi. Neyle karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz. Ama karşılaştığınız şey her zaman mucizevîdir. İster fantastik bir dünya olsun, isterse de sıradan bir kedi resmi, Burak her zaman ilginizi anlattığı konuyla, o konu için seçtiği üslupla ve farklı üsluplar arasında ille de bir akrabalık kurmamayı seçmesiyle çeker. Benzersiz bir yazardır. Cihat Burak’ı ilk kez okumak üzere kitabı eline alıp sayfaları çevirmeye başlayan okuru kıskandığımı söylemeliyim.

Bu yazıyı, Oğuz Erten’in Dostun Çekmecesinden sergisi için hazırladığı Cihat Burak kitabına aldığı Cihat Burak: Tek Kişilik Büyük Macera başlıklı mükemmel yazıda naklettiği anekdotla bitirmeli, Cihat Burak’ın bütün tuhaflıklarını ve “tenakuz”larını anlatabilmek için: “Bir akşam Haçik’te Orhan Veli bana Galata Köprüsü adlı şiirini ithaf etmek istediğini söylemişti, bu pek büyük şiiri hak edecek birisi olmadığımı söyleyip kabul etmedimdi. Orhan Veli her zamanki nezaketiyle bir şey söylemedi, insan sevgiye her zaman açık olmalı, şimdi pişmanım doğrusu...”

(Fatih Özgüven ve Necmiye Alpay, 26 Ocak 2008 Cumartesi saat 14.00’te Cihat Burak’ın düşgücüyle gerçekliği birleştiren, yerel motiflerden de beslenen, hiciv ve fantastiğin bileşimi olan öyküleri, yazarlığı ve genel olarak edebiyata, geleneğe bakış hakkında bir konuşma gerçekleştirdiler. Bu metin, bahsi geçen etkinlikte, Fatih Özgüven’in gerçekleştirdiği konuşmanın transkripsiyonunun yeniden gözden geçirilmiş halidir. Bu transkripsiyonun başka bir versiyonu kitap-lık dergisinin Mayıs 2008 tarihli 116. sayısında Deneme: Fatih Özgüven; Cihat Burak Hikâyelerinin Güzelliği başlığı altında yayımlanmıştır.)

Comments


bottom of page