Bir gün Gezi Parkı’nın da betona dönüşmesi riskine karşı beton alanları geri kazanmanın, bizimle beraber yaşayabilmeleri için başka canlılara yanı başımızda habitat yaratmanın, tüketim odaklı ortamları üretken bostanlara döndürmenin yollarını aramak üzere kurulan EK BİÇ YE İÇ’ten Haro Cümbüşyan’a dünyadaki megapollerin ortak problemlerine bakarak şehirde sağlıklı, keyifli ve sürdürülebilir bir hayat kurmanın mümkün olup olmadığını görmek için merak ettiklerimizi sorduk
Röportaj: Merve Akar Akgün
Haro Cümbüşyan, Fotoğraf: Aytaç Pekdemir
EK BİÇ YE İÇ “Olabildiğince yerel. Mümkün olduğunca ‘organik’. Elimizden geldiğince sürdürülebilir.” mottosuyla 2015 yılından bu yana kentsel tarım ve permakültür prensipleri doğrultusunda ekip biçiyor ve hem yiyip içiyor hem de yedirip içiriyorsunuz. Bize hikâyenizi, bu yolculuğa çıkmanıza neden olan attığınız ilk tohumdan başlayarak anlatır mısınız?
EK BİÇ YE İÇ’in birden fazla ilham kaynağı var ama bunların başında şüphesiz Gezi geliyor. Gezi “kalkışması” Soros’un, FETÖ’nün veya devletimizin uzaylı düşmanlarının ülke büyüklerimizi üzmek için kurduğu sinsice bir plan olabilir, bilemem. Ama o parkta, geleceğimiz için olumlu bir şeyler yapmaya kararlı bir ruhun varlığını birçok kişinin hissettiğini biliyorum. Ben protestoların ilk günlerinde ne yazık ki orada değildim ama benim çocukluğum Gezi Parkı’nda oynayarak geçti. Oradaki bronz kara panterlerin sırtında sayısız hayali zafer kazandım; hatta kan bile döktüm ben o topraklara - kumda oynarken benden birkaç yaş büyük bir çocuğun ittiği boş salıncak dudağımı patlatmıştı 4-5 yaşındayken. Alt dudağımın bir yanı hala hafif tombuldur atılan dikişlerden... Neyse, nostaljinin dozunu kaçırmadan şunu söyleyeyim: Gezi bana ve çevremdeki birçok kişiye bazı temel ihtiyaçlarımızı hatırlattı; şehirde büyümüş bir neslin doğayla ilişki kurmaya olan hasretini gösterdi ve hep beraber daha kapsayıcı, daha adil bir geleceği inşa edebileceğimizin umudunu verdi. Bir gün Gezi Parkı’nın da betona dönüşmesi riskine karşı beton alanları geri kazanmanın, bizimle beraber yaşayabilmeleri için başka canlılara yanı başımızda habitat yaratmanın, tüketim odaklı ortamları üretken bostanlara döndürmenin yollarını aramak için EK BİÇ YE İÇ’i kurduk. Aslında dünyadaki megapollerin ortak problemlerine bakarak şehirde sağlıklı, keyifli ve sürdürülebilir bir hayat kurmanın mümkün olup olmadığını görmek için denemeler yapmak istedik. Bunun için de hayat kalitemizi belki de en çok etkileyen gıda konusundan başladık işe. EK BİÇ gıda üretimi, YE İÇ gıda tüketimi üzerinde çalışırken, üçüncü grubumuz PAYLAŞ da öğrendiklerimizden daha geniş kitlelerin faydalanması için uğraşıyor.
Solda: EK BİÇ YE İÇ Taksim girişi, Fotoğraf: Yalçın Yener
Sağda: Collectorspace sergisi, Fotoğraf: Sevim Sancaktar
Haro, sizi collectorspace aracılığıyla koleksiyoner kimliğinizle de tanıyoruz. Buradan hareketle hem sizi tanımak adına başka ne alanlarda faaliyet gösterdiğiniz sormak isterim hem de karbon ayak izi kocaman bir alan olan sanat alanıyla ilgili görüşlerinizi dinlemek...
Sanat etkinliklerinin peşinde koşarken yarattığım karbon ayak izinin cezasını ödemek için EK BİÇ YE İÇ projesine girdim diye de düşünebiliriz…
collectorspace kendi koleksiyonumuza odaklanmış bir proje değildi; koleksiyonculuk pratikleri üzerinden nasıl daha sağlıklı, çoksesli ve sürdürülebilir bir sanat ekosistemi kurulabileceğini düşünmek, tartışmak için başlatmıştık o inisiyatifi. Ben çok şey öğrendim o projede çalışırken - en başta, sunumları kurgularken program yöneticimiz Özge Ersoy’la ve danışma kurulumuzda bu konulara benden çok daha uzun süre kafa yormuş sanat profesyonelleriyle yaptığım sohbetlerden ve tabii programa dahil olan sanatçılardan, küratörlerden ve koleksiyonculardan. Sanat koleksiyonculuğu gibi bireysel zevk ve tercihlerle şekillenen, bencilce denebilecek bir sahip olma güdüsüyle büyüyen, kapalı kapılar ardında keyfine varılan bir hobinin, nasıl bilinçli bir profesyonellikle yürütülen, yapıcı eleştiriye açık, toplumun yararına bir etkinlik haline dönüşebileceği sorusu zor olduğu kadar zevkli bir zihin egzersiziydi.
Şu sıralar EK BİÇ YE İÇ dışında, sanatın toplumsal problemlere dikkat çekmesine ve bazen çözüm önermesine olanak sağlamak için çalışan birkaç kurumun yönetim kurulunda görev alıyorum. Bunlardan biri yerel sanatçıları, küratörleri, sanat yazarlarını ve sanat inisiyatiflerini hem maddi olarak hem de kurduğu uluslararası ağın sağladığı değerle besleyen SAHA Derneği. Bu yıl 10. yaşına giren bu kurum, 100’den fazla üyesinin katkılarını bir araya getirerek yerel sanat ekosistemimizi geliştirme konusunda ciddi bir fark yaratıyor diyebilirim.
Yönetim kurulunda olmaktan çok heyecan duyduğum başka bir kurum da Paris bazlı Council. Farklı disiplinlerden uzmanlarla çalışarak, küratörlerinin seçtiği belli temalarda uzun soluklu araştırmalar yapan ve bu araştırmaların sonucunu basılı yayınlar, toplantılar, performanslar veya partner müzelerde sergiler yoluyla kamuyla paylaşan bir kurum. Projelerin zaman içinde gelişmesine olanak tanınması, araştırmaların bir sergi açılış tarihiyle kısıtlı olmaması, konuların bilim, hukuk gibi değişik bakış açılarından ele alınabilmesi ve birbirleriyle temas etme şansı bulamayan kişilerin/kurumların/konuların bu projelerle geniş bir ağda birbirine bağlanması bana çok cazip geliyor. Güncel projelerden biri Against Nature adlı bir kitap dizisi. Farklı ülkelerin hukukunda ‘’doğaya karşı’’ olarak tanımlanarak suç kabul edilen davranışlar üzerine yürütülen davalarda, bu kavramının temelsiz ve ayrımcı olduğu konusunda hukukçuları -özellikle yargıçları- bilinçlendirmek amacıyla çıkarılan ve öncelikle Afrika’da geniş bir coğrafyaya yerel STK'lar yardımıyla dağıtılan bir yayın bu. Council’in projelerinden bir başkası da danışmanlardan biri olarak dahil olduğum AFIELD Fellowship. Burada dünyanın farklı yerlerinden sosyal projelerine destek için başvuran sanatçı, küratör ve aktivistlere bir burs ve benzer deneyimlere sahip danışmanlardan mentorluk desteği yanında uluslararası platformda görünürlük de sağlanıyor. Tabii yaratılan asıl değer bu katılımcıların birbirlerini tanımaları ve birbirlerinden güç ve ilham almaları.
Danışma kurulunda olduğum bir kurum da bir ayağı İstanbul’da diğeri New York’ta olan, farklı coğrafyalarda ama benzer konularda çalışan sanatçı ve sanat profesyonelleri arasında bağ kurmayı amaçlayan Protocinema. Sabit bir mekânı olmayan, her sergi için o sunuma en uygun ortamı yaratmayı amaç edinen bu kurum, kısıtlı imkânlarla anlamlı işler yapmayı başaran inisiyatiflere iyi bir örnek bence. Geçtiğimiz sene hayata geçen A Few In Many Places sergisinde 5 farklı ülkedeki sanatçı, sadece yerel malzemeler kullanarak pandemi kısıtlamaları dahilinde bile açık kalan market, fırın gibi mekanlarda yerleştirmeler yaptılar. Yerelde basılan bir yayın ve sosyal medya yoluyla birbirine bağlanan bu yerleştirmeler, gezegene yayılmış bir grup sergisi niteliğinde, müzelerin ve galerilerin kapalı kaldığı bir ortamda halkı sanatla buluşturdu. Daha az seyahat edeceğimiz bir gelecek için bu ilginç bir denemeydi.
Sanattan beslenmemi sağlayan diğer ilişkilerden biri de MoMA New York’la. MoMA’nın koleksiyonunu geliştirmek ve deneysel yaklaşımlarla halka açmakla sorumlu küratörlerin bilgisine ve vizyonuna hayranım; o yüzden bu kurumun medya ve performans işleri alım komitesinde yer aldığım için kendimi oldukça şanslı hissediyorum. MoMA 2019’un son çeyreğinde $450M’a mal olan yenilenmiş ve genişletilmiş binasını ziyarete açtı. Bana sorulsa ben duvar yapmaya $450M harcamazdım - sanatın işi duvar yıkmak benim gözümde. Ama MoMA bu paranın büyük bir kısmını birkaç varlıklı bireyin bağışlarıyla bir araya getirdi ve sonuçta güncel sanatın en iyi şekilde deneyimlenebileceği alanlar yaratarak zenginden aldığını topluma mal etti diye de düşünebiliriz (biraz naifçe de olsa). Yine de bu ilişkilerin doğurduğu etik soruları kendi kendimize ve bu kararları verenlere sormamız gerekiyor pandemi sonrası (veya pandemiden bağımsız olarak) sanat kurumlarının nasıl çalışmasını istediğimizi düşünürken. Bu yüzden çok uluslu şirketlere etik konusunda danışmanlık veren ve partneri Iordanis Kerenidis ile beraber Amafi Adası’nda Phenomenon adlı bir sanat bienali düzenleyen koleksiyoncu Piergiorgio Pepe’nin önayak olduğu, koleksiyonculuk etiğini formalize etme hedefi (/hayali) olan bir grubun çalışmalarına da katılıyorum.
Ben aslında meslek olarak veri bilimcisiyim; şu sıralar sanat ve etik alanlarında yaratılan çıktıların gıda alanında girdi olarak kullanıldığında nasıl örüntüler ortaya çıkacağıyla ilgileniyorum diyelim…
Solda: Akmerkez terasta tarım alanında tohum ayıklama, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Sağda: EK BİÇ YE İÇ'in ekşi mayalı ekmeği, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Günümüzün en büyük problemlerinden biri de şüphesiz data deryasında boğulan insanların pek çok farklı konuda yaşadıkları kafa karışıklıkları. Bunlardan biri de yeme-içme konusu. Hava kalitesinden dolayı artık temiz nefes bile almakta güçlük çektiğimiz İstanbul gibi bir megapolde öncülerinden olduğunuz kentsel tarım modelinde var olan sistemler son derece umutvar görünmekle beraber nasıl işliyor? Dünyamız için sürdürülebilir olan mekânınızda da yazdığı üzere “sağlığımız” açısından da aynı şekilde işleyebiliyor mu? Bugün hakikaten organik ne kalmış olabilir?
Bu anlam kargaşasına biz de katkıda bulunuyor olabiliriz… “Organik” kelimesini biz hep tırnak içine alıyoruz çünkü bu kelimeyi genişletilmiş bir anlamda kullanıyoruz ve buna dikkat çekmek istiyoruz. “Organik” bizim için organik sertifikalı veya o prensiplerle üretilmiş demek. Önce şunu ifade edeyim: Bence sertifika önemli; o bir garanti belgesi, üretimde minimum standartlara uyulduğunu belgeliyor. Bu minimum standartlar tam doğru seviyede olmayabilir, örneğin bence tavuk konusunda yeterli değil ama yine de o sertifikaya sahip olmayan üretime göre içimizi biraz olsun rahat ettirecek bir yerde. Organik tavuk yemenin ne kadar etik olduğu tartışılabilir ama organik sertifikası olmayanı yemenin tartışma götüreceğini pek sanmıyorum o tavukların hangi şartlarda yaşadığını bildikten sonra…
Bize sertifikaya ne kadar güvenebiliriz ki gibi sorular da geliyor. Tabii bir ürünün 100% arkasında durabilmek için onu kendimizin üretmiş olması gerekiyor. Ama organik üreticilerin, işlerini ciddiye alan kişiler tarafından düzenli olarak denetlendiğini biliyoruz. Burada sahtekârlık yapanlar olamaz mı? Bunun cevabını hepimiz biliyoruz. Ama bunlar göreceli olarak küçük oranlardır; yani düzenli olarak organik sertifikalı ürün tüketenler yediklerinin çoğunluğunun standartlara uygun olduğunu varsayabilir. Bu da uzun dönemde sağlığımız aşısından önemli bir fark yaratmaya yeterlidir diye düşünüyorum.
Ama ne yazık ki bizim problemimiz bu kadar basit değil… Biz EK BİÇ YE İÇ’te kullandığımız ürünlerin hem yerel hem organik hem de sürdürülebilir yöntemlerle üretilmiş olmasını arzuluyoruz. Bunlar bazen birbirleriyle çelişen istekler - yerel, organik olmayabiliyor; organik, sürdürülebilir olmayabiliyor. Bizim mesajımız bilinçli tercihler yapmak üzerine; gıdamızın nereden geldiğini, nasıl üretildiğini sorgulayıp, artılarını/eksilerini değerlendirdikten sonra karar vermemiz gerektiğini savunuyoruz. Az önce sertifika önemli dedim ama onun da problemleri var. Küçük çiftçi için sertifika almak zor ve masraflı. Bir tarlanın komşularından birinde ilaç kullanılıyorsa sertifika almak mümkün değil. Bu durumda ancak büyük yatırımcılar tarlaları toplayarak organik tarım yapabiliyor; bu sosyal açıdan bizce sakıncalı... Ayrıca organik tarım da monokültür yaratabiliyor.
Bizim aradığımız GDO’lu tohum, insan sağlığına veya çevreye uzun vadede zararlı olabilecek kimyasal gübreler, kimyasal pestisitler, kimyasal koruyucular kullanmadan, bize en yakın bölgede, biyolojik, sosyal ve finansal açıdan sürdürülebilir şekilde üretilmiş temiz ürünler. Kendi bostanlarımızda (finansal sürdürülebilirlik dışında) kriterlerimizi tatmin edebiliyoruz ama tabii üretimimiz mutfak ihtiyaçlarımızın sadece küçük bir bölümünü karşılayabiliyor. Geri kalan malzemelerimiz ya organik sertifikalı ya da şahsen tanıdığımız ve bizim prensiplerimizle üretim yaptığına inandığımız yerel küçük üreticilerden. Bu ayrımları da ürün açıklamalarında biraz tekrar yaratsa da doğru şekilde ifade etmeye çalışıyoruz.
Solda: EK BİÇ YE İÇ Taksim arka bahçe, Akuaponik sistem detayı, Fotoğraf: Erkut Ertürk
Sağda: EK BİÇ YE İÇ Taksim çalışma alanı
Altta: EK BİÇ YE İÇ Taksim arka bahçe, PAYLAŞ'ı yöneten Sosyolog Ayça İnce ve
EK BİÇ’i yöneten permakültür tasarımcısı Shaul Shaham, Fotoğraf: Erkut Ertürk
Dev küresel ağlar dünyasında Arjantin’den gelen meyveleri Türkiye’de yiyebildiğimiz bir gerçeklikte Gümüşsuyu’nda yetişen ve neredeyse yetiştiği yerden birkaç adım uzaklıkta insanların midesine girebilen yiyeceklerin olabileceğini bilmek bile iyi geliyor. Bu konuda insanları bilinçlendirmek adına neler yapıyorsunuz?
Yerel üretim bizim için çok değerli ve bu sadece karbon ayak izi yüzünden değil. Tabii ki o gün, hatta o anda hasat edilmiş bir ürünü mutfağımızda kullanabilmek tazelik açısından tamamen farklı bir boyut. Bunun ötesinde mutfak ekibimizin her gün o bitkilerin yetiştiği alanın önünden geçmesi; tohumdan fideye, fideden olgun bitkiye ulaşana kadar ne kadar zaman ve emek gerektiğini görmesi, o ürüne karşı tavrını da değiştiriyor diye düşünüyorum. Atığı azaltmak için bence etkili bir yöntem... Bu misafirlerimiz için de geçerli - uzun zamandır mekanımızda kimseyi konuk edemiyor olsak da. Yediklerinin marketten salt para karşılığı satın alınan bir şey olmadığı bilincini yerleştirmenin daha iyi bir yolunu ben düşünemiyorum bu ürünleri oturdukları masanın hemen yanı başında yetiştirmekten.
Ekolojik tasarım son dönemlerde çok fazla konuşulan konulardan biri oldu. Siz hem ürünleri yetiştirmek üzere hem de diğer düzenlerinizde eminim özel tasarımlara ihtiyaç duyuyorsunuz. Bunlar ne olabiliyor ve kimlerle çalışıyorsunuz?
EK BİÇ YE İÇ’in ilk tohumları 6 yıl önce İstanbul Tasarım Bienali’nde yeşermişti diyebilirim. İngiltere bazlı tasarımcı/sanatçı kolektifi Something&Son’la beraber çalışarak Galata Rum İlkokulu’nun avlusuna bir EK BİÇ KÜTÜPHANESİ yerleştirmiştik. Altı katlı strüktürün raflarında kitaplar yerine bienal ziyaretçileri tarafından ekilen tohumlar ve bitki/üretici çiftinin künye bilgileri bulunuyordu. Sergi sonunda hasada hazır bitkilerle çorba ve salata yapıp yine ziyaretçilerle paylaştık. Bu süreçte çocuklar ve gençlerle de bol bol atölye çalışmaları yaptık - birçok açıdan besleyici bir döngü oldu. Bu seneki Tasarım Bienali için Portekiz bazlı mimarlık atölyesi SKREI’in tasarladığı Çimlendirici adlı mikrofiliz yetiştirme ünitesinin bir örneği de şu anda bizim Kurtuluş’taki mekânımızda teşhirde ve kullanımda.
Bizim amacımız, insanın üretim sürecinin dışında bırakılmadığı, salt bir tüketici rolü yüklenmediği sistemler geliştirmek. Bunların doğru tasarlanması çok önemli çünkü döngüdeki tüm canlılar için kabul edilir bir ortam yaratmak gerekiyor. Ekibimizde tasarımcı, mühendis, biyolog, sosyolog, ziraatçı, sanatçı gibi konuyu farklı bakış açılarından değerlendirebilecek kişilerin bulunması bizim için büyük şans, aynı zamanda da bir zorunluluk aslında. Sürekli yeni teknolojileri, teknikleri, materyalleri takip ediyor ve uygulamalarımızda deniyoruz. Yeni teknolojiler çok heyecan verici olabiliyor ama bunların nasıl kullanılacağı kritik; aynı teknoloji iyiye de kötüye de kullanılabilir ve her iki yönde büyük etkiler yaratabilir - bunların örneklerini yakın tarihte ve günümüzde bolca görebiliyoruz. Hatta teknoloji iyi niyetle kullanılıp kötü sonuçlar da doğurabilir; o yüzden dikkatli ilerlemekte fayda var. Bizim duruşumuz yine bilinçli tercihler yapmaktan yana; elimizdeki çözümün artılarını ve eksilerini objektif şekilde tarttıktan sonra karar vermeye özen gösteriyoruz. Yapıcı eleştiri burada çok değerli; tasarımlarımızı bu konularla ilgilenenlerle beraber geliştirmek herkes için daha iyi sonuçlar çıkaracaktır ortaya.
Ekipteki genç ve yetenekli tasarımcımız, Bilgi Üniversitesi Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünde Avşar Gürpınar’ın yanında yetişmiş olan Mete Godollar. Ama gönüllü olarak bizimle çalışan mimar ve tasarımcılardan da çok besleniyoruz. Hatta tasarım bölümü öğrencilerinin projeleri de bize ilham kaynağı oluyor.
Genel olarak bizim tasarımlarımız (iyi) fikirlerin sınır tanımadığı ama üretimin mümkün olduğunca yerelde yapılması gerektiği inancına dayalı. Bütün ürünlerimizi dünyanın hemen hemen her yerinde standart olarak temin edilebilecek malzemelerden yola çıkarak tasarlıyoruz; böylece dosyaları elektronik ortamda paylaştıktan sonra kargoyla fiziksel bir şey yollama zorunluluğundan kurtulmayı amaçlıyoruz. Strüktürlerimiz yine standart CNC makinelerinde en az atık çıkararak kesilecek ve çoğu zaman vida gibi metal parça bile gerektirmeden birbirine geçmeli şekilde birleşecek bir yapıya sahip oluyor. Modüler yaklaşıma önem veriyoruz çünkü ürettiğimiz bir parçanın birden fazla kullanım olanağı tanımasını verimliliği ve sürdürülebilirliği arttırıcı bir avantaj olarak görüyoruz. Tabii basit yapı taşlarından oluşmuş gayet karmaşık sistemler doğada da sık karşılaştığımız tasarımlar - biyotaklit bize birçok yeni fırsat sunan bir araştırma alanı.
Solda: Akmerkez terasta tarım sera alanında hidroponik sistem bakımı
Sağda: Bebek’te özel villanın bahçesine yükseltilmiş yata kurulumu
Permakültüre olan ilgiyi ülke bazında ve global ölçekte nasıl değerlendiriyorsunuz?
Keşke herkes permakültür eğitimi alsa… Ekolojik tasarım konusunda permakültür bizim için çok önemli bir yol gösterici. Etiğini benimsediğimiz ve prensiplerini doğru bulduğumuz gibi önerdiği tekniklerin de şehir ortamına uygun olanlarını her fırsatta uyguluyoruz. Şu anda Bilgi Üniversitesi Gastronomi Bölümü 2. sınıf öğrencilerine Şefler İçin Kentsel Tarım adlı bir seçmeli ders eğitimi veriyoruz Akmerkez’in desteği ve ev sahipliğinde. Amacımız geleceğin şeflerinin permakültürün hem teorisi hem de pratiği hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak çünkü hepimizin iyi gıdaya ulaşabilmesi ve bunu talep etmesi için onların öncülüğü çok önemli. 12 hafta boyunca her Cuma 2 saatlik bir çevrimiçi sunumdan sonra Akmerkez’deki Teras Bostanımızda yine 2 saat boyunca öğrencilerle beraber farklı tekniklerin uygulamasını yapıyoruz. Gerçi henüz 4. haftayı tamamladık ama söylemem gerekiyor ki öğrencilerin ilgisi ve hevesi bana gelecek hakkında umut veriyor.
Permakültürün en temel öğretisi doğaya karşı değil doğayla beraber çalışma fikri. İnsan on binlerce yıldır doğayla mücadele etmiş ve belki son 200 yıldır da bu mücadeleyi kazandığını düşünmüş. Ancak şimdi doğaya karşı kazanmanın kazanmak olmadığını anlayabiliyoruz. Ayrıca bu mücadelede boşa ne kadar emek harcadığımızı…
Bugün şehir planlamacıları 18. yüzyılda inşa edilen tüm kent teorilerin çöktüğünü ve bugün şehrin doğadan ayrı düşünülemeyecek bir yer olduğunu ve artık şehirlerin bu doğrultuda yapılanmaları gerektiğini söylüyorlar. Biz kendi ülkemizde hala ironik bir şekilde betonlaşmaya ve doğayı yok etmeye devam ediyoruz. Bu tıpkı tarımcılıkta ve hayvancılıkta uygulanan başka metotlar gibi etik olmayan nedenlerle bu şekilde devam ediyor. Doğal su kaynaklarının tükenme noktasına doğru gittiğini dünya nüfusunun çoğu ciddiye almazken ve dünya kaynaklarını yöneten iktidar sahipleri bu durumu umursamazken bizim yapacağımız en anlamlı şeyler neler olabilir?
Bence iktidar sahiplerinin genelde tek amacı vardır o da iktidarı sonsuza kadar ellerinde tutmaktır (ve ilginç bir şekilde bunu yapabileceklerine inanırlar.) O yüzden bunu tehdit edecek her konuya karşı duyarlıdırlar. Tabii Almanya çatılara güneş panelleri yerleştirmekte, Fransa ve Kanada yeni yapılan binalara yeşil çatı zorunluluğu getirmekte diğer devletlerden daha erken davranmış olabilir ama dünyanın farklı köşelerinden benzer olumlu haberler sürekli alıyoruz artık. Geçenlerde okuduğum bir yazıda Singapur’un 42,000 hanelik bir ekolojik akıllı şehir planladığından bahsediliyordu. Singapur tropikal bir iklimde bulunduğu için evlerde ve işyerlerinde havalandırmaya çok enerji harcanıyor; bunu azaltabilmek için yeni şehirde merkezi bir soğuk su dolaşım sistemi tasarlanıyor. Çin’de de buna benzer çok sayıda yenilikçi girişim var devlet tarafından planlanan veya desteklenen. Ülkemiz iktidarının da bu konuya önem verdiğinden emin olabiliriz. Ne yazık ki bilim insanlarının uyarılarına karşı yapılmasında ısrar edilen İstanbul Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi akıllara durgunluk veren projeler, devletin uzun dönem ekolojik stratejisine gölge düşürüyor. (İktidarda birilerinin permakültür tasarım kursu almasının iyi olabileceğini düşünüyorum bazen haddimi aşarak...) Bu arada birkaç devletin savaş teknolojilerine ayırdığı bütçenin bir kısmı doğayla barışa aktarılsa dünyadaki tüm canlıların refah seviyesi ciddi anlamda yükselir. Belki permakültür tasarım kursu bu konuda da yardımcı olabilir… EK BİÇ YE İÇ projesine Taksim Meydanı’nın köşesinde girişmemizin nedenlerinden biri de şehrin en merkez noktasının tarım yapmak için belki de en elverişsiz yer gibi durmasıydı. Burada bir şeyler yetiştirilebiliyorsa şehirde her yerde yetiştirilebilir demek istedik. Biz rant getiren alanların tarıma ayrılmayacağını anlıyoruz; o yüzden stratejimiz âtıl alanları kullanmak. Şehirde de aslında bol miktarda âtıl alan var ama bunlar genelde yatay değil dikey alanlar. O yüzden dikey tarım teknolojilerini permakültür prensiplerine bağlı kalarak geliştirmeye ve en beklenmedik, en tüketim odaklı yerleri bile üretken, farklı canlıların insanla beraber simbiyotik bir ilişki içinde yaşayabildiği alanlara dönüştürmeyi hedef aldık. Tabii Taksim’deki arka bahçemiz de bizim için önemliydi çünkü Taksim Meydanı’nın gri görüntüsünden yorulanlara, yeşile ulaşmanın biraz bilgi ve biraz gayretle mümkün olduğu mesajını en net şekilde bahçedeki uygulamalarla verebileceğimizi biliyorduk. Elimizden geldiğince örnekleri çoğaltmaya ve şehirde gıdamızı üretirken öğrendiklerimizi ilgilenenlerle paylaşmaya çalışıyoruz. Ama İstanbul’da sağlıklı, keyifli ve sürdürülebilir bir hayat hayal edebilmemiz için yeterince insanın bu ihtimalden haberdar olması, bunu başarabileceğimize inanması ve bu konuda birey olarak kendisine düşeni yapması gerekiyor. İşin güzel tarafı yapılması gerekenler insanı dinlendiren, rahatlatan, sağlıklı yapan şeyler. İstanbul gibi kalabalık bir şehirde ufak bir yüzdenin bile balkonunda, arka bahçesinde, pencere önünde ekip biçmeye başlaması, daha az atık çıkarması, yiyip içtiklerinin nereden geldiğini, nasıl üretildiğini sorgulaması ve yerel, organik ürünleri tercih etmesi şehrin ekolojisi üzerinde ciddi bir fark yaratacaktır.
Solda: Akmerkez teras tarım alanında Şef Ekin Doğrusöz hasat yaparken, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Sağda: Akmerkez teras sera tarım alanında gönüllüler
Bir röportajınızda “ya hep ya hiç” anlayışına kapılmadan demişsiniz, burası çok önemli çünkü bu zihniyet aslında biraz da geri tutuyor insanları. Bir yeme-içme merkezi olarak geri dönüşüm adına yaptıklarınızı merak ediyorum.
Hangi bağlamda söylemiştim acaba? Ama farketmez, sık sık bahsettiğim bir konu. Biraz farklı bir yönden giriş yapacağım: Son zamanlarda birçok sorunun cevabı iki seçeneğe indirgenir oldu. Evet/Hayır, Siyah/Beyaz, 0/1, O İttifak/Şu İttifak gibi… Aritmetikle çözülecek veya gözleme dayalı sorular için Doğru/Yanlış seçenekleri genelde uygundur - sorunun cevabını hesaplayabiliriz veya gözlemleyebiliriz ve buna dayanarak net bir cevap veririz. Ama bir konuda görüş veya tercihimiz sorulduğunda cevap bir olasılık dağılımından gelir. Özellikle konu karmaşık ve bizim için önemliyse iki seçenek bizi tam olarak tatmin etmeyebilir. Birini seçeriz ama tam olarak hemfikir olmadığımız noktaları belirtmek isteriz. (İlk işimde bana ‘‘Yes, but…” lakabı takılmıştı çünkü fikrim sorulduğunda hep cevabımın niye doğru olmayabileceğini de söyleme ihtiyacı duyuyordum.) İnsanlar şu günlerde birçok konuda iki kampa ayrılmış durumdalar. Amerika’daki iki partili seçim sistemi, Türkiye’deki ittifaklar, İsviçre’deki referandumlarla yürüyen doğrudan demokrasi düzeni insanları bir düşünceyi 100% doğru, karşıtını da 100% yanlış gibi görmeye zorluyor. Ve tabii böyle seçimler, çoğunluğun kendinde, tamamen haksız gördüğü azınlığı ezme hakkı görmesiyle son buluyor - aradaki oy farkı ne kadar küçük olursa olsun. Ne yazık ki birçok ülkede demokrasi adıyla anılan sistem çoğunluğun zulmü haline gelmiş durumda; oysa demokrasinin amacı çok sesliliği sağlamak, tüm azınlıkların haklarını korumak. Şunu kabul etmek gerekiyor, herkesi her an aynı ölçüde memnun etmek mümkün olmayabilir çünkü grupların birbirlerine zıt talepleri olabilir. Daha çok oy alan tarafın orantılı olarak daha fazla söz hakkına sahip olması normal ama bu kazanan herşeyi alır demek olmamalı. Çok sesliliğe değer veren bir sistemde pazarlığa oturulur, tavizler verilir ve uzlaşma sağlanır. Belki karar vermek daha uzun zaman alır ama hızlı kararla doğru karar arasında çok büyük fark vardır - doğru olmayan kararları hızlı verebilmek büyük bir başarı veya avantaj sayılamaz.
Böyle çok uzun bir varyanttan soruya geri dönüyorum: EK BİÇ YE İÇ’te bizim de sürekli tavizler vermemiz gerekiyor. Ama zaten başından beri bunun böyle olacağını biliyorduk. “Ya hep ya hiç” deseydik bu konuları tartışır ama hiçbir şey yapmaya kalkmazdık. Büyük şehirlerdeki betona gömülmüş hayattan şikâyet etmekten ve şikâyet dinlemekten biraz yorulmuş bir grup, bunun yerine farklı alternatifler denemenin ve öneriler getirmenin zamanı olduğuna karar verdik Gezi’den sonra. Gıda sektörünün ne kadar atık yarattığı sır değil ama bunun ne kadar önüne geçilebileceği konusunda fikir yürütmek için bazı çözümleri zorlamış olmak gerekiyor. Restoranda hijyenden ve sunulan ürünlerin tazeliğinden taviz veremeyiz; bu kırmızı çizgiyi koruyarak tek kullanımlık temizlik ve paket malzemelerinin, plastik girdilerin, suyun ve yenilenebilir olmayan enerji kaynaklarının daha az kullanılmasını nasıl sağlayabiliriz? Tabii bu soruya cevap ararken maliyetlere de dikkat etmemiz gerekiyor çünkü sağlıklı yemeği olabildiğince geniş bir kitleye ulaşılabilir kılmak istiyoruz. Son beş yıldır birçok şey denedik; minik başarılarımız, büyük hayal kırıklıklarımız oldu. Denemeye devam ediyoruz ve öğrendiklerimizi atölyelerde paylaşıyoruz ama pandemi gündemi oldukça değiştirdi tabii. Aynı zamanda da bize önceliklerimizi tekrar gözden geçirme fırsatı verdi. Biz bir sosyal girişim olarak ortaya çıktık; önümüzdeki dönemde daha sosyal olabilmeyi umuyoruz.
Akmerkez teras sera tarım alanında hidroponik sistemde yetişen yeşiller, Fotoğraf: Zeynep Fırat
Peki gündeminizde nasıl planlar ve hayaller var?
Yönetici Şef’imiz Ekin Doğrusöz, kurduğu yetenekli ekiple YE İÇ’i farklı bir yerlere götürüyor; ben de heyecanla izliyorum… Kurtuluş’ta ana mutfağımız olarak kullandığımız mekan bize farklı fırsatlar sunuyor aslında - şu anda YE İÇ’in sahiplenmiş olduğu bu eski Ekmekçioğlu ekmek imalathanesine EK BİÇ’in ve PAYLAŞ’ın da daimi olarak yerleşmesini bekliyoruz. Önümüzdeki aylarda/yıllarda bodrum katında büyükçe bir akuaponik sistemin de dahil olduğu üretken bir ekosistem yaratmayı kurguluyoruz. Giriş katında sokağa cepheli alanımızı da farklı etkinliklere, yerleştirmelere, sosyal inisiyatiflere evsahipliği yapacak bir mekân olarak hayal ediyoruz. Zaten şu anda Collective Çukurcuma’nın bize emanet ettiği Topluluk Kütüphanesi orada yerini almış durumda. Az önce bahsettiğim gibi SKREI’in Çimlendirici’si de. Ayrıca gönlümüze yakın projelerle bağlantılı sanat işleri de bulunuyor mekânda. Bunlara ek, misafir küratörlere açık büyükçe bir ekranımız mevcut. Ve tabii bitkilerimiz… Hepimiz aşılarımızı olduktan sonra, umarım orada yeşili bir süs gibi değil de ev arkadaşımız olarak göreceğimiz; iyi yemek yiyip, güzel müzik dinleyeceğimiz, kütüphanede tesadüfen karşılaştığımız bir kitaptan iki şiir okuyup üstüne birkaç arkadaşımızla sıcak bir sohbet edeceğimiz bir ortam yaratabiliriz. Sonuçta şehirde sağlıklı, keyifli, sürdürülebilir bir hayat hayal etmek o kadar zor değil…
Ama hâlâ bir miktar yolumuz var - sadece İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de, Diyarbakır’da, Eskişehir’de, Hong Kong’da, Mumbai’de, Sao Paulo’da...
Comments