top of page
İlker Cihan Biner

Damien Jalet ile söyleşi: Bedenin kıvrımları, koreografi ve estetik dönüşümler

2013 yılında Fransız hükümeti tarafından Sanat ve Edebiyat Şövalyesi olarak ödüllendirilen bağımsız koreograf, dansçı ve performans sanatçısı Damien Jalet pek çok dans performansı ve beraberinde aldığı birçok ödülün yanı sıra Gilles Delmas’ın The Ferryman’i, Luca Guadagnino’nun Suspiria’sı gibi auteur filmleri için de işler üretiyor. Thom Yorke’un Anima videosuna, Madonna’nın son dünya turu Madame X’e ve son olarak Marina Abramović seti, Iris van Herpen kostümleri ve Sidi Larbi Cherkaoui’yle birlikte ilk operası Pelléas et Mélisande’a imza atan Jalet ile sohbet ettik


Söyleşi: İlker Cihan Biner

Fransızcadan çeviren: Merve Akar Akgün


Damien Jalet, Fotoğraf: Maxime Fauconnier



Uzun zamandır çağdaş dansın oluşum sahasına göz dikmiş durumdayım. Kuşkusuz performans sanatını da bu alanın yanına koyarken her iki farklı forma dair perspektif geliştirmek istiyorum. Keşfetmek devamlılığı olan bir süreç olduğu için kendimi sürekli yeni bir mevkide buluyorum. Nokta koymak imkânsız hale geldiğinde virgüller atarak değişik çizgiler çizmeye devam ediyorum. Tam da bu şekilde başka estetik formları incelemeye koyulmuşken bir gün Damien Jalet'yi keşfetmenin mutluluğunu yaşadığımı hatırlıyorum. Oluşturduğu koreografilerin etki alanı beni öyle sarsmıştı ki; fiziksel etkileşimin, şiirin ve mekânı dönüştürmenin bir arada mümkün olabileceğini rahatlıkla görebildiğimi fark etmiştim.

Röportaja geçmeden önce Damien Jalet'nin koreografisine dair giriş niteliğinde birkaç şeyden söz etmek istiyorum. Figür, alan, kurgu üçlemesi Jalet'nin oluşturduğu estetik pratikler dahilinde önemli hususlar. Çünkü mekânlar içerisinde çalkalanan, kıvrılan, bükülen bedenlere nasıl baktığımız önemli. Jalet'nin oluşturduğu figürler bir alanı yalıtıyor. Bu yerde bedenin görüntüleri başkalaşıyor. Bu durumda figürlerin iki farklı biçimde belirdiğini görüyoruz: Hem bedenin maddeliği ortaya çıkıyor hem de bu formlar şiirsel biçimlere kavuşuyor. Yani tenin ağırlığı yerine mekânı kuran, dönüştüren hareketler söz konusu. Bedenler kendi kendisinin dışına çıkarak farklı sahneler kuruyor. Bu açıdan hissedilebilir duygu ortamları oluşarak bedenlerin gidebileceği en uç noktalara taşıyor. Artık gerisini performanslarını, ilham aldığı sanatçıları ve yaşam yolculuğunu konuştuğumuz Damien Jalet'ye bırakıyorum.



Damien Jalet, Fotoğraf: Maxime Fauconnier



Çalışmalarınızdaki bedenlere baktığımda estetik güç görüyorum. Aklıma ister istemez Spinoza'nın “Bir bedenin neler yapacağını bilemezsiniz” cümlesi geliyor. Kurgunuzu tasarlarken nelere dikkat etmeye çalışıyorsunuz?

İnsan bedeni her daim çalışmalarımın çıkış noktasını oluşturuyor. Dönüşüm alanı olarak beden, şiirsel imge olarak beden, hassas alan olarak beden ve hayal gücünün başlangıcı olarak beden beni her zaman büyüleyen olgular olmuştur. Üretimlerimde bedenleri tek tek bir çerçeveye sokmaya ya da kısıtlamaya çalışıyorum. Hatta bazen oyunlar oynuyorum. Mesela Skid performansında “bedenler” 10 metrekare büyüklüğünde, 34 derece eğimli bir platformun üzerinde yer çekim kuvvetinin daha da belirginleştirildiği bir ortamda bir aradalardı. Vessel’da ise beden, insan ve insan-dışı olan arasında bir algı sınırı ve soyutluk oluşturarak “bedenler” yüzlerini göstermiyorlardı. Gelecek çalışmalarından Thr(o)ugh ya da Mist’te ise neredeyse dokunulabilecek, kısmi olarak görünüp yok olan hayalete benzer bedenleri tekrar keşfediyorum. Her seferinde bedenin tahmin edilemez gücü ve değişim/dönüşüm kapasitesini fark ederken aynı zamanda ne kadar kusurlu ve kırılgan olduğunu da görüyorum. Genel olarak algının limitleriyle oynamaktan, janrları birbirine karıştırmaktan, umulmadık yerlere bedenleri yerleştirmekten, yer çekimi dışında yeni çekimler yaratmaktan ya da tıpkı bir kuşun uçması gibi genel geçer bir düzlemde insan bedenini kendisini aşan perspektiflere sokmaktan hoşlanıyorum. İlgi alanımda bedenlerin eşsizliği ve benzersizliği kadar, kolektif bir harekette üstün yasalara uyan ya da sanki her bedenden yeni bir organizma yaratmak üzere onları yok ederek bedenlerin tekilliğini ortadan kaldırabilmek var. Günün sonunda her şey yeni bir form arayışı ya da yaratımıyla ilgili… İnsanın “şeyleri” her zaman kendinden yola çıkıyormuş gibi görmeye eğilimi var.


Ben her performansımla tıpkı bedenimizin formu, yer çekimi kuvveti, nefesimiz, fiziksel varlığımız ya da zaman algımız gibi esrarengiz durumları sorgulamaya çalışıyorum.


Eserlerinizde sabit beden biçimleri yerine kıvrılan ya da eğilip bükülen ve çizgiler haline gelip sürekli hareket halinde motifler oluşturan bedenler görüyorum. Estetik sizin için ne ifade ediyor?

Her çalışmaya özel olarak hazırlanmış koreografik bir dil oluşturmayı seviyorum. Çalışmalarım yoğun biçimde konumlanmış bedenlerle akıcı, hızlı ve derin danslar ortaya çıkarabildiği gibi neredeyse bir heykel kadar yavaş da olabiliyor. Elbette en önemli olan mekânın kullanımı ancak yine de bana göre bir koreograf için temel araç zamanın manipülasyonudur. Bedenler zamanda çok güçlü şekilde ivme kazanabildikleri gibi yer çekimini ehlileştirerek onu genişletebilirler de. Asıl fikir seyircinin zaman algısını değiştirmeye çalışmak hatta bir bakıma onu günlük olandan çıkarıp paralel gerçekliğe sokabilmektir. Belki performansı belirli bir fonksiyona sahip olan çağdaş bir ritüel olarak gördüğüm için bunları söylüyorum. Chris Marker’in La Jetée filminde söylediği gibi “Ritüeller zamanda delik açar.” Benim inancım dansın bu eski ritüellerden geldiği yönünde. Dans, dansçının değişik bilinç seviyelerine girebilmesi ya da kimliğini kaybederek başka bir şeye dönüşebilmesi için motor görevi görür. Benim bu ritüellere olan ilgim dans etmeye başlamadan çok önce, üniversite yıllarımda, Givanna Marini’den etno-müzikoloji eğitimi alırken başladı. İtalyan akademisyen Marini’nin araştırması, sözlü gelenekte yer alan polifonik ezgilerin, her seferinde, yılın belirli bir zamanında, belirli bir yerde, belirli bir ritüel eşliğinde ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere kullanılıyor olmasını kapsıyordu. (Paskalya bayramı, çocuk uyutma, hasat zamanları, cenaze törenleri gibi) Bana göre bir performans bu inanç birliğine bağlı ve her şeyden önce şiirsel bile olsa muhakkak sarih bir fonksiyonu da olmalı. Ben dansçılarla bu bağlam içerisinde keşfettiğimiz limitli alan ya da konuyla ilişkili olarak özgün bir dil yaratmayı seviyorum. Dünyada var olduğunu bildiğim ritüeller benim çalışmalarımı (Skid ve Thr(o)ugh) en çok etkileyenler. Mesela dünyanın en tehlikeli ritüellerinden biri olan Onabashira. Bu ritüel Japonya’nın Nagano bölgesinde yüzlerce insanın dağların eteklerinden kesik ağaç gövdelerinin üzerine binerek yokuş aşağı kaymalarından ibaret.


Bahsettiğim durumlar bende her zaman bir yıkım ve yeniden yapım çalışması olarak ortaya çıkıyor: Ritüellerden türeyen fikirlere çağdaş ve performatif biçimler vermek.



Thom Yorke'un Anima albümünden üç şarkıyla hazırlanan Anima videosundan bir kare, Yönetmen: Paul-Thomas Anderson



Her eseriniz başka formlara işaret ediyor. Açıkçası üretimlerinize baktığımda Art Nouveau diyebileceğim bir kavramsallık da görüyorum. Çünkü koreografi, şiir gibi kaynaklar birbirine karışıyor. Performanslarda bedenlerin kıvrımları şiirsel görünümler sunuyor. Hazır şiir demişken; Edebiyatla nasıl bir bağınız var? Sevdiğiniz yazarları, şairleri bizlerle paylaşır mısınız?

Samuel Beckett, Pier Paolo Pasolini, Marguerite Duras, Jean Cocteau, George Bataille, Jean Genet, James Baldwin benim en beğendiğim yazarlar ve şairler. Fark ediyorum ki Beckett gibi (Quad benim hayatta en beğendiğim koreografi çalışmasıdır) sinemayı, resmi ya da koreografiyi ve başka ifade kanallarını kullanmayı seçen yazarları seviyorum. Bütün bu bahsettiğim yazarlar aynı zamanda yazma şekillerinde çok sert ve gerçekler. Beckett varoluşçu ve kozmik tarafıyla, Pasolini arkaizme adadığı ilişkiselliğiyle, Cocteau ise hayalperest ve hassasiyetiyle… Bataille’ın erotizm üzerine yazdıklarının, ölüm ve tarih öncesi resim analizlerinin üzerimde büyük etkisi vardır. Claude Lévi-Strauss’u çok severim, onun da benim gibi bir Japonya tutkusu vardır. Onun eserlerini okumak Japonya’yı çok daha derinden anlamamı sağlamıştır. Çağdaşlara gelecek olursam Bruno Latour’un öğrencisi İtalyan filozof Emanuele Coccia’nın metamorfozlar üzerine yazdığı son kitabına bayılıyorum.


İnsanı her şeyin ortasına koymayan düşünürlerle ilgileniyorum artık dünyaya Antroposen vizyonuyla bakmanın zamanı çoktan geçti.



Damien Jalet, Thr(o)ugh



Art Nouveau'dan bahsettim. Buradan devam etmek istiyorum. Klasik sanatın biçimlerinden koparak sinematografi, teatral formlar ve performansın çalışmalarınızda iç içe girdiğini görüyorum. Mesela Thom Yorke'un Anima videosundaki bedenlerin bir zemin üzerindeki hızına baktığımda farklı mekanların oluşumuyla karşılaşıyorum. Tenlerin etkileşimi de gözüme çarpıyor. Farklı sanatsal biçimleri bir araya getirdiğinizi düşünüyor musunuz?

Kesinlikle dansın günden güne artan kalitesinden çok etkileniyorum ve aynı zamanda bir medyum olarak dansı aşmaya çalışmaktan hoşuma gidiyor. Benim için çağdaş dans her zaman özgürlük ve kendi kodlarımı yaratmakla eşanlamlıydı. Sanırım bu yüzden dansı tiyatroya tercih ettim ve tiyatroyu bıraktım. Çünkü dans; müzik, tiyatro, görsel sanatlar ya da sinemadan farklı olarak farklı disiplinlerle kendiliğinden kaynaşabilen ve çok daha az muhafazakâr bir araç. (Opera için de aynı şeyi söylerler fakat ben kendi opera deneyimimde gerçekleştirmek istediklerimi çok daha az spontane ve deneysel şekilde uygulayabilmiştim.)


Yaratıcı çalışmalarım, tüm bu alanlarda sayısız iş birliğiyle işaretlenmiş durumda. Tüm sanatların aynı kökene sahip olduğuna ve tarihin onları ayırdığına ve türleştirdiğine inanıyorum -ki bu ille de kötü bir şey demek değil.- Ben bu alanları yeniden birbirlerine bağlama, öngörülemez ve canlı bir biçimde tekrar birleştirme yetisinden gelen özgürlük duygusunu çok seviyorum. Ayrıca -belirsiz ticari nedenlerle yaratıcı dürtülerinizi değiştirmek zorunda olmadığınız sürece- yüksek sanat olarak kabul edilen her şey ile daha popüler olan arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmayı seviyorum.


Luca Guadagnino’nun çektiği Suspiria’da yer alan işlerim bu anlamda bir meydan okumaydı. Luca’nın çağdaş dansı merkeze getirme isteğini ve bunun yüksek bütçeli bir filmin anlatısına angaje olmasını son derece öncü bir hareket olarak hissetmiştim. Filmlerde dansın kullanımı genellikle ikincil ve bir nevi akademiktir. Suspiria'da, filmin diline özgü dansın daha karanlık tarafını keşfetmek için alan vardı. Doğasında var olan şiddetin ve katartik gücün keşfedilebilirliği söz konusuydu. Senaryoyu okuduğumda dansın kelimenin tam anlamıyla öldürebilir olabileceği fikrini vermişti ve bunu çok sevmiştim. Filmin her zamanki çağdaş dans filminden daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşacağı gerçeği de beni çok etkilemişti. Kolayca ulaşılamayan başka bir dans formunu keşfeden insanlar güzel geri dönüşler yaptılar. Suspiria beni Paul Thomas Anderson ve Thom Yorke ile birlikte çalışma yolunda ilerleterek sonunda Netflix tarafından yapılan (başlangıçta plan bu değildi) Anima’ya getirdi.


Thom, Suspiria'daki çalışmamı notalara döktü. Filmdeki ana dansın ritim karmaşıklığı gerçek bir meydan okumaydı. Sonra bu iş birliğini daha da ilerletmek istedi ve bu onun sefer müziğinden yola çıkarak bir koreografi yapmamı istedi. PTA dansla ilk kez bu kadar çok çalışacaktı, referansları ise Paris'te bir Amerikalı ve diğer altın çağ müzik filmleri* gibi daha akademik olacaktı. Başlangıçta bu tarz bir koreograf olmadığımı açıkça belirttim ve Thom dansın doğasında olan “tuhaflığını” korumak için gerçekten ısrar etti. Koreografik çalışmalar yaratmak için kullanılan aynı sezgisel süreci izleyerek üçümüz birlikte bu anlatıyı kurduk ve aynı zamanda filmin bir parçası olarak benim mevcutta çalıştığım Skid’den bir parça kullanmayı önerdim. Dürüst olmak gerekirse, daha genel bir izleyicinin tamamen çağdaş bir dans filminin soyutlamasını beğenip beğenmeyeceğine dair hiçbir fikrimiz yoktu. Filmin galası bu ilişkiyi geliştirmek için cesaret verici şekilde geçmişti.



Damien Jalet, Skid



Skid adlı eserinizde beden ve gölge ilişkisi dikkatimi çekmişti. Müzik orada da bedenin kendi dokusuna dönüşüyordu. Ama sonunda tüm eserlerinizde derin duygu atmosferiyle karşılaşıyoruz. Size görsel bir şair olarak tanımlayabilirim. His dünyanızdaki kabarmalar, dalgalanmalar veya değişimleri not alıyor musunuz? Çalışma düzeninizden biraz bahseder misiniz?

Ben notlarım işlerimdir. Notlarım benim için kayıtsız şartsız başımdan geçenleri, bana göre önemli durumları ve söylediklerimi en anlaşılır biçimde tasvir eden yegâne şeylerdir. Her zaman kelimelere karşı tedbirli davranırım çünkü onları çok iyi bilmek her zaman çok dürüst olacağınız anlamına gelmez hatta aksine…

Her zaman dansın çok saf bir sanat olduğunu düşünmüşümdür, dansla hile yapamazsınız. Belki de bu yüzden L’Insititut National des Arts de Spectacle Belge’de [Belçika Ulusal Sahne Sanatları Enstitüsü] devam ettiğim eğitimimi yarıda bıraktım. Her daim soyutluğun sınırlarında kalarak çiğ bir bilinçdışını ve duygusallığı aktaran, Jerzy Grotowski’nin yaklaşımlarından, Tadeusz Kantor’un tiyatrosundan, Francis Bacon’un resimlerinden her zaman çok etkilendim. Bir noktada hayal ettiğim bir şeyi şekillendirmek için kelimelere ihtiyacım olmadığına kani oldum. Benim için üretmek bir yerde kendi içgüdülerimle bağlantıya geçmek, bilinçdışıyla -sadece kendim olanla değil kolektif olanla da- iletişim kurmak demek. İşte bu sebeple de bu işi yapmayı çok seviyorum çünkü her defasında kolektif bir üretim yapılıyor. Ben bir koreograf olarak çalıştığım için işim tamamen diğer insanlara bağlı, özellikle de dansçılara. Çünkü her şey onlar sayesinde ve onlar aracılığıyla iletiliyor. Ne zaman ki iş bitiyor ve paylaşma anı geliyor ve işte o zaman ortaya çıkardığımız üretim daha da kalabalık bir kitle olan “halk” ile buluşuyor. Bana göre en önemli olan şey temel fikrin yani matrisin ortaya çıkabilmesi. Bahsettiğim matrisin ise benim bir araya getirdiğim yaratıcı grubu etkileyecek çekim gücüne sahip bir enerjiyi barındırması şart. Çünkü bu bir keşif, ben bile işin gösteri bitene kadar tam olarak neye evrileceğini bilemiyorum. Hatta çoğu zaman çalışmanın prömiyeri esnasında temel niyetlerimin ötesinde aslında tam olarak ne demek istediğimi keşfettiğimi fark ettim. Bu tamamen sezgisel bir süreç. Neredeyse bilinçsiz olan bir şeyi bilinçli hale getirmek gibi. Eğer yaratma sürecinde çok fazla mantıklı davranırsanız işi biraz da öngöremediğiniz bir şekilde bitirebilirsiniz. Ben genellikle yarattığım şeyin beni şaşırtmasına ihtiyaç duyarım. Bir yönetmen olarak bir bağlam, çerçeve hatta -söylemekten çekinmeyeceğim- bir oyun kurma sorumluluğum var. Dansçılar bu alanda gelişiyorlar ve bu hepimizi gerçekten yaratıcı bir hale sokuyor.



Suspiria filminden bir kare, Yönetmek: Luca Guadagnino, 2018



Ben 14 yaşındayken bir müzik kaseti hayatımı değiştirdi. Adı Ray Of Light’tı. Madonna'nın her zaman hayatımda izi oldu. Öte yandan onun Jean-Michel Basquiat, Keith Haring gibi sanatçılarla olan arkadaşlıkları beni etkilemişti. Madonna popüler müzikle sanat arasında köprü kuran isimlerden biri. Ne yazık ki Madame X turnesini göremedim. Turnede sizin de katkılarınız olduğunu biliyorum. Madonna ile çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Ben de 11 yaşlarımdaydım… Madonna benim için çok önemliydi, onun kocaman kalabalıkları elektrik gibi çapması beni derinden etkiliyordu: Enerjisi, ikonoklast ve diyonizyak yönü, değişim anlayışı ve sonuna kadar diretme özelliği... 90’larde büyüyen genç bir kuir için Madonna’yı gerçek bir simgesel figür olarak görmemek çok zordu.


Madonna Suspiria’da benim çalışmamı gördükten sonra asistanından bana e-posta göndermesini istemiş, bu da beni çok şaşırtmıştı. İki hafta sonra Madonna’nın Londra’daki evinde buluştuk ve kendimi iki saat boyunca Madonna ile baş başa buldum. Çok star struck (yıldızlara veya şöhretli insanlara duyulan hayranlık) hissetmiş olmama rağmen tutkulu bir diyaloğumuz olmuştu. Bana henüz yayınlanmadan albümünden pek çok parça dinletti. Bana, artık stadyumlar yerine tiyatro sahnelerinde gerçekleştirmeyi hayal ettiği yeni gösterisinin bazı kısımlarının koreograflığını üstlenmemi teklif etti. Birkaç ay sonra birlikte çalışmaya başladık. Çalışmalar çok yoğun ve benim asla hayal bile edemeyeceğim kadar heyecan vericiydi. İşlerim normalde pop müzikle pek bağdaşmaz, belki de bu yüzden (Malcolm X ve James Baldwin’e saygıyla hazırladığım) giriş kısmı ya da dansçıların ritmik olarak nefes alıp verdikleri Rescue Me gibi kısımları müziksiz çalıştık. Tüm bunlara ek olarak, kendisi de çağdaş dansçı olan Madonna’nın kızı Lola (Lourdes Leon) ile birlikte direkt Martha Graham referanslı olarak Frozen’ın bir nevi canlı versiyonunu çekmek de beni çok mutlu etti. Madonna yaptığı her seçime, aldığı her karara ve uğraştığı her detaya son derece hâkim ve bağlı bir insan. Herkesi, sadece fiziksel ya da müzikal olarak değil uyum ve sanatsal titizlik konularında da gidebilecekleri en uzak yere doğru itmekten hoşlanıyor. Yaptığı her işin altında önemli araştırmalar yatıyor ve Madonna tutku dolu bir iş ortağı!


*Damien Jalet Hollywood ’ta Golden Age Of Musicals olarak bilinen 1940’lı ve 50’li yıllardaki müzikallere göndermeye yapıyor.



Solda: Damien Jalet, Vessel

Sağda: The Ferryman filminden bir kare, 2007, Yönetmen: Chris Graham



Damien Jalet ile röportaj yapma fikrini sevgili Genel Yayın Yönetmeni Merve Akar Akgün'e götürdüğümde ondan gelen hızlı ve olumlu yanıtı duymak beni oldukça sevindirmişti. Merve'ye bu röportajın gerçekleşmesi için gösterdiği destek ve emekten dolayı minnettarım. Öte yandan Art Unlimited'a özel olarak sanatçıyla yapılan fotoğraf çekimini Brüksel’de yaşayan ve çalışan fotoğrafçı Maxime Fauconnier gerçekleştirdi. Ona da bu nefis fotoğraflar için teşekkürler.

ความคิดเห็น


bottom of page