Vahit Tuna’nın Pşisel Sergi başlıklı üçüncü kişisel sergisi 7 Mart - 8 Nisan 2017 tarihleri arasında Alt Sanat Mekanı, MARSistanbul, REM Art Space ve Galerist'te devam ediyor. Birbirinden bağımsız dört mekâna yerleştirilmiş tek bir sergi olan Pşisel Sergi'de Tuna, öznel zaman ile nesnel zaman arasındaki farklılıkları, bellek/kayıp ve bilinç arasındaki mesafeleri kolektif olan üzerinden yeniden okuyor. Müge Büyüktalaş sergi hakkında konuşmak üzere Vahit Tuna ile buluştu.
Vahit Tuna, Bellek Masası, 2011-2017, Karışık Teknik, Değişken Ölçüler
Bir röportaj kaydını ileri geri sararak dinliyorum. Parçalar halinde anılar; Edremit’ten Van’dan, çörek otundan, ölümden, sosyalizmden, Vileda'dan, Sait Faik’ten bahsediliyor. Parçalar halinde mekanlar, Tophane, Maçka Parkı, Beyoğlu, bazı tarihler; 1995, 2008, 2002, 70’lerin sonu, 1999, 2011, Eylül 2016, araya Jung giriyor, kolektif bilinçaltı, Temmuz 2016… Konuşmaların sebebi bir sergi; Vahit Tuna’nın 7 Mart 2017’de açılan ve dört farklı mekana yayılan Pşisel (Psolo) Sergi'si. Kaydı ileri geri sararak dinlerken sanatçının kişisel tarihindeki geçmiş-şimdi arasındaki bağlantılar, sergi mekanları ve işler arasındaki ilişkilendirmeler iç içe geçiyor.
Bu kaydı dinlemeye nereden istersem başlayabilirim, her bir farklı başlangıç farklı bir yoldan geçip farklı bir yere gitmeye elverişli. Sergilemenin kendisi de aynı konforu tanıyor. Çok mekanlı, (genellikle Bienal gibi büyük etkinliklerde görmeye alışık olduğumuz) türden bu sergileme, eş zamanlı olarak dört mekanda öğleden sonra saat dörtte açılmak üzere planlanmış. Her biri hem tekil ve bağımsız hem de ayrı ayrı bir bütün.
Sergiyi izleme deneyiminin video kaydı elimizde olsaydı, sondan başa sardırarak izlemek nasıl olurdu diye düşünüyorum. Karanlık bir odanın içerisinde geri geri adımlar atıyorum, iki elektrik direğinin arasındaki bir boşluktan geçiyorum, yerde kalabalık bir kablo yığını, kafamın iki yanında asılı iki devasa hoparlör var. Direklerin ağaçları henüz yaş, belli ki yeni zımparalanmış, dokusu yumuşak ve pürüzsüz. Sağımdan tane tane konuşan bir kadın sesi geliyor “baygın bulundu, ağaca yaslanmış, fark ediliyor, garsonluk çaycılık yapmış, ormanda, kayboluyor.” Burası Alt Sanat Mekanı, Bomonti.
Diğer üç mekan Beyoğlu’nda, sergi Galerist, Rem Art Space ve Marsistanbul'a yayılıyor. İşleri tek tek anlatmak yerine merak uyandıracak bir belirsizliğe alan tanımayı seçiyorum. Aşağıda olan bitene ilişkin bir çok ipucu bulabilirsiniz.
Baudrillard Cool Anılar isimli kitap serisinde 1990-2000 arasında anılarından kaleme alınmış notlara yer verir. Paragraflar halinde yazılmış kitap bazen bir olaydan bahsederken, bazen bir cümleyle bir önermede bulunur. Olaylar ve önermeler birbiriyle doğrudan ilişkilendirilmemiştir, her okuyucu bunları istediği gibi kişisel tarihini de içine katarak birleştirebilir. Kitabın Türkçe baskısının arka kapak yazısında kullanılan ifadeyle “meta kültürü”ne ait ilginç örnekler vardır kitapta ve okurken yazarın bilindik sosyolojik analizlerinin arkasındaki düşünme süreçlerini çözümlemeye eğlenceli bir şekilde yardımcı olur.
Vahit Tuna’nın işlerinde saklı olan yazılmamış “cool” anılar kendilerini seslerde, objelerde, fotoğraflarda ortaya çıkarıyor. Anılar yer yer tanıklık edilmiş olaylar ve etrafta olup bitenle iç içe geçmiş vaziyette.
Her bir anının ayrı birer fragman gibi, farklı zamanlardan yola çıkıp, çeşitli olaylarla ilişkiye girmesini, bazılarının üst üste birikerek büyürken bazılarının en beklenmedik zamanda yüzeye çıkışını kendimce Baudrillard’ın Cool Anılar'ına benzetiyorum. Hepsi kaynağından bağımsız, hayatla kendi ilişkisini kurarak bağımsızlığı ilan etmiş varlıklar gibi. Üzerlerine dışarıdan okumalarla getirilecek anlam yüklemeleriyle deforme edilmemeleri gerekli belki.
Kitapla sergi arasındaki bu serbest bağlantıyı kurmak istememde Baudrillard’ın bir sözü de etkili oluyor. “Parçalar halindeki yazı demokratik yazıdır. Her parça eşit bir farklılıktan yararlanır. En bayağı olanı bile farklı okurunu bulur. Her birinin sırayla bir mutluluk dönemine hakkı vardır.” Demokrasiyi küçük parçalar halinde sağa sola bırakabiliriz, biz böyle davrandıkça çoğalacaktır diye düşünüyorum. Mutluluk dönemlerine hakkımız var.
Yaptığımız röportajdan soru cümlelerini çıkarıp üzerine soruda-sohbette geçen birer kelimeyi bırakıyorum. Gerisi Vahit Tuna’nın kendi sözleridir.
1995 - 2017 Cool Anılar:
KİŞİSEL
Çok sergi yapmıyorum, 95’te başladım iş üretmeye, o zamanlar Genç Etkinlik sergileri yapılıyordu. O dönemden kalan, şu an aktif olarak iş üretmeye devam eden 10 kişi vardır. Hüsamettin Koçan’ın başında olduğu Canan Beykal’in fikir anası olduğu bir oluşumdu. Belirli temalar üzerinden Tepebaşı Tüyap’ta gerçekleşen sergilerdi. Anadolu’nun her yerinden güzel sanatlarla uğraşan insanlar katılıyordu. Mesela Şener Özmen ve Halil Altındere ile ilk orada tanıştım, onlar Mersin’deydi, buraya gelip gidiyorlardı sergi için. Karşılığı bugün ne olabilir bilmiyorum, işin içine ticaret girdi. Bugün Mamut benzer bir yapı sayılabilir. O zaman ticari bir şey yoktu. Artist diye bir dergimiz vardı, 99’da çıkarmaya başladığımız güncel sanat dergisi. Zamanla herkes bağımsızlaştı, konstelasyon gibiyken herkes kendi yoluna gitti. Galeri ve kurumlarla çok fazla ilişkim olmadığı için bağımsız bir sanatçı olarak devam etmeyi seçtim. 2002 yılında bir sene Almanya’da kaldıktan sonra, daha yoğun bir üretim süreci başladı. 2008’den itibaren neredeyse beş sene arayla kişisel sergiler, aralarda grup sergilerine katıldım. 2011’de en son Depo’da yaptığım kişisel sergim var.
Biraz biriktikçe yapıyorum işleri, bu kadar yoğun bir sergiden sonra benim bir sene sonra yeni bir sergi yapmam mümkün görünmüyor.
NEDEN
Çünkü üzerine epey düşünmek istiyorum. İşler 3-4 sene önceden gelen oluşmaya başlıyor. Acele etmiyorum, hemen olsun da ben bunu duvara asıp göreyim diye hiç bir zaman bir iş yapmıyorum. İşler zihinde kurgulanıyor, sonra sonuçları daha yakın bir zamanda sergiye yakınken çıkıyor.
Kurguladığımla gerçekleşen arasında farklılık oluşmuyor.
Vahit Tuna, Dalgalanıyorduk, 2015, Üç çerçeveli ses yerleştirmesi, 75 x 90 x 15 cm (Her biri)
DALGALANIYORDUK
Geçtiğimiz Ağustos ayında Gaia Gallery ve Rem Art Space’in ortaklaşa düzenlediği Yumuşak Bir İnişi Takiben Dik Bir Uçurum grup sergisinin öncesinde, Nisan, Mayıs ayları gibi işler hakkında konuşmak üzere sanatçılar toplanmaya başlamıştık. Bellek üzerine bir sergiydi. Bu sergide uzun süredir üzerine düşündüğüm bir işi hayata geçirmeyi planlıyordum. Tam da bu süreci de içine alsın diye düşündüğüm, sonra çeşitli sebeplerle yapamadığım.
Psikoloji hakkında okumayı seviyorum, derin bir psikolojik bilgi birikimi değil ama üzerinden konuşmayı seviyorum diyebiliriz. Sergi toplantısını yaptıktan sonra sergi zamanına gelene kadar bir sürü şey oldu. Buradan çıksak şu köşeyi döndüğümüzde başımıza birşey gelebilir dediğimiz türden olaylar. Sergi toplantısının ertesi günü Beyoğlu’nda bombaların patladığı bir zamandı. Bu olaylar hepimizi kollektif bir duyguya getirdi, ister istemez bunların üzerinden okumaya başladık herşeyi. Bütün konuşmalar belli şeyleri ifade etmeye başladı. Bunun içine sosyal medyayı da koyabiliriz. Sosyal medya bunun çok daha porno versiyonu. Farklı kelimeler de kullansa insanlar benzer şeyleri ifade etmeye çalışıyorlar. Kelimlerin anlamları korku, endişe, belirsizlik üzerinden okunmaya başlandı çoğunlukla.
Vahit Tuna, Dalga, 2013
Sergi Ağustos’ta açılacaktı, ben de öncesinde bir psikanalistle sergideki sanatçıları bir araya getirip, ürettikleri yapıtları üzerinden konuşmalarını isteyecektim. Sergi için birçok sanatçı yeni işler üretilecekti. Sanatçının o sergiye gelişi, o süreçte yaşadıklarımız herşey, yapıtları üzerinden gerçekleşecek bir okumaya konu olacaktı. Sergi toplantıları arasında 15 gün geçiyor, bu arada bir sürü insan ölmüş… Bütün tedirginlikler işlere de büyük ihtimalle geçiyor. Tam da bu projeye başlamak üzereyken darbe oldu, sonrası zaten karanlık. İnsanları bir araya toplamak bir anda imkansız hale geldi, bunların tek tek görüşülmesi planlamış iken, herkesin hayatı dağıldı, kimisi kaçtı bir yere gitti. Keza ben de İstanbul’u terk ettim. Çok yaşamsal birşeye döndü o iş. Öyle olunca da projeyi durdurmak zorunda kaldım, yetişmeyecekti. Bunu yapacak kişi de gitmek istedi. Çok eski bir proje bu aslında, bir türlü hayata geçemedi.
Bu durumdaki herkesin, psikolojik olarak desteğe çok da fazla ihtiyacı olduğu bir dönemde yapıt üzerinden bunu okumaya çalışmak bence çok iyi. Öyle bir dönemmiş ki zaten, bu fikrin üzerine yoğunlaşmışken darbe oldu ve herşey daha da dibe doğru gitti. Bunun üzerinden ben düşünmeye devam ettim, Jung enteresan bir adam, kollektif bilinç, bilinçaltı aslında bizim en çok yüzeye çıkmış taraflarımıza dokunuyor.
Psişe dediğimiz zaman ya geçmiş ya da şu andan bahsediyoruz, hep andayız ve her şey üst üste gelerek büyüyüp birbirine ekleniyor. Bunun yanında devam eden başka bir düşünme süreci, son iki senedir çocukluğumla ilgili düşünmeye başlamıştım. Çocukluk üzerine düşünmek biraz daha hatırlamak üzerine, detayları hatırlamaya yoğunlaşmak... Olayları nasıl hatırlarsın? Bunların hepsini düşünürken sergi oluşmaya başladı. Sonra bunları bu dönem yaşadığımız olaylarla nasıl birleştiririm noktasına geldim ve iki üç katmanlı bir yapı oluştu. Galerist’te Bellek Masası’nın karşısında asılı üç çerçevedeki Dalgalanıyorduk işi ileride birleşecek 25-30 parçalık bir işin sadece bir parçası.
Vahit Tuna, Dalga/Yunanistan Karasuları, 2017, Fotoğraf ve ses yerleştirmesi, Değişken ölçüler
ÖLÜM
Bilmem, normal geliyor bana. Dönemin de etkilediği bir şey olabilir, dokunuldukça ortaya çıkan durumun sonuçlarından sadece biri olabilir. Bugün de yaşıyorum - bugün de öldüm. Her gün ölüp her gün yeniden bir şey yapma çabasına girmemiz. Bugün yaşıyorum ile bugün öldüm arasına hiçbir fark kalmadı. Ölümün eli dolaşıyor serginin üzerine.
Vahit Tuna, 'Önümüzde Hayat...Her Gün Bir Başka Uykuya Yatıp Bir Başka Rüya Göreceğiz. Halbuki Zaman Ağır Ağır Bizimle Beraber Akan Nehir, Bir Göle Varıyordu. Bu Gölde Artık Biz Akmıyor, Dalgalanıyorduk.' 2016, Mermer üzeri oyma, 75 x 50 cm
VAHİT TUNA
Vahit Tuna’yı tanıyorum. 1981 doğumluydu, Van’da depremde öldü, öğretmendi kendisi.
İlk defa kendimden email geldi bana bir gün. 1998’de almıştım e-posta hesabımı, ismimi (adım soyadım) iki “t” ile yazılan halinin daha önce biri tarafından alındığını da o zaman öğrenmiştim. Sonra bir gün Vahit Tuna’dan e-posta geldi “Merhaba, bana sizin olduğunu sandığım bir sürü mail geliyor, sizi araştırdım bu vesileyle." İş için bana e-posta gönderen bazı insanlar diğer Vahit Tuna’nın adresine yolluyormuş meğer. Bir sürü e-posta yönlendirmeye başladı sonra, ara ara haberleşmeye devam ettik. Google Alerts’ten bir ara hakkımda çıkan haberleri takip ediyordum. Bir gün Vahit Tuna vefat etti diye bir e-posta geldi. Diğer Vahit Tuna geldi hemen aklıma, çok üzülmüştüm. Aslen Çanakkale’li olduğu için ismini bir Anadolu Lisesi’ne verdiler.
Bellek Masası’nda iki Edremit’in resmi var. Biri Van’da biri Çanakkale’de olan iki Edremit…
Vahit Tuna, Good Year, 2013
SAİT FAİK - KÜÇÜK YERLER
Çocukluğumda okudum, yıllarca hiç bakmamıştım. Kızıma aldığımız bir seri kitabın içerisinde Sait Faik kitapları da vardı, tekrar okumaya başladım. Ses var mesela öykülerinde, ses hikayeye etki ediyor. Sarnıç’taki ruh hali tam da küçük yer mevzusudur. Hep orada olma mevzusu, bir tek yere bakar, yıllarca aynı kalmaktan bahseder, üzerine yeni birşey eklenir, birşey kopar.
Aynı insanlarla evleneceğiz der mesela.
SESLE İLİŞKİ
Ses küçüklüğümden beri beni etkiler, sesin etkisi her türlü etki olabilir, bütün duyguları sesin taşıdığına inanıyorum. İnsan sesle öğreniyor. Konuşmanın ilk başlaması. Bir şeyleri sesle hatırlamayı seviyorum. Sesin etkisini seviyorum. Sergide yapmaya çalıştığım gibi sesin mesafeyle olan ilişkisi bana hep ilginç gelmiştir.
Akis mevzusu, sesin dolaşması, bir sürü sesin kakafoni yaratması… Ezan, İstanbul’da çok fazla cami olması, rüzgarsız bir yaz gününde akşam vadi gibi bir yerden baktığında bir anda hepsinin birbirine karışması bana hep büyüleyici gelir.
Hoparlörü ilk kez 1998’de Vasıf Kortun’un yaptığı bir sergide kullandım. Üç adet hoparlör, hem ses hem de bir masa vardı, 69 senesinden bir National Geographic sayısı, kapağında “İnsanoğlu Aya Ayak Bastı” başlığı var ve altında bir haber de Türkiye’yi anlatıyor. Hoparlörü daha sonra 2008’de ilk gösterilen Sunshine işinde yeniden kullandım. İlk olarak Hafriyat’ta gösterilen iş, bir yerleştirmenin parçası.
Hoparlörden verilen sesler devletin sesi, 80 döneminde İstiklal marşları okunan, senin üzerine sürekli bir şeyler söyleyen bir aygıt. Sesleri de bir enteresan, yapısından dolayı, güzel bir tasarımı var bence. Sesi uzağa atmak üzere tasarlanmış.
Edremit’te yazın çok fazla kayıp ilanı yapılırdı. Oturduğumuz yerde, Akçay’dan üç kilometre uzakta, bir noktadan yapılan kaybolma veya ölüm anonsu kabloda ve atmosferde farklı hızlarda aktarılmalarından dolayı farklı zamanlarda duyulurdu. Önce buradaki hoparlörden gelen sesi duyup, sonra uzaktaki hoparlörden daha önce yapılmış sesin atmosferdeki hızının farkından aynı şeyin tekrar daha geç duyulması… Bu bir oyun gibi gelirdi bana, gerçek değilmiş gibi.
Vahit Tuna, Yer, 2014
KAYIP
Kayıtlarda kullandığım hikayeler kaybolup bulunmuş insanların basına yansımış haberleri. Kaybolup hiç haber alınamayan insanlar değil. Aynı bir yazlık yerde yapılan anonslarda, kaybolup bir saat sonra bulunan çocukların durumu gibi, “...teşekkür ederiz bulunmuştur.” Bunların hikayelerini alt alta yazıp makasla kestim, sonra bir torbanın içine attım. Tek tek çekip, dadacıların yazdığı şiirler gibi, aralarında bir anlamsızlık oluşup oluşmadığına bakmaksızın bu metni oluşturdum. Sonra bu metni Ebru Soyerden okudu. İki farklı tonda okudu, biri daha fısıltı gibi, kulaktan kulağa söylenmiş bri fısıltı gibi. Diğeri ise daha düz bir okuma.
ANLAMLI KAZA
Marsİstanbul’daki yerleştirme klostrofobik olsun istedim. İnsanlar oraya inip canları sıkılsın istedim. Oradaki tek çıkış noktası cırcır böcekleri, mekandaki tek tiz ses bize birşeyleri hatırlayan bir kaçış noktası gibi. Cırcır böcekleri sesinin geldiği hoparlörlerin yer aldığı koliden üretilmiş kutu taşınma metaforu benim için. Ama nereye gidiyoruz, neye gidiyoruz? Atıyoruz kendimizi bu karmaşanın içinden. Bir de polis kaskı var; ezilmiş, baslar ve kask aynı düzlem üzerinde asılı. Bir de fanusun içerisinde sıvı metal, bas frekansının tetiklemesiyle hareket edecekken, yetişmediği için bitirilmeden kaldı, ne olduğu belirsiz bir varlık olarak bıraktım. İnsanların içindeki endişeler, bizi insan yapan şey aslında. Varlık dememin sebebi de o, ruh gibi bir şey. Emre Zeytinoğlu yazısında psişenin tam burada olduğundan bahsediyor. Yapıt sanatçıdan çıktıktan sonra sanatçıyla (benimle) bir ilişkisi kalmıyor. Tamamen kendi başına konuşmaya başlıyor ve kendi psikolojisini yaratmaya başlıyor. O psikoloji seninle ilişkiye girmeye başlıyor. Bu sen ben ve yapıt arasında tekinsiz bir durum yaratıyor.
Az iş üreten bir sanatçının tek ihtiyaç duyduğu şey zaman. Yeni üreteceği fikre karşı bir alışkanlık oluşturması lazım kendi içinde, alıştıra alıştıra geliyorum. Bunu sanırım ilk 90’larda fark ettim. Dışavurumcu gibi davranıyorum. İşler birbirine benziyor olabilir ama çok fazla parça parça şey var. Sanatçının usül üzerinden gidişiyle, tekrarı kırıp, bundan nasıl yeni birşey üretebilirim fikri hoşuma gidiyor. Mesela polis kaskları, Lolipop yapmıştım ikisini üst üste geçirip, şimdi bunları eziyorum.
MASA
Çocukluğumdan beri masa üzerinde birşey yapmak çok hoşuma giderdi. Babamın ofisine gittiğim zaman çekmecelerini karıştırmayı, kalabalıksa aralarına dalıp birşeyler bulacağımız hayal etmek. Bellek masası da böyle ortaya çıktı, çokça hikayeye aynı anda yer açıyor. Eski işlerin yeni halleri var. Serginin zihin sürecinin, imgelerin aktarıldığı bir yer.
Anadolu’da bazı yerlerde birisi öldüğü zaman eve çörek otu seriliyor. İlk anneannem öldüğünde görmüştüm. Kirli ve kibirli, kendi başına ayakta duran bir Vileda. Balkonda tek başına duran bir Vileda. Bu ikisi birlikte Almanya’da sergilenmişti, İstanbul’a döndüğümde bu reklam karşıma çıktı, bir Vileda'yı reklam üzerinde kadının elinde tutması, göreviymiş gibi. İşaret ettiği, sen yapacaksın.
MERMER
Monadlar mevzusu, hepsinin birbirliyle ilişkisi, mermerin bile bir fikri vardır. Evrendeki herşeyin birbiriyle ilişkisi olması durumu. Son dönem çokça düşündüğüm bir şey, bugün aslında artık, dünya yani yer ile ilişkimiz gittikçe kopmuş durumda. İnsanlık böyle bir yerde, toprakla yerle olan ilişkisi tamamen kesilme noktasında. Nesnelerle olan ilişkimiz tamamen sahip olmak üzerine kurulu. Nesnelerle ve doğayla olan ilişkimizde bir sorun var. Dünyalı gibi değiliz artık. Bu kopuş Leibniz’in o lafına (…Belki de şu mermer parçası bir sonsuz canlı cisimler yığınıdır ya da balıklarla dolu bir göl gibidir…) yeniden dönmek ve üzerine düşünmek beni heyecanlandırıyor. Herşeyin içinde hepimiz varız mevzusu.
Sait Faik’in Sarnıç hikayesinden alınma paragrafa da işaret ediyor. Zaman, nehir, göl metaforu; hepsini bir arada düşündüğümüzde, katı ve ağır bir malzeme suyun üzerinde asla duramayacak. Suya atsan dibe inip kaybolacak. Zaman mevzusunun Leibniz ile bir Sait Faik hikayesinde birleşiyor olması, zamanın donduğu ve taşın üzerine yazılarak yaşamaya devam edecek yeni bir loop oluşturuyor.
Taşı kestirip, üzerine yazıyı yazdırdığım kişi Edremit’li bir mezar taşçısı, olasılıklar içerisinde ben öldüğüm zaman benim belki mezar taşımı yapabilecek yaşta birisi, benden daha genç ve yıllardır orada. Ben küçükken de vardı orası, hala var, sahibi değişti, aynı işi yapmaya artık oğlu devam ediyor. Oradaki konuşmalar, onun ölümle olan ilişkisi çok daha farklı. O taşın üzerine onu yaptırmak benim için hem stresli hem de heyecan yaratan bir deneyimdi.
KURUM
Yıldız benim için bir umut temsili. Bomonti’deki hoparlörlerle REM’deki yıldız işi boyut olarak büyük. Bu karşılaşmanın doğasında biraz tarih öncesine ait hisler, biraz da karşısında kendinizi küçük hissettiğiniz çocukluk hisleri var. Bunun altında ya ezilebilirsiniz, ya da hayranlık duyabilirsiniz. Böylesi bir büyüklükle karşılaşmak insanda birşey keşfetme hissi uyandırıyor, yeni bir şey olmuş gibi (umut). Büyüklük ve içinin boş olması, bir kontür gibi duruyor.
Bir kaç sene önce Rumeli Han’daydı atölyem. TKP bürosu vardır karşısında, bazen gece geç saatte çalıştığım zaman karşı pencereye bakardım, bir grup insan toplanmış, içeride bir soba yanıyor. Camlar buğu içerisinde, içeride devam eden bir çalışma veya tartışma var. Gizliden gizliye izlerdim onları, hoşuma giderdi. Çocuklukla da ilişkisi var yıldızın. 70’lerin sonu 80’lerin başı Edremit’teyken, sekiz dokuz yaşındayım. Ablamın kitaplarını dergilerini karıştırırdım. Bunların üzerindeki yıldızları hatırlıyorum, o zaman anlayamadığım karışık gelen şeylerdi. Sobalı bir evde büyümek var sonra. Bunların hepsi birer çocukluk metaforu gibi. İçindeki tedirginlik, yerleştirmenin Tophane’de olması, kurumların Tophane’den toplanmış olması. Galerideki duvarları soydurttum, kat kat bellek böylece mekandan çıkmış oldu.
Bir yıldızın içinden yıldızlara hayran olarak bakmak. Dünya üzerinde hayal kurduğumuz, sonsuz evren içerisinde yalnızlığımızı hatırlatıyor. Bir yıldızın içinden başka yıldızlara bakmak.
*Baudrillard'ın Cool Memories isimli romanı Türkçe’ye Cool Anılar olarak çevrildi, Ayrıntı Yayınları.
Comentarios