Bir hafta içi günündeyim. Eylül ayının sonlarına yaklaşmamıza rağmen hava çok sıcak. Yazın sona ermesiyle yeni bir yaz başlamış gibi. Kavrulmak bu aya yakışmıyor ve sıcaktan yakınmak yılın bu zamanlarına denk gelen bir alışkanlık değil. Zencefil’de bahçe gölgeli. Sonbahardaymışız gibi davranabildiğimiz bir atmosferde güzel bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Dedikodu yaptığım bazı zamanlarda sesimi kısma refleksim gecikiyor. Zencefil’de masaların ne kadar yakın ve hikâyelerin ne kadar ortak olduğunu tekrar fark ediyorum.
Güzel arkadaşımı, başka bir arkadaşı elimden alıp götürünce, kendimi akşama kadar boş olduğum bir öğle vaktinde buluyorum. Güneş tekrar gündemime giriyor. Bienal gezmek için doğru zaman mı?
Ark Kültür’e gidiyorum. Sokağına girdiğimde sağdaki bakkaldan biri çıkıyor. Onun hiçbir zaman sanatla ilgilenmeyecek olduğunu farz ediyorum. Yani görüntü, tavır, hareket ve konuşmalarından ön yargımı yapıştırıyorum. Hayatı sanata teğet bile geçmeden sürüp bitecek insanlara müthiş imreniyorum.
Mahmoud Khaled, Ark Kültür, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Ark Kültür’de beni karşılayan ve bana sesli rehberi emanet eden çalışanlara gülümsüyorum. Bir gülümsemenin gerçekten içten olabilmesi ve karşı tarafı birkaç saniyeliğine de olsa hoş bir moda sokabilmesi kolay sayılmaz. Hareketin dudaklarda başlaması, ufak kıpırtıların karşıdaki kişinin dudaklarında da cereyan etmesi ve artık karşılıklı bir koreografiye dönüşmüş bu inisiyatifin hangi evrede tamamlanacağına ortaklaşa karar verilmesi gerekir. En iyi sonuç iki tarafın da dişlerinin açığa çıkmasıdır. İleri mertebede bir tebessüm de iyidir. Gün boyu aynı cümleleri tekrarlayan bu gençlerle yakın zamanda aynı pozisyonda bulunmuş olmanın sağladığı empati ve insanların morallerinin kendi elimde olduğunu sanan bir yüce gönüllülükle selamlaşıp turuma başlıyorum. Kurgusal bir karakterin yaşamına giriyorum.
Mahmoud Khaled, Ark Kültür, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Evin enteresan bir bölümü var. Tavanı camlarla kaplı ve komşu bir binanın tüm sakinlerinin görüşüne açık bir duş. İçinde kimsenin olmaması bu mekândaki erotizmin hissedilmesine engel değil. Raflardaki kitaplarda da Jean Genet ya da Tennessee Williams gibi şehveti seven yazarlar var. İnsanın bu evde tutsak kalası gelebilir. Sesli rehberin yönlendirmesiyle gerçekleşen tur, evden çıkmadan önce bodrum katına yapılan bir ziyaretle son buluyor. Sürpriz sonda müzikli bir dark room var. Cep telefonu ışıkları yanmadıkça etrafta çıplak gözle görülebilen tek şey içgüdüler.
Ark Kültür’de birçok şey zevkime hitap ediyor. Ama asıl tatmin Rum Okulu’ndan gelecek. İKSV’nın demirbaşının ilk hediyesi Andrea Joyce Heimer oluyor.
Andrea Joyce Heimer, Galata Rum Okulu, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Bir sınıfın duvarlarında, Amerikalı ressamın evlatlık alınmış ruhunun akrilik günceleri sıralı.
Her birinden renkli bir albeni fışkıran çocuk resimlerine hem hikâyeleri hem de başlıkları işlevini gören mini anlatılar eşlik ediyor. Tabloların yanındaki yazılar duvara kurşun kalemle yazılmış. Harflerin nizamında tutarlılık ve bir sergi yazısı olmanın verdiği ciddiyet var ama yine de naifler. Bunları duvara yazmış özenli ellerin sahibini merak ediyorum. Bir tanesinde yanlış yazılan bir kelimenin üzeri tek bir çizgiyle çizilmiş ve doğrusu yazılmış. Hata hâlâ orada duruyor.
Andrea Joyce Heimer, Galata Rum Okulu, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Küçük ölçekli güzel tablolarda, Heimer’ın iç dünyasının perspektifinden kendi geçmişine dair gözlemleri var. İnsanlar, olaylar ve zamanlar girift ve kaotik bir mizansende bir aradalar. Ancak bu hiç bir şeyin seçilemediği bir karmaşa değil. Aksine tek bir kareye sığmış ve deşifre edilmeyi bekleyen bir çizgi roman gibiler. Heimer’ın tablolarına gülmek gibi fiziksel bir tepki vermek, ender rastlanan bir şey değil. Çünkü bu resimler her şeyden önce komikler. Heimer, kız kardeşinin kukusuna olan hasetini ya da üzerinde insanların oturduğu ahşap sandalyelere duyduğu kıskançlığı konu edinebiliyor. Maneviyatını dürüst ve samimice teşhir edince de resimlere bakanlar tavlanıyor. Tablolarının önünde geçen zaman bir sanat eserine itibar meselesi olmaktan çıkıyor. İnsanlar kendilerini Heimer’in psikolojisinin bulmacasını çözerken buluyorlar.
Öznelliği ve stili keyif verici. Resimlerini inceledikçe Heimer’ı tanıyormuş gibi hissetmeye başlıyorum. Kadının depresyonu öyle estetik ve fantastik ki. Üstelik artık saflık, yaşamın ve diğerleriyle beraber olmanın çetrefillerini anlamaya engel değil. Heimer’ın anıları, izlenimleri ve fantezilerinden oluşan bu lunaparkını bırakmak zor. Röntgenlenen çıplak adamların, küvette gevşeyen kadınların, kavgaya tutuşmuş vatandaşların renkli ve fantastik türbülansı geride kalacak. Bienal uzun, yine geri dönebilirim. Elmgreen ve Dragset’in onu nasıl keşfettiklerini merak ediyorum ve onu görücüye sundukları için müteşekkirim. İyi bir terapi seansından çıkmış gibiyim. İçim optimizm dolu. Andrea Joyce Heimer bir içim su.
Lungiswa Gqunta, Çimen I, Galata Rum Okulu, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Lungiswa Gqunta’nın Çimen 1’ine de vuruluyorum. Güvenlik görevlisi görmezken gizlice dokunulacak türden bir iş değil. Ahşap, geniş ve düz bir zemin üzerinde, farklı yerlerinden kırılmış saydam cam şişeler askerî bir nizam içinde dizilmişler. Ağızları aşağı; kırık taraflarıysa yukarı bakıyor. İçlerinde zümrüt yeşili tonlarında sıvılar var. Güney Afrika’daki zengin evlerinin bahçesindeki çimenlere atıfta bulunuyorlar. Çimen 1, bir odada tek başına duruyor. Ölümcül ve sade. Lüksün ve görüntünün yanıltıcılığına dair klişe beyanı tehditkâr ve tehlikeli bir şekilde yineliyor. Kırık şişelerin boy farkı bu çimlerin ne zaman kırpıldığını merak ettiriyor. Şişe içindeki sıvılar, onları çevreleyen keskin kırıklar sayesinde huzurlarının bozulmayacağından emin gibiler. Sıvıların rengindeki kimyasal çağrışım onların ters giden bir deneyden arta kaldığını düşündürüyor. Şişelerin kullanılmış olduğunu farz edince onları kullanıp atmış anonim bir kalabalığın hayali de odaya doluyor. Zaten bu yalnız ve dehşetli işin berisinde insanlar var. Sınıf farkının ezilen kesimde yarattığı kin, Gquata’da sert bir alaycılığa dönüşmüş. Çünkü aynı korunaklı sıvılar gibi ezen kesim korkudan hareketsizleşiyor. Şişelerin düzeni, görende bozma arzusunu uyandırıyor ama kan tehlikesi yüzünden temkin mecburi. Cüret zapt ediliyor. Lungiswa Gqunata’nın meziyeti, insanın vahşetini anlatırken yarattığı ihtişam için sadece sıradan malzemelere ihtiyaç duyması. O, bu sistem metaforunu kendi hayatı ve anıları üzerinden kuruyor. Beğendiğim bir işin çok şahsi olduğunu bir kez daha fark ediyorum.
Lungiswa Gqunta, Çimen I, Galata Rum Okulu, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Ziyaretçilerden biri elindeki cep telefonuyla işin etrafını dolaşıyor. Oldukça neşeli. Çimen 1, her an bir Instagram story’si olabilir.
Rum Okulu’nun son sürprizi en üst katta beni bekliyor. Leander Schönweger’in işinde farklı boyda kapı kasalarıyla birbirine bağlanan odalar var. Bazıları içine bir yetişkinin giremeyeceği kadar küçük. İşin içine ilk girdiğimde, mekân istikamet kontrolümü elimden alıyor. Farklı hacimdeki odaların iç içe geçmesiyle yaratılmış bu düzenekte kapı boyuyla beraber alçalan tavanlar, hareketi ve bedenin alacağı şekilleri yönlendiriyor. Bir odadan bir diğerine geçiş, daha önce girilen bir yere geri mi dönüldüğü yoksa yeni bir alana girerek başlangıç kapısından daha da mı uzaklaşıldığı arasında bir algı yanılması yaratıyor. Her yer bembeyaz ve bu kayboluş beraberinde klostrofobi getirebilir. Bu temiz ama göründüğü kadar masum olmayan labirent birkaç adımdan sonra adrenalini arttırıyor. Hijyenik ve minimal yapının içinde bir de duvarlardan gelen sesler var. Yan evdeki ufak çaplı bir şantiye mi yoksa sabırsız ve öfkeli bir komşunun duvar yumruklaması mı belli değil.
Bu dolambaçlı vakumdan çıkınca karşıda Galata Rum Okulu’nun çatı manzarası var.
Oradan mutlu ayrılıyorum. Sıcak artık daha çekilir halde gelmiş. Pera Müzesi’ni gezmek için zamanım var. Müzeye varıyorum. Görevli, beşinci kattan gezmeye başlarsam aşağı inerek gezebileceğimi söylüyor. Bu pratik öneri için teşekkürler ama ben yine de yanlışlıkla üçüncü katta asansörden iniyorum.
Vajiko Chachkhiani, Yaşam Yolu, 2015, Tek kanallı HD video, ses 3'34'', Sanatçı ve Daniel Marzona'nın (Berlin) izniyle
Vajiko Chachkhiani videosunun gösterildiği alan Pera’daki serginin vahası gibi. Bu çok kısa filmde bir adam pencerenin önüne geliyor, duruyor, bir süre bakıyor ve gidiyor. Hem sadece bu, hem de pek çok başka şey.
Kamera bir evin penceresinin karşısına konmuş. Görüntüde ortasından ahşap ve beyaz boyalı bir suntanın geçtiği cam var. Pencerenin baktığı bahçe cama yansıyor ve camın gerisinden odanın içi gözüküyor. Dışarıda uğultu ve kumru olmaları muhtemel kuşların sesi var. Sol taraftan bir adam beliriyor ve ağır hareketlerle ilerleyip iki bölmeli görüntünün sağına yerleşiyor. Gözleri önce etrafı tarıyor ve sonra kendine sabitlenecek bir yer buluyor. Bu esnadan itibaren adam dışarıya mı yoksa kameraya mı olduğu anlaşılması zor bir yere bakıyor. Camın berisinde geçirdiği süre orada ne zaman durmaya başladığını ve neden durduğunu unutturuyor. Keskin ve haşin bir bakışı var. Bir süre sonra hipnoza girdiğinden şüphe ettirecek. Dışarıyı seyir hâli belki de aynı şeyi yüzlerce kez yapmış olmasından dolayı vücudunda katılaşmış. Asık suratlı, belki de uzun süredir konuşmadığı için yüzünün kasları aşağı sarkmış. Esrarengiz bir Oblomov, gözleri açık uyuyor.
Görüntüde baş rolün ruh hali var. Adamın pencerenin sağ tarafını cüssesiyle ve sabitliğiyle kaplaması pencerenin sol yanının gittikçe daha boş görünmesine sebep oluyor. Eksiklik ve yalnızlık neyin habercisi olabilir? Adamın saçlarının üstü nemli gibi duruyor. Belki de kehanete gerek yok. Bu gündelik bir andan başka bir şey değil. Sadece duştan çıkmış bir adam pencere önünde biraz dalmış olabilir. Arı bir senaryo tahmin ve yorumları çoğaltıyor. Onu gözetlediğimizin farkında olup olmadığından bir türlü emin olamadığım bir adam, kendisi hakkında hiç bir şey bilmezken çok şey bildiğimi sanmama sebebiyet veren bir varoluşla duruyor. Yaklaşık üç dakikanın ardından, sessiz kahraman pencereyi sıradan bir alışkanlığın rutin sonunu yaşar gibi terk ediyor. Belki de bizle o kadar alakası yoktu ki onun dışarıya baktığı süre boyunca görünmez olduk.
Sim Chi Yin, 2017, Pera Müzesi, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Adamın mizacında sanatçının memleketi olan Gürcistan coğrafyasının ve ikliminin nasıl bir etkisi vardır diye merak edip Pera’yı turlamaya devam ediyorum. Sim Chi Yin’in fotoğrafları iyi ki oradalar. Sefaleti duygu sömürüsü yapmadan ve kimi zaman neşe içinde gösteriyorlar.
Ertesi gün İstanbul Modern’deyim. Sergi alanının ucundaki bir köşede etkileyici bir manzara var. Ömürlerine son verilmiş ağaçlar kıçı seyirciye dönük bir kepçenin dev, ağır ve önüne geçilemez hamlesiyle yörelerinden uzaklaştırılmışlar. Alper Aydın’ın işinde dozer kepçesinin kullanılmışlıktan aşınmış yüzeyiyle ağaçların renginin uyumu göze çarpıyor. D8M, kendi kendini anlatan bir iş. Bağlamından koparılan ağaç yığınını süpürerek köşeye sıkıştıran hareketi hissettiriyor. Orada olmayan buldozerin kendisini düşündürüyor. Sert ve bozguna uğratıcı kepçe artık kumanda edilemez halde. Bir işlev görmüş ama onu hareket ettirecek mekanizmadan yoksun kalmış. Bu işin güzel yanı ağıt yakmıyor olması. Günümüzün felaket ya da acılarına sadece bugünün insanının maruz kaldığı bir trajedi muamelesi yapıp bir umutsuzluk tablosu sunmuyor. Bir jestin azaplı finalini gösteriyor.
15. İstanbul Bienali’nin benim için hala keşfedilmemiş yerleri var. Ama hazzı erteliyorum.
Alper Aydın, D8M, İstanbul Modern, Fotoğraf: Şahir Uğur Eren
Comments