Teknoloji ve tasarım yoluyla kendimizi ifade edebilme ihtimallerini araştırdığı interaktif An I projesi üzerinden Camilo Oliveira ile tasarım, duygular ve dijital araçlar ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik
Dijital teknolojiler, tasarım çevreleriyle gerçekçi bir etkileşim sağlayan, insanların iletişim kurabildiği ve ara yüzünü oluşturduğu çok güçlü ve zorlayıcı bilgisayar uygulamalarıdır. Tasarım, bizi çevreleyen dijital araçların sosyal ilişkileri geliştirmesine nasıl katkıda bulunabilir? Brezilya’da aldığı mimarlık eğitimi sonrasında Design Academy Eindhoven’ın Sosyal Tasarım yüksek lisans bölümünden mezun olan Camilo Oliveira, düşüncelerini ve sosyal ilişkilerindeki tecrübelerini inceleyerek kendisinden dijital bir benlik yarattığı An I adlı bir proje geliştirdi. Camilo, yapay zeka ve tasarım araştırmalarını harmanlayarak, benlik hissimizin etrafımızdaki teknolojik gelişmeler doğrultusunda nasıl şekillendiğini sorguluyor. Teknoloji ve tasarım yoluyla kendimizi ifade edebilme ihtimallerini araştırdığı interaktif An I projesi üzerinden Camilo Oliveira ile tasarım, duygular ve dijital araçlar ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.
Tasarımcı olmanın duygusal durumundan başlayalım. Bence tasarımcı olmak çok hassas bir meslek, özellikle de sosyal tasarım gibi teorik bağlamda çalışıyorsan. Senin Design Academy Eindhoven’daki tecrübelerin nasıldı?
Bağımsız olarak çalıştığım için çok zorlu bir süreçti. Kendi kararlarını kendin almak zorundasın çünkü Design Academy Eindhoven (DAE) sana ne yapman gerektiğini söyleyen hocaların olduğu okullardan tamamen farklı bir ortam. Kendini net bir şekilde tanımlamak için kendi yolunu bulmak zorundasın. Örneğin benim projem için farklı araçların bir karışımı diyebiliriz; medya sanatı değil, felsefe değil, tasarım değil, sanat değil... Hepsinin arasında bir ‘şey’. Fakat zihinsel bağlamda olduğu kadar, aynı zamanda fazlasıyla da kişisel. Ben de kendimi sürekli kişisel farkındalığa erişmek için sorguluyorum. DAE’de yaşadığım zorluk, duygularımı projem aracılığıyla yansıtmama yardımcı oldu. Ama bu zamanla olaylarla başa çıkma şekline evrildi diyebilirim. Bence her şey, kendi ruhsal durumları, duyguları ve onları çevreleyen dünyaya ilişkin algıları ile yakından ilişkili.
Bu önemli bir nokta çünkü An I gibi bir proje yaratmana sebep olan kişisel dürtüyü anlamak ve etrafında neler olup bittiğini sorgulamak çok önemli. Özellikle sosyal medya kanallarında ve bu kanalların sosyal dinamiklerini kullanarak duygularımızı ifade etme biçimimiz -emojiler gibi- bazen çok sahte olabiliyor. Ancak bu projede senin kendi duyguların konusunda oldukça açık olduğunu düşünüyorum.
Bence emojiler hakkında daha fazla konuşabiliriz. Emojileri An I ile ilişkilendirmek önemli çünkü içerisinde bir dizi planlı ve sıralı çerçeveler var diyebiliriz. Örneğin benim projem Instagram ve uygulama içerisinde yer alan hikaye paylaşımlarına hızlıca önceden hazırlanmış ve sınırlı sayıdaki emojilerden yollama özelliği mesela...
Fazlasıyla yapılandırılmış.
Evet, çok fazla. Sosyal medyanın ya da özellikle Instagram’ın, size belirli şeylere önceden belirlenmiş tepkiler vermenizi önermesini ilginç buluyorum. Bu aslında benim projem ile ilişkili bir durum. Ayrıca konuya emojiler üzerinden bakarsak, onların farklı ten renklerine sahip olmasını da ciddi bir sorun görüyorum. Ben renk seçimi yapmıyorum, bu yüzden sadece sarı olanları kullanıyorum. Hatta bu farklı ten rengi seçeneklerini ırkçı buluyorum çünkü hala çok az renk seçeneği var. Sana kendini ifade edebilmen için önceden belirlenmiş gülen veya ağlayan bir yüz verilmesi de aynı derecede problemli.
Ama şimdi akıllı telefonunla anında kendine ait olan bir tane de yaratabilirsin! Bana göre bu daha problemli bir durum çünkü Second Life adlı oyuna oldukça benziyor. Ama aynı zamanda AI ve makine öğrenmesi yardımıyla telefonunda farklı bir kimlik oluşturmak da bir açıdan kendini ifade biçimi...
Bu çok ilginç bir nokta çünkü ben de aslında projem sırasında Second Life’ı araştırıyordum. Sosyal medya, internet ve tüm bu kendimizi ifade edebileceğimiz platformların duyguları yansıtmamıza nasıl yardımcı olabileceğini düşünmeye başladım. Demek istediğim, kendini gizleyerek başka biri olabilirsin. Gerçek hayatta beceremeyeceğin, cesaret edemeyeceğin şeyleri deneyimleyebilirsin. Ayrıca, aynı ilgi alanlarına sahip insanların gerçekte gruplar halinde nasıl toplandıklarını da anlamak istiyordum. Bunun üzerine bir Second Life karakteri yaratmaya karar verdim. Karakter bir kadındı ve aslında sadece çıplak bir şekilde etrafta dolaşıyordu.
Araştırma yaparken Jon Rafman adında Second Life üzerine proje yapmış bir sanatçı ile karşılaştım. Uzun zaman önce, hazır meyve suyu reklamlarının maskotu olan Kool-Aid Man’i avatar olarak kullanan Rafman, Second Life’ta insanlara turlar teklif ediyordu ama insanlar yargılayıcı olmaya ya da onu beğenmemeye başladılar çünkü bu bir açıdan kültürle alay ediyordu.
Second Life karakterim aracılığıyla kendimi yansıtma hikayeme devam edecek olursak, açıkçası yarattığım karakteri tam olarak hissedemedim ve oyunda birçok şeyi nasıl yapacağımı anlamadım. Sadece dans etmenin yanı sıra, bazı seks kulüplerine de gidiyordum. Fakat o oyunda bir şeyleri yapmak için hala tüm imkanlara sahip değilsiniz. Benim derinliklerine inebileceğim bir şey değildi ama oyunlar insanların kendilerini ve duygularını keşfetmelerine izin vermelerine aracı olabilir. Kendimi Second Life’ın içerisine dahil etmeye çalışıyordum, bu yüzden Second Life karakterimin büyük boy resminin olduğu bir tişört bastırdım. Fakat oyunu kendimizi ifade etme potansiyelini görmek ve onu gerçekten duygularımızı yansıtmak için bir araç olarak kullanmak komik bir deneyimdi.
Şu andaki ilgilendiğim alanlardan biri de, dijital teknolojileri semantik ilişkiler bağlamında inceleyerek yaptığımız seçimleri, etkileşimlerimizi ve dijital kreasyonlarımız sayesinde inşa ettiğimiz toplulukları anlamak için kullanmak... Düşüncelerimiz, görünüşümüz ve kendimizi sosyal medya kanallarıyla ifade etme konusunda gerçek hayattan daha fazla özgürlüğe sahip olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü gerçek hayatta tasarımcılar veya mimarlar neredeyse duygusuzlar. Belki de bugünlerde minimalist olma eğiliminde oldukları içindir. Etrafta çirkin ya da üzücü tasarımlar görmüyoruz. Giyinme şeklimiz, görünüşümüz.. Herkes o kadar benzer görünüyor ki bu neredeyse sıkıcı bir hale geldi. Bu yüzden duygularımızı başka yollarla mı ifade etmeye çalışıyoruz acaba?
Tasarımcı olarak duygusuz olduğumuzu düşünmüyorum. Ayrıca bu ‘giyinme şeklimiz’ ifadesiyle ilgili biraz çatıştığımı söyleyebilirim. Yaptığım projeyle sorguladığım konu aslında bundan bir açıdan Instagram özelinde kendimizi standart görüntü boyutları gibi çerçevesi belirli araçla ifade etme durumumuz. Bu standartlaştırılmış ifade biçimi, bir insan olarak davranış biçimimizi de standartlaştırıyor mu? Araştırmalarım sırasında, Instagram’ımı diğer insanlarınkiyle karşılaştırıyordum ve birçok davranışın bir şekilde aynı olduğunu ve birçok şeyi aynı şekilde yaptığımızı gördüm. Aynı içerik altında paylaşılmış fotoğrafları toplayan bir Instagram profili (@instarepeat) bile var! Eğer kontrol edersen, her şeyin gerçekten aynı olduğunu fark edeceksin.
Fakat yine de dış kabuğumuzdan bahsediyoruz. Bugünlerde kim kendi kıyafetlerini üretiyor ki? Bir kişinin önceden ürettiği bir şeye giriyorsunuz ve bu sadece size özel bile değil. Ama 1920’leri düşünürsek, şapka ile takım elbise giymiş tüm erkekler aynı görünüyordu, tüm kadınlar da aynı şekilde. Giyim konusunda sadece birkaç seçenek vardı. Bu insanların düşünce tarzının da aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Sadece kendilerini gösterme biçimleri nedeniyle daha mı az duygusaldılar? Buna rağmen aynı giyinip, aynı sinyallere sahip olsak bile bu, kıyafetlerimiz diğer tüm insanların eğilimlerimizi anlamalarına yarayan bir iletişim aracı. Sen ne düşünüyorsun?
Kısmen seninle aynı fikirdeyim. Söylemlerimiz hakkında çok düşünüyoruz, ancak hayatımızı kolaylaştırmak için diğer her şeyi basitleştirmeye çalışıyoruz. Adam Nathaniel Furman, Camille Walala, Morag Myerscough gibi kendilerini ifade etmek için renkleri kullanan birkaç tasarımcı ve mimar da var. Bunun aksine, projen siyah arka plan üzerine beyaz metin ve bazen senin beyaz bir tişörtle olan görüntünden oluşuyor. Proje sürecindeki araştırmalarının, görünüşünden ya da renklerden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Yani oradaki en önemli şey temsil edilen duygular ve araştırmanın kendisi. Belki de dikkatleri kendi çekmemek için gerekenlerden biridir budur. Kendi bedenini projede kullanmanla ilgili bir soru sormak istiyorum; bu konu hakkında nasıl hissediyorsun?
Aslında başlangıçta başka birini kullandım, ondan kendisiyle konuşmasını istedim. Ama istediğim gibi olmadı çünkü ben bu projenin çok içerisindeydim ve kendimi bu projede kullanmak çok daha kolay olacaktı, ne istediğimi biliyordum. Sonuçta bu proje kendi ihtiyaçlarımın bir yansımasıydı ve bu durum belki başkaları için de tekrarlanabilirdi. Bu yüzden kendimi kullanmaya karar verdim.
Ayrıca duyguları düşündüğümüzde, zihinlerimiz derhal samimiyet, cinsel eğilimler ve cinsiyet meseleleri gibi kavramlara gidiyor. Tasarım söylemleri açısından ise hala niş bir alan, özellikle de duygular için tasarım başlığı altında düşündüğümüzde... Elbette Don Norman’ın Emotional Design kitabı gibi referans niteliğinde çalışmalar da var. Ancak ürün tasarımı veya gündelik hayatımızda kullandığımız nesneler özelinde bahsetmiyorum. Teknoloji ile olan ilişkilere daha çok ilgi duyuyorum. Çünkü yapay zekanın etiğine ilişkin duygusal sorunlar zaten gündemde. Gelecek korkumuz olmasına rağmen, bence bu konuyu tartışmak için seninki gibi projeleri düşünmeli ve içimizdeki tüm bu korkudan kurtulmak için gerekli soruları sormalıyız. Tasarım, duygular ve teknolojinin kesişimine dair pek fazla örneğe rastlamıyoruz. Örnek olarak, fuseproject tarafından tasarlanan Snoo adındaki robot bebek karyolasını verebilirim. Bu ürün bebekleri rahatlatmak için tasarlanmış fakat bu eylem aslında insanlar arasında gerçekleşen duygusal bir değiş tokuşu da simgeler. Tasarım eleştirmeni Alice Rawsthorn, Design as an Attitude kitabında bu konudan bahsederek büyük tartışmalara yol açmıştı. Bu durumda, insani duyguları gerçekten insanla ilgilenen bu robotla değiştirebilir miyiz?
Geçenlerde bu konuyla ilgili araştırma yapıyordum ve Duygusal Yapay Zeka (Affective Computing) adlı bir MIT Media Lab araştırma programı buldum. Programın tanımı: ‘‘iletişimde, algılamada ve duygusal tepkilerde yeni yollar geliştirerek insan refahını en üst seviyeye çıkarmak.’’ idi. Araştırma konuları: robotik, insan-bilgisayar etkileşimi, sağlık, insan-makine ilişkisi, nörobiyoloji ve sosyal bilimler... Duygular ve teknoloji ile ilgili pek bir şey yapılmadığı fikrine katıldığıma emin değilim. Ama bu MIT programı gibi araştırma laboratuvarlarından çıkan birçok şeyin farkında olmadığıma eminim. Örneğin bu fake computing denilen sahte hesaplama yada deepfake haberleri gibi. İnsanlığın bilgi birikiminin nasıl geliştiğini görmek veya robotik duygulara insani tepkiler verilmesini gözlemlemek çok ilginç olurdu.
Son olarak, senin projenin şu anki durumu nedir? Hala devam ediyor mu? An I'ı nasıl geliştirmeyi hedefliyorsun?
Şu anda, projenin genişletilmesi için yeni olanaklar arayarak dijital teknolojiyle olan ilişkimizle ilgili yeni konular üzerinde çalışıyorum. Bu her gün yeni problemlerin ortaya çıktığını gördüğümüz zorlu bir konu. Özellikle teknolojinin tam olarak nasıl çalıştığını bilmediğimiz ve sadece onu tükettiğimiz için. Biz tasarımcılar için, kendimiz tarafından üretilen veriler tarafından nasıl tüketildiğimizi görselleştirmenin yollarını bulabilmemizi önemli buluyorum.
Comments